Hidden Marriage in the Office - 152. Bölüm (Türkçe Novel)

Bölüm 152 – Yan Hikâye: Zhao Fanggang (5)
Y Bankası, tüm şubelerin katıldığı bir mangal partisi düzenlemişti ve çalışanlar ailelerini de getirebiliyordu.
Zhao Fanggang da yanında Ren Tingting’i getirdi.
Departmanındaki herkes ona tatlı bir dille “yenge” diye hitap etti. Yaşça ondan büyük olanlar bile bu şekilde seslenince Ren Tingting iyice utanmıştı.
Kıpkırmızı olmuş bir halde, hemen Tu Xiaoning’in yanına gidip onunla birlikte mangal yapmaya başladı.
Küçük Ji Leyu da oradaydı. Tu Xiaoning, ona insanlara nasıl hitap etmesi gerektiğini söyleyince kız, Ren Tingting’e dönerek “Tingting abla,” dedi, sonra Zhao Fanggang’a bakıp “Fangfang amca.” diye ekledi.
Tu Xiaoning neredeyse ağzındaki suyu püskürecekti.
Kızı gerçekten çok zekiydi.
Zhao Fanggang ise hemen memnuniyetsiz bir ifadeyle çömeldi ve Ji Leyu’yu düzeltti.
“Daha önce Fangfang amca diyebilirdin, ama artık olmaz, bana ‘abi’ demelisin.”
Sonra Ren Tingting’i kendine doğru çekip, “Çünkü artık Tingting ablan senin Fangfang amcanın sevgilisi, sen bana hâlâ amca dersen bu işin sırası bozulur.”
Ji Leyu gözlerini kırpıştırdı ve kafasını kaldırarak annesine sordu.
“Anne, sevgili ne demek?”
Tu Xiaoning biraz düşündükten sonra, “İleride evlenip çocuk sahibi olacağın kişi demek.” dedi.
Ren Tingting’in yüzü iyice kızardı.
Ji Leyu sadece bir “Aaa” sesi çıkardı.
Zhao Fanggang hemen fırsatı kaçırmadı.
“Peki şimdi bana nasıl seslenmen gerekiyor?”
Ama Ji Leyu şaşırtıcı bir cevap verdi.
“Ama siz daha evlenmediniz ve bebeğiniz de yok ki?”
Zhao Fanggang gülerek tekrar sordu.
“Peki evlenmek ne demek biliyor musun?”
Ji Leyu başını yana eğerek cevapladı.
“Evlenmek demek Tingting ablanın karnının kocaman olması demek.”
Tu Xiaoning, kızının bu masum açıklamasıyla kahkahaya boğuldu. Küçük kızının yumuşacık yüzünü okşayarak sordu.
“Bunları sana kim öğretti bakalım?”
Ji Leyu dürüstçe cevap verdi.
“Teyzem.”
O sırada Japonya’da olan Xu Yining aniden hapşırdı.
Birisi onu mı anmıştı? Acaba sevgilisi Wang Xiaoqi miydi?
Tu Xiaoning, kızının farklı düşünce tarzına alışkındı. Zhao Fanggang da Ji Leyu’nun başını okşayarak gülümsedi.
Tu Xiaoning’e başparmağını kaldırdı.
“Senin kızın harbi efsane.”
Tu Xiaoning artık gülmekten kendini alamıyordu.
Kızını kandırmak mı? Mümkün değildi . Babasının Ji Yuheng olduğu o kadar belliydi ki...
Zhao Fanggang bir süre Ren Tingting’le birlikte mangal yaptı ama sonunda Tingting onun ayak altında dolaşmasından sıkılıp onu uzaklaştırdı.
O da erkeklerin olduğu tarafa döndü. Biri ona bir sigara uzattı.
“Müdür Zhao, sonunda sevgilini de getirdin ha? Hem de Maliye Müdürü’nün kıymetli kızı?”
Zhao Fanggang sigarayı yaktı ve belli belirsiz bir şekilde “Hıhı.” dedi.
“İyi iş! Bu gidişle yarım maliye senin olur. Devlet projeleri artık senin olur.”
Zhao Fanggang sadece hafifçe gülümsedi, ses çıkarmadı.
“Yani ne iş yaparsan yap, sonunda iyi bir eşin, iyi bir kayınpederin olacak ki işler kolay yürüsün.”
Zhao Fanggang sigarasından bir duman daha üfledi, yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silinmeye başladı.
O sırada Ji Yuheng geldi ve herkes etrafına toplandı.
“Başkan Ji!”
“Patron!”
Sadece Zhao Fanggang yerinden kıpırdamadı. Üst üste iki sigara içti.
Bir süre sonra Ren Tingting elinde birkaç kuzu şiş ile yanına geldi.
“Et pişti, tadına bak.”
Zhao Fanggang kokladığında midesi bulandı.
“Sen ye, ben sonra bakarım.”
Ren Tingting şişi onun ağzına uzattı.
“Madem getirdim, bir lokma ye bari.”
Zhao Fanggang uzaklaşmaya çalıştı.
“Şu an canım istemiyor.”
Ren Tingting ısrar etti.
“Az önce istiyordun ama?”
Zhao Fanggang onun elinden tuttu.
“Şimdi istemiyorum, olur mu?”
Ren Tingting afalladı.
O ise ona bile bakmadan, “Sen Tu Xiaoning’in yanına git. Ben biraz daha arkadaşlarla konuşacağım.” dedi.
Ren Tingting onu uzun uzun inceledikten sonra başını çevirdi ve elindeki kuzu şişlerle geri döndü.
Tu Xiaoning onun giderkenki keyifli halini görmüştü ama dönerkenki suratı asıktı.
“Ne oldu?” diye sordu.
Ren Tingting şişleri mangalın üstüne attı. “Hiçbir şey.”
“Kavga mı ettiniz?”
“Hayır.”
Tu Xiaoning onun moralinin bozulduğunu anlamıştı, daha fazla sormadı ve kucağındaki uykulu kızını hafifçe sallayarak uyutmaya devam etti.
Bir süre sessizce oturan Ren Tingting aniden sordu.
“Xiaotu abla, Başkan Ji hiç senin anlamakta zorlandığın, ruh hali dengesiz zamanlar yaşatıyor mu?”
Tu Xiaoning düşündü.
“Ji Yuheng biraz düz adamdır. Morali bozulduğunda kendi içine kapanır. Ama neden sordun? Küçük Zhao hep öyle ruh hali değişken biri mi?”
Aslında pek öyle değil gibiydi. Mizah anlayışı yüksek biriydi. Eskiden departmanın neşe kaynağıydı. Yoksa genel müdür olunca mı huysuzlaştı?
Ren Tingting mangal ateşine bakarak iç geçirdi. “Bilmiyorum. Ama onunla birlikteyken bazen çok yoruluyorum.”
Tu Xiaoning “yorulmak” kelimesini duyunca şaşırdı.
Daha ne kadar olmuştu birlikte olalı? Aileler bile tanışmış, evlilik konuşulmuştu.
Ren Tingting tekrar konuştu.
“Sence altı yaş farkı yüzünden mi böyle? Bir kuşak farkı mı var acaba?”
Tu Xiaoning şöyle dedi.
“Zhao Fanggang yaş olarak senden büyük olabilir ama ruhu genç. Fazla kurma kafanda. Birlikte olmak zamanla uyum ister. Bolca konuşun, iletişim kurun, her şey yoluna girer.”
Ren Tingting içinden 'İletişim mi? O kadar meşgul ki gün boyu konuşmaya zaman bulamıyoruz. Ne zaman konuşsak da, ya sıkılıyor ya da ‘sonra konuşuruz’ deyip geçiştiriyor.' diye düşündü.
Başını kaldırıp ona baktı.
Birden, o adamın kendisinden çok uzak olduğunu hissetti.
Eve dönerken arabada tek kelime etmedi.
Zhao Fanggang onun keyifsizliğin fark edince kırmızı ışıkta beklerken sağ eliyle onun çenesini okşadı.
Ren Tingting geri çekildi ama Zhao Fanggang onun elini yakaladı.
Kadın izin vermese de elini zorla kendine çekti, utanmazca elinin üzerine birkaç kez öptü.
“Kim yine karımı üzdü bakalım?”
Ren Tingting soğuk davranmaya devam etti.
Zhao Fanggang onu sarılarak teselli etmeye çalıştı.
“Tamam tamam, senin yaptığın kuzu şişleri yemedim diye mi küstün? O sırada arkadaşlarla konuşuyordum."
Ren Tingting kendini onun elinden kurtardı, yüzüne çok ciddi bir ifadeyle baktı.
“Zhao Fanggang, sen hâlâ... hâlâ beni küçük bir kız çocuğu mu sanıyorsun?”
Zhao Fanggang onun birdenbire böyle bir şey sormasını beklememişti. Bir süre duraksadıktan sonra cevap verdi.
“Sen benim küçük kızım değil misin zaten?”
Ren Tingting ona dikkatle, sanki içini görmek istercesine baktı.
Tam o sırada arkadan bir araba kornaya bastı, Zhao Fanggang yeşil ışığın yandığını görünce hemen gaza bastı.
Arabayı sürerken göz ucuyla Ren Tingting’in hâlâ dalgın dalgın camdan dışarı baktığını gördü. Hafifçe konuştu.
“Karıcığım, kafanı kurcalama boşuna. Sen bana ne verirsen ver, ben yerim, olur mu?”
Ren Tingting başını çevirip ona baktı.
“Ne verirsem yersin, öyle mi?”
Zhao Fanggang başını salladı.
“Yerim!”
Ren Tingting kaşlarını kaldırarak sordu.
“Bok versem onu da mı yersin?”
Zhao Fanggang kahkahayla güldü, sağ koluyla onu tekrar kendine çekti.
“Senin verdiğin bok bile güzeldir! Karıcığım bana yemek veriyorsa, ben niye yemeyeyim?”
Ren Tingting elini uzattı, hafifçe onu çimdikledi.
“Yine laf cambazlığı yapıyorsun!”
Zhao Fanggang onun artık sinirli olmadığını anlamıştı. Gülümseyerek elini yakaladı, tekrar tekrar öptü.
“Akşam ne yemek istersin?” diye sordu.
“Fark etmez.”
“O zaman bok yiyelim mi?”
“Bitmiyor değil mi bu espri?” Ren Tingting elini kaldırıp ona tekrar vurmaya başladı. Zhao Fanggang kahkahalarla güldü. Onu böyle kızdırmayı çok seviyordu, çünkü o halini çok sevimli buluyordu.
Sonunda birlikte hotpot yemeye gittiler. Eve döndüklerinde saat epeyce geç olmuştu. Zhao Fanggang sabırsızca onu banyoda kucaklayıp sevişti, sonra yatağa geçip bir tur daha yaptılar. Ren Tingting yorgunluktan derin bir uykuya daldı.
Rüyasında, üç yıl öncesindeki halini gördü.
Onunla ilk kez havaalanında karşılaştığı günü rüyasında tekrar yaşadı.
O gün Zhao Fanggang üstünde mavi kot ceket, içinde siyah Supreme tişört vardı. Güneş gözlüğü takmıştı. O terminalden valizini iterek çıkarken, Zhao Fanggang dimdik doğrulmuş, güneş gözlüğünü çıkarıp ona el sallamıştı.
“Ren Tingting!”
Onun sesini duyunca başını çevirip baktı ve Zhao Fanggang’ın o parlak, güneş gibi gülümseyen yüzünü gördü.
Sonra Zhao Fanggang onun istediği her yere götürmüştü, hatta babasının asla gitmesine izin vermediği oyun salonuna bile. O oyun oynarken Zhao Fanggang bir kenarda durmuş sabırla jeton atmasına yardım etmişti.
Basket atma oyununu oynarken bir türlü başarılı olamıyordu. Zhao Fanggang gelip ona nasıl atacağını göstermişti.
Arkasından yanaşıp, ellerini onun ellerinin üstüne koyarak şöyle demişti.
“Gücünü zorlama, bilek gücünü kullan, bak böyle.”
Konuşurken sesi kulağının dibindeydi, sıcak nefesi tenine değmişti. Olgun bir erkek kokusu sarmıştı etrafını. O kadar heyecanlanmıştı ki hareket bile edememişti. Kalbi çılgınlar gibi atıyordu.
Sonra peluş oyuncak yakalama makinesine geçmişlerdi. O hep başarısız olunca Zhao Fanggang sonunda dayanamayıp, “Gel bakalım, ağabeyin sana bir tane yakalasın.” demişti.
Öne çıkıp elindeki jetonları bıraktı, kollarını sıvayıp makineyi çalıştırdı ve tek seferde en büyük peluş oyuncağı yakalayıp ona verdi.
Peluş oyuncağı kucağına alırken çevresindeki kızların kıskanç bakışlarını görmüştü ama onun kulağında sadece kendi kalbinin attığı o tok ve derin sesi vardı.
O güne kadar DR’deki sosyal staja gitmeye nefretle bakan Ren Tingting, eve döner dönmez babasının ayarladığı programa gönüllü olmuştu. Ailesi onun bu ani değişimini şaşkınlıkla karşılamıştı ama yalnızca o nedenini biliyordu — onu bir kez daha görebilmek içindi.
Böylece inatla onun öğrencisi olmuştu. Her gün onu görebiliyordu artık. O umursamaz halleriyle, ofiste şakacı ve karizmatik tavırlarıyla, bilgisayara ciddiyetle bakarkenki haliyle, müşteriyle telefonla konuşurkenki titizliğiyle, hatta sigara içerkenki asi haliyle...
Onun her bir hareketi kalbine dokunuyordu. Gözleri artık başka hiçbir erkeği görmüyordu.
Ta ki bir gün, Tu Xiaoning için bir belge onayı almaya giderken cep telefonunu unuttuğunu fark ederek ofise geri dönene kadar.
Kapının dışında dururken içeriden onun bir iş arkadaşıyla konuştuğunu duymuştu.
> “Çok küçük. Ben sapık değilim ki, öğrencilerle duygusal şeylere girmem.”
“Gercekten olmaz. Zaten hiç de benim tarzım değil.” <
O anda ofis kapısının önünde donup kalmış, gözyaşları içinde oradan koşarak uzaklaşmıştı.
Ama sevgi başlamıştı bir kere. Hayatında ilk kez birine âşık oluşuydu ve öylece vazgeçmek istememişti.
Bu yüzden stajın sonuna doğru, cesaretini toplayıp ona açılmaya karar vermişti.
O gün en sevdiği elbiseyi giymiş, dudaklarına da hafif bir ruj sürmüştü. O işten çıkana kadar DR’nin otoparkında, onun arabasının yanında durup saatlerce beklemişti.
Zhao Fanggang nihayet aşağı indiğinde bir elini pantolon cebine sokmuş, diğer elinde telefon vardı. Ağır adımlarla yaklaşıyordu.
“Bu akşam aynı yerde mi buluşuyoruz? Yeni gelen kızın adı neydi ya? KK mi? GG mi?”
Yaklaştığında onu gördü ve adımlarını yavaşlattı. Her zaman kendinden emin olan Ren Tingting, o an çok çekingen bir sesle seslendi.
"Hocam..."
Zhao Fanggang başını salladı, sonra telefonda birkaç cümle daha konuşup kapattı.
“Neden hâlâ evine gitmedin?”
Ren Tingting, “Birini bekliyorum.” dedi.
“Hmm? Kimi bekliyorsun?”
Ellerini arkasında birleştirdi, gergin bir şekilde fısıldadı.
“Seni.”
Zhao Fanggang ona şaşkınlıkla baktı.
“Beni mi?”
Ren Tingting başını salladı.
Zhao Fanggang telefonunu cebine attı.
“Beni niye bekliyorsun?”
Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki dışarı fırlayacaktı. Derin bir nefes aldı, gözlerinin içine baktı ve söyledi.
“Hocam... ben, ben seni seviyorum.”
Zhao Fanggang şaşırmamıştı bile, ifadesi son derece sakindi. Düşünmeden hemen cevap verdi.
“Tingting, sen çok küçüksün. Biz birbirimize uygun değiliz.”
Bu sözler yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. İçini dağlamıştı. Ama yine de pes etmek istemedi.
“Uygun değiliz derken, neden? Sadece yaş farkı mı? Yakında mezun olacağım, ben de olgunlaşacağım!”
Kendini ispatlamak için elinden geleni yapıyordu.
Zhao Fanggang ise gülümsedi.
“Peki, beni neden seviyorsun?”
Ren Tingting bir an durunca konuşmaya devam etti.
“Bak işte, sevdiğin noktaları bile söyleyemiyorsun.”
Elini kaldırıp omzuna hafifçe vurdu.
“Tingting, sen daha hayata atılmadın. Tanıdığın erkek sayısı çok az. Mezun olunca, daha fazla erkekle tanışınca anlayacaksın, aslında bana duyduğun his gerçek bir aşk değil.”
Ren Tingting dudaklarını ısırdı ama bir şey diyemedi.
“Ben seni eve bırakayım mı?” diye tekrar sordu.
Başını sallayarak reddedince o da ısrar etmedi, onun yanından geçip kendi aracının kapısını açtı. Sesi, bir öğretmenin öğrencisine duyduğu şefkat gibi yumuşaktı. “O zaman dikkatli git, kendine iyi bak.”
Tam o arabaya bindiği anda, kız onu tekrar durdurdu. “Hocam.”
Adam durdu, başını çevirip baktı. “Hm?”
“Haftaya artık gelmeyeceğim.” dedi kız.
DR’ye bir daha asla gelmeyeceğim. Hiç mi özlemeyeceksin beni? En azından birazcık bile olsa...
Ama adam sadece ona hafifçe gülümsedi, başını ufak bir şekilde eğdi. “İyi çalış, banka çok zor bir yer, herkes dayanamaz. Eğer fırsatın varsa hiç girme.”
Sonunda onun arabası gözlerinin önünden uzaklaştı. O ise zorla bastırdığı gözyaşlarını artık tutamadı ve yanaklarından sessizce süzüldüler. Bu onun ilk aşk itirafıydı... ve son derece başarısız geçmişti. Hem de çok ağır bir yenilgiydi. Üstelik o adam, onu hiç umursamamıştı bile.
O sırada bir rüzgar esip yüzünü acıttı. Kollarını kendine sararak yere çömeldi ve sessizce hıçkıra hıçkıra ağladı.
Ama... ama o, onun hayatta ilk sevdiği kişiydi...
Sonra yeniden Avustralya’ya döndü, okuluna devam etti. Adamın WeChat’i hâlâ rehberindeydi, her gün onun paylaşımlarına bakıyordu. Ama adam DR’nin tanıtımları dışında neredeyse hiçbir şey paylaşmıyordu.
Bir gün, Tu Xiaoning’in paylaştığı bir fotoğrafta onların departman gezisinden bir kare gördü. Hemen kaydetti, herkesi kadrajdan kesip sadece onu bıraktı. Onu özlediğinde o fotoğrafa bakıyordu. Hem de uzun uzun.
O fotoğrafı, onunla olan sohbet ekranının arka planı yaptı. Gerçi tekrar konuşma ihtimalleri sıfıra yakındı ama yine de vazgeçemiyordu.
Okulda ona ilgi duyan pek çok erkek vardı. İyi olanlar da. Ama onun kalbinde, o adamdan başka hiç kimseye yer kalmamıştı. Denemek bile istemedi. Sanki kendini bile bile çıkışı olmayan bir yola sokmuştu.
Her gece uyumadan önce, hiç aksatmadan onun paylaşımlarına bakıyor, ardından Tu Xiaoning’in paylaşımlarına da göz atıyordu. Küçük bir haber bile almaya razıydı.
Ama bir yandan da korkuyordu. Ya bir gün onun evlendiğini görürse?
Şimdilik ikisinin de paylaşımları sakindi. Bu yüzden biraz rahatladı. Sonra onun fotoğrafına bakarak çok hafifçe fısıldadı. “Biraz daha bekle beni. Çok yakında büyüyeceğim.”
Sonunda mezun olup ülkeye döndüğünde, kararlı bir şekilde DR’ye girmeyi seçti. Mezuniyet sonrası alımlarına katıldı. Bu seçiminde biraz da inadın payı vardı.
Onu bankada istememesine inatla çalışmıştı. Onunla aynı yerde olacaktı.
Sonradan onun çoktan Ji Yuheng’le birlikte Y Bankası’na geçmiş olduğunu öğrendi. Kaderin bir cilvesi gibi düşündü bunu. Artık tekrar görüşmeleri imkânsız gibiydi. Ama DR’nin kredi kartı projesi için görevlendirilince, Tu Xiaoning’le birlikte Y Bankası’na gitti ve tamamen tesadüfen onu tekrar gördü.
Üç yıl sonra, adam artık daha olgundu. Hâlâ ona kalbini yerinden söküp alacak kadar çekiciydi. Bu sefer, önceki hatasından ders almıştı. Artık kendini onun karşısında küçük düşürmeyecekti. Onunla yakınlaşmanın yollarını düşünürken, adam bu kez kendi ayağıyla yanına gelmişti.
İşler tersine dönmüştü. Adam onu adeta kıskaca almıştı. O ise hem mutlu hem korku doluydu. Adamın onu gerçekten mi sevdiğini yoksa sadece bir heves mi olduğunu bilmiyordu.
Ama ona olan hisleri çok derindi, dayanacak gücü yoktu. Adamın o “kadın tavlama becerisi” öyle yüksekti ki, daha birkaç adımda onun eline düştü. Kalbi tamamen teslim oldu.
Tatlıydı, gerçekten tatlıydı. Ama bu tatlılıkla beraber hep bir huzursuzluk da vardı içinde. Ve adam ona ne kadar yakınlaşırsa, o huzursuzluk daha da artıyordu.
Üç yıl önce adamın başkalarına söyledikleri, onu reddederken ki o umursamaz tavrı... adeta bir diken gibi kalbine saplanmıştı. Hâlâ canını yakıyordu. Hem de çok.
“Tingting, Tingting...”
Kulaklarında onun sesi yankılandı. Gözlerini açtığında, onun yüzünü gördü. Rüyalarında bile peşinden koştuğu yüzünü.
“Hocam...” Uykudan henüz yeni uyanmıştı, bilinci tam yerinde değildi. Refleksle bu şekilde seslendi.
Zhao Fangang bir an durdu, sonra onu kollarına aldı. “Kabus mu gördün?”
Ren Tingting o anda kendine geldi. Artık üç yıl geçmişti. O artık onun nişanlısıydı.
Başını sallayarak “Hayır.” dedi.
Ama adam elini uzatıp yanağını okşadı. “Bu hâlde bile ‘hayır’ mı diyorsun? Ağlamışsın, yüzün sırılsıklam.”
Ren Tingting yüzünün ıslak olduğunu o an fark etti. Yastık da tamamen ıslanmıştı.
“Ne gördün rüyanda?” Adam yumuşak bir sesle sordu.
Ren Tingting başını onun göğsüne gömüp vücut ısısını hissetti. Gerçek olduğuna emin olmak istiyordu.
“Senin beni üzdüğünü...” dedi bir süre sonra.
Zhao Fangang alnına bir öpücük kondurdu. “Ben seni nasıl üzerim?”
Ren Tingting başını kaldırdı. “Nasıl üzmezsin? Hep sen üzüyorsun zaten.”
Bunu söylerken içi yine burkuldu, hafif bir acı dalgası kapladı kalbini.
Zhao Fangang, onun hâlâ gündüz yaşadıkları yüzünden küs olduğunu sanıp ona daha sıkı sarıldı.
“Tamam karıcığım, suç bendeydi.”
“Suçun neydi peki?”
“Sen neye kızdıysan, suçum odur.”
Kadın ona hafifçe vurdu. “Sinir oluyorum sana.”
Adam gülerek ona yaklaştı ve öptü. Bir süre öpüştüler. O, adamın boynuna yaslanmışken adını fısıldadı.
“Zhao Fangang.”
“Hmm?” Adam onun ince parmaklarıyla oynuyordu.
“Bana hep iyi davran tamam mı?”
Zhao Fangang onun bu ara biraz fazla duygusal olduğunu düşündü. Ona baktı ve “Sana iyi davranmayacağım da kime davranacağım? Sen benim karımsın.” dedi.
Ama o hâlâ ısrarcıydı. “Bana söz ver.”
Adam da söz verdi. “Ben, Zhao Fangang, Ren Tingting’e hep iyi davranacağım.”
“Ne kadar süre?”
“Bir ömür boyu.”
Ren Tingting gözlerini ona dikti. Gözlerinde adeta yıldızlar parlıyordu. Sonunda tatlı bir gülümsemeyle başını eğdi.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder