This Marriage Is Bound To Sink Anyway 134. Bölüm (Türkçe Novel)

“...Madem öyle olacaktı, daha en baştan rütbesini verip yıldızı taksaydılar ya. Değil mi?”
“Ne teğmen Escalantesi... Asıl o dünyanın maskarası oluyor. Sonunda oraya oturacakken sanki öyle değilmiş gibi davranıyor; eşitlikmiş gibi rol kesiyor, El Ledekiya (İmparatorluk Deniz Harp Okulu’nun bulunduğu sahil kenti) çıkışlıları kandırıyor. Daha ilk cepheye çıkışında iki rütbe birden terfi etmiş, olacak iş mi? O piç güverteye çıkıp eline silah alırken parmağının bir boğumunu bile kaybetse, o gün itibariyle ‘akıl hocam’ dediği Albay Noriega'nın amiri oluverirdi.”
“Albay Noriega da kim ki, şu an bu salondaki bütün denizcilerin başı o zaten.”
“Ines Hanım?”
Lea Almenara onu defalarca çağırdıkça, sesindeki saf ama netleşen şüphe de belirginleşiyordu ama Ines hiç oralı olmadı.
“Şey, Ines Hanım...? Az önce Jose yanımızdan geçti gitti...” Uzun zamandır aradığı kocasıyla kıl payı karşılaşamamanın telaşıyla ekledi. “Jose kesin bizi arıyordur, daha da uzaklaşmadan hemen yakalamamız lazım...” Aceleyle uyarıyordu ama Ines’in donuk duran vücudunda en ufak bir kıpırtı bile yoktu.
Ines sadece “Şşt,” diyerek Lea’nın bileğini kavradı. Birkaç laf daha geveleyen Lea, farkında olmadan itaat ederek Ines’in omzunun yanından kafasını uzattı.
“...En iyisi doğar doğmaz yıldızı takmaktı. Carsel Escalante, doğuştan tuğgeneral. El Ledekiya’ya adım attığında da çoktan tümgeneral; oradan da doğrudan amiral atanırdı. Tam üstüne uygun.”
“Bir rütbe atlamak için on yedi yıl beklersin... Bu tam bir lanet değil mi?”
Güya uyarıyormuş gibi ama aslında kıs kıs gülen ses, zaten ciddiyetten uzaktı. Salon kalabalık ve gürültülüydü, onların sesi de çok yüksek değildi. Üstelik Ines’in bulunduğu yerden bakınca arada birkaç kişi daha vardı.
Ama kıskançlığın ilk evresindeki hasta gibi —ya da avını asla bırakmayan bir tazı gibi— Escalante ismini duyduğu andan itibaren, mesafelerin ve engellerin onun için hiçbir anlamı kalmamıştı. Gürültülü bir grup yanlarından geçerken bir an için konuşmalar tamamen kayboldu.
Ines, belli etmeden biraz daha yaklaşıp kulak kesildi.
“...Ama mesela Ihar Dükü gibi, kendi askerlerini bile yönetemeyen bir adam durup dururken subay rütbesiyle savaşa katılsa? Ona kimse ses etmez. İş büyür gibi olsa sadece ‘ben de savaştım’ diye adını yazdırıp geçenler az mı? Torpilleme zaten onların doğuştan hakkı.”
“Aynen. Savaşta adını yazdırıp geçenler olur... Ama bari öyle olsun. Asıl bu sahtekar tipler daha sinir bozucu. Sanki gerçekmiş gibi davranıyorlar. İmparatoriçe’nin yeğeni diye askere yazılıyor, gerçekten aralarına karışıyor... Sırf kadınlar baksın diye vücudunu şişirip duruyor. Şuna bak, neresi asker fiziği bunun?”
Ines, yarı kısık gözlerle iki subayı sırayla süzdü. Biri iri yapılı askerlerin arasında zayıf görünecek kadar ince ama boyu bir direk gibi uzundu. Diğeri kaslı bir vücuda sahipti ama Ines’ten bile kısaydı. Onlara defalarca bakınca, tuhaf bir ikili gibi göründüler.
Bir gerçek vardı: Onların Carsel hakkında söyledikleri, onun bütün otoritesini ve ihtişamını yerle bir etmeye yetiyordu.
“...El Ledekiya’yı üç yılda bitirdiği masalını kim yutmuş? Son yirmi yılda böyle mezun olan kaç kişi var ki? Baştan saçmalık. Altı yıl, sekiz yıl okuyup da mezun olamayanlar ne, daha mı beceriksiz oldukları için? Eğitim yarısı kadar bile yapmadan mezun olmuş ama Escalante’nin büyük oğluymuş, mütevazıymış, özveriliymiş diye övgüler, ‘üstün yetenekliymiş’ diye akıl almaz abartılar...”
“Ne övgüsü? Herkesin sessizce yaptığı şeyi yapmış görünüp sanki tek başına başarmış gibi kadınlar arasında ortalık yaygaraya verildi.”
“Onun gibi biri yapmazken, zahmet edip yaptığını göstermekmiş yani...”
“Yani aslında bizim gibi ‘önemsizlerin’ yapacağı işi lütfedip yapmış, öyle mi? Gülünç.”
Kadın. Belki de mesele tam olarak oydu.
Ines gözlerini kısmış halde onların dar bakışlarını izledi. Derken masada yeni atanan amiralle birlikte oturan Carsel'i gördü.
Göz göze gelir gelmez garip bir şekilde bütün amacı da, Carsel'e duyduğu takıntılı ilgi de uçup gitti. Hemen başını çevirip yeniden subaylara baktı. Ne kadar daha böyle rahat ve ne kadar daha bu kadar farkında olmadan davranacaklarını görmek istiyordu.
“Escalante için baştan belliydi. Küçük dük için imparatorluk ordusunu şöyle yapın, böyle yapın diye kulis mi yapacaklar? Ellerini bile oynatmadan teğmenlikten generalliğe kadar, ölmüş Caldeiron amiralin şanı sayesinde önlerinde diz çöküp girileceğini biliyorlardı. El Ledekiya’da da tek parmağını oynatmadan rahat yaşamadığını kim söyleyebilir?”
“O şan, o şöhret... Ama sonuç? Kadın düşkünü bir şımarık, tek becerisi kadınlarla oynamak. Sonunda o büyük dedesinin ismini lekelemekten başka ne yapacak ki... Orduya katılması da sırf ‘şu fiziğimle üniforma giysem daha çok kadın peşimden gelir mi?’ merakı içindi kesin.”
“Bak, yine sırıtıyor işte.”
“Escalante’nin büyük oğluymuş da neymiş? Sözde üstlerini ağırlıyormuş ama aslında kökeni çok daha aşağı olanlarla aynı masada alttan davranıyor. Pes doğrusu. Ben olsam gururuma yediremeyip yüzlerine bile bakmazdım. Ama şu yaşlı amiraller keyiften dört köşe olmuş; sırf Mendoza’larla bağlantısı var diye.”
“Ne de olsa rütbede küçük de olsa, kıymetli sayılıyor. Ama hepsi sahte. Dışı parlayan bir kabuk, o kadar. Kadınlar hoşlanıyor olabilir ama aynı erkekler sevinerek bakar mı sanıyor?”
“Erkeklerin gözünde o yapmacık gülümsemesi daha da sinir bozucu ama farkında bile değil. Hep kolay yaşamışların tipik körlüğü.”
“Escalante’nin deniz kuvvetlerine katılması baştan büyük bir hataydı. Ne ki yapabildiği tek şey Escalante soyadını taşımak. Onun dışında koca bir hiç.”
İnsanlar tarafından tek taraflıca bilinenler, hep tek yanlı söylemler içinde yaşamaya mahkûmdular. Ines Ballestena’nın bazı parçaları onun bile fark etmediği sözler arasında doğup kaybolduğu gibi, Carsel Escalante’in bazı yönleri de aynı şekilde öylece kalacaktı.
Doğruluğunu araştırmaya gerek bile yoktu; onların aşağılık kompleksi her şeyi ele veriyordu. Gözleriyle görmedikleri başarıların hepsini yalan sayarlardı. Yani ne saçma bir dedikodu duyulsa geçip gideceklerdi aslında ama tuhaftı.
Neden bu küçük, önemsiz varlıklar bu kadar rahatsız ediyordu onu, hiç anlamıyordu.
“Ömür boyu dedesinin gölgesinde kıyaslanıp duracak. Tilla temizliğinde sahte madalya bile almış ama çoktan lojistik hattına sürülmüş durumda, bundan sonra ne yapacak ki zaten...”
Saçlarını yağlayıp arkaya yapıştırmış, parlak alnını sergileyerek durmadan gevezelik eden adam, aniden balmumuna dönmüş gibi bir anlığına ağzı açık dondu. Ines, donup kalan adama bakmak yerine, yanında patavatsızca konuşan diğer adama dikkat kesildi.
Ines’in omzunun üzerinden onlara bakmış olan Lea, merakını çabucak kaybetmiş ve yükselip Jose’yi aramaya başlamıştı. Garip değildi — çünkü normal insanların o konuşmaları duyması mümkün değildi. Subaylar yüksek sesle haykırmıyor, Ines ile Lea da normalde duyulmayacak mesafede duruyorlardı.
Ines, Jose’nin geçtiği yöne doğru hâlâ geveleyen Lea’yı nazikçe itip kenara çekti ve yeniden bakışlarını erkeklere dikti. Diğer adam, Ines’in bakışlarıyla biraz gecikmeli karşılaşsa da durumun farkına varamadan kafasını sallayıp bir süre şaşkınlık içinde kaldı. Mantık gereği, seslerinin duyulması mümkün değildi — hatta Ines’i tanımıyor oldukları da barizdi; yani Ines’in ve aralarında konuşulanların birbirine nasıl bağlı olduğunu bilmeleri zaten beklenemezdi.
Hatta o an, birinin Ines’e hafif utanarak gülümseyeceği yanılgısına kapıldığı görüldü; şans eseri yanındakinin ayağına basması ya da bacağını tekmelemesi sayesinde bu gülümseme engellendi. Bu arada, kalabalıktaki insanlar kaybolmuştu ve kulaklarını birbirine dayamış, kendi aralarında fısıldaştıklarını açıkça görebiliyordu.
Kim olduğunu bilen birinin kendinden emin ifadesi bile, sanki "Sorun ne?" der gibiydi. Öğrendikten sonra yüzünde beliren anlık, neredeyse uyuşuk ifade hariç.
Ines bir an için, çocukluğundan kalma acımasızlığıyla, o saf, küçük, taşralı donanma subaylarına Mendoza tarzı asil ama acımasız bir hakarette bulunduğunu ve sonra bunu tüm ziyafet salonunda sergilediğini hayal etti.
Bir an için ferahlatıcı gelebilirdi, ama böylesine cahil ve duyarsız birinin gerçekten de vurduğu darbeyi alıp almayacağından şüpheliydi. Zaten anlamayacak kadar aptallardı.
Bir saniyede aklından sayısız olasılık geçti. Hayal ettiği yöntemlerin çoğu onlar için fazla karmaşıktı, geri kalanı ise çok düşük seviyedeydi.
Aslında o kadar narindiler ki, bir kadının soğuk bakışları bile onları ürkütüyordu ama Ines’in niyeti onları küçük düşürmek filan değildi. Fidanı kökünden sökmek ister gibiydi... Neden bu kadar rahatsız olduğunu veya neden onlardan bu kadar iğrendiğini bilmiyordu, sadece morali bozulmuştu.
Böyle adamları “işte böyle konuşulur” diye pay edebilmek için bu kadar iyi yetiştirilmemişti.... En azından Escalante Düşesi için durum böyle değildi. Ines, pek de yakın olmadığı Cassel'ın annesini hatırlayınca, ufak tefek bir intikam alma arzusuyla yanıp tutuştu.
Bu sayede, neredeyse hayvansı içgüdüleriyle onları gözetleyebildi ve yaklaşan kurnaz muhbiri zarif bir şekilde yakaladı.
“...Senyora Escalante?”
Calstera’da çapkınlığı ve ahlaksızlığıyla şöhret olmuş aşağılık herif— Teğmen Berwick’ti.
İçinin pislik olduğu kesin bile olsa dışarıdan bakınca düzenli bir subay görünümüyle gülümsüyordu. Ines de ona parlak bir gülümsemeyle karşılık verdi.
O sırada Carsel'in, adamın uzattığı bardağa bakmadan, sanki onları öldürmek istercesine onlara dik dik baktığından habersizdi.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Ne güzel kıskanıyorsunuz
YanıtlaSil