This Marriage Is Bound To Sink Anyway 122. Bölüm (Türkçe Novel)

Cassel'e atabileceğini söylemiş olmasına rağmen, birkaç gün sonra Ines’in Coronado ailesine doğru giderken hazırladığı hediyeleri gören Carsel’in yüzünde çiçek açtı.
Bir yüzük ve ufak taşlarla süslenmiş gösterişli bir eldiven. Bunlar, Carsel’in birkaç gün önce konağa aniden yolladığı hediyelerin bir parçasıydı. Yani Ines bunları kendine saklamıyor, başkasına veriyordu. Ama demek ki çöpe atılmamışlardı. Bu, bir bakıma iyi sayılır mıydı acaba?..
“Demek ki kuyumcuya geri göndermedin.”
“...Sen yüzüme yapışıp ısırarak vermiştin sonuçta.”
“Gördün mü, sende kalınca işe yarıyorlar. Öyle değil mi?”
Carsel’in bu safça ama fazlasıyla sevinçli hali Ines’e anlaşılmaz geliyordu. Bir de üzerine, Senora Coronado'ya giden hediye içini biraz kemirmeye başlamıştı.
Bundan sonra kalanları kimseye vermemeliyim... En iyisi hiç dokunmadan bir kenarda saklamak, zamanı gelince de hepsini eksiksiz geri vermekti. Nasıl olsa o “yeni olmalı” takıntısına uygun şekilde, kutusundan bile çıkarmadan bırakılırdı.
Neyse ki Senora Coronado hediyeleri gerçekten beğenmişti. Geçmişte yaşananlardan ötürü özür dilemek gerekiyordu, bu da tam denk gelmişti. Hediyeleri Carsel’in aldığını duyunca, kadının mutluluğu kısa sürede “bu yıl yaşadığım en mutlu an” noktasına ulaşmıştı.
'Bu, Carsel Escalante’nin hediyesi!', 'Bu mücevheri Ines Escalante seçmiş!' Daha hediyeyi verenler düzgün bir açıklama bile yapamadan, o hediyeler Coronado ailesinin kutsal yadigarı ilan edilmişti bile.
Yüzbaşı da sevincini gizleyemedi. Coronado Yüzbaşı tam anlamıyla bir deniz subayıydı; askerliği, soyu sopu, rütbeleri her şeyin önünde tutardı. Öyle ya, soy ağacını biraz geriye götürsen karşına ‘Amiral Calderon’un torunu Carsel Escalante’ çıkmaz mıydı zaten?
Yüzük camlı kutuya konacak, önüne ise metal bir plaka yayılıp şu sözler kazınacaktı:
“Amiral Calderon’un torunu ve Dük Escalante’nin varisi Yüzbaşı Carsel Escalante” ve “Dük Balestena’nın tek kızı Leydi Ines Escalante”.
Tek bir yüzük vardı ama içine tam üç önemli isim sığdırılmıştı. Büyük bir verimlilikti doğrusu.
Binbaşı bir ara Carsel’e 'Orduda daha ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz?', 'Rütbe hedefiniz neresi?' diye sormaya kadar vardı. Ardından kendi kendine mırıldanarak gelecekte o cam kutuya kazıyacağı yazıyı tasarladı: “Deniz Kuvvetleri... Koramiral... Carsel... Escalante...” Sırf bu hayalle bile fazlasıyla memnun görünüyordu.
Senora Coronado ise hediyeleri denemeyi bile reddetti. Görünmeyen bir leke bulaşmasından korkuyordu.
Onlar iyi insanlardı ve iyi insanlar mutlu oldukları için iki çiftin akşamı mükemmeldi. Yemekler de öyleydi. Carsel’in damak tadına uygun et ağırlıklı menüler, Ines’in sevdiği pahalı meyveler arka arkaya sunuldu.
Carsel, kulağına eğilip “Keşke bir yüzük daha getirseydin.” diye fısıldayacak kadar memnun kalmıştı. Özür dilemeye geldikleri yerde adeta devlet konuğu gibi ağırlanmışlardı.
İnsanın ruh hali bazen ikna edilebilir bir şeydir — ister ortamdaki havaya kapılarak, ister o havaya uyum sağlamak için yüzüne yerleştirdiği gülümsemeden etkilenerek. Ines duyguları konusunda genellikle dik başlı biriydi ama o gece şarapla sarhoş olmuş insanların kahkahalarına ayak uydururken, kendini de fark etmeden biraz keyiflenmiş buldu. Gerçi kendisi bir yudum bile şarap içmemişti.
Belki de bu yüzdendi... Ines, arabadan iner inmez doğruca malikaneye gitmek yerine, biraz daha tepeye doğru yürümeyi seçti. Nedense hemen içeri girmek istemedi; bir süre gece esintisini içine çekmek istiyordu.
Zaten malikaneleri Logrono Tepesi’nin tam zirvesine kurulmuş olduğundan, geriye kalan yokuş sadece hafifçe yükseliyordu. Son zamanlarda Ines’in birkaç adım bile yürümesine katlanamayan Carsel bile ona ses etmedi. Kendisi biraz sarhoştu. Karanlığın içinde, Ines’in birkaç adım gerisinden ağır adımlarla yürürken, göz ucuyla ayakkabısı bir taşa takılır mı diye göz ucuyla kontrol ediyordu.
Dikkatini bir an için başka yöne çevirmişti ki...
“Ah!..”
“Bak, biliyordum böyle olacağını.”
Önden hafif bir çığlık yükseldi,ve hemen ardından Carsel tek bir an bile tereddüt etmeden aradaki mesafeyi kapatıp Ines’in beline kolunu doladı.
Ines, bir taşa takılıp topuklularının üzerinde anlık dengesini kaybetmişti.
“İyiyim. Bırak artık, Carsel.”
“Hayır.”
“Düşmedim bile.”
“Düşebilirdin ama.”
Carsel, neredeyse Ines’i yanına kıstırır gibi belinden kavrayıp tek kolla kolayca kaldırdı ve uzun adımlarla kalan yokuşu tırmanmaya başladı. Havada asılı kalan ayaklarıyla çırpınan Ines’in çabaları, elbette sonuçsuzdu. Kısa süre sonra o da pes etti ve kendini tamamen bıraktı. Belki ağırlığı artar da Carsel için zorlaşır diye düşünmüştü ama onun kalın kolları zerre etkilenmişe benzemiyordu.
Kollarında sarkarken aklından 'Tam anlamıyla kaba kuvvetle donatılmış' diye geçirip iç çekti.
“...Gerçekten abartıyorsun...”
“Ben de seni görünce bir insan nasıl bu kadar zayıf olabilir diye düşünüyorum.”
“Bunu biri duysa kulaklarına inanamaz... Ne saçmalıyorsun yine.”
Dünya beli bir karış bile olmayan kadınlar kaynıyordu. Önceki hayatında belki o kategoride sayılabilirdi, ama artık o narin görüntüyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Öyle iştahlı biri de sayılmazdı belki ama, her gün garip baş dönmeleriyle boğuştuğu o geçmiş günlerle kıyas bile edilemezdi şimdiki hali.
“Sen çok küçüksün, çok narinsin.”
“...”
Öyle olsa da olmasa da, Carsel’in gözünde o küçük ve narin bir şeydi. 'Ben küçük değilim, sen abartılı derecede büyüksün' demekten bile yorulmuştu artık.
“Bu kadar narin bir bedenle taş zemine kapaklansaydın, ne olacağını sanıyorsun?”
Evet... Hiç konuşmamalıydı. Zaten onun gözünde kırılgan biri olarak yer etmişti; şimdi de aptalca bir adım yüzünden bu önyargıyı kendi eliyle pekiştirmişti. Tüm suç kendisindeydi.
Ines, itaatkar bir şekilde kollarını Carsel’in boynuna dolayınca, onun kolu da Ines’in belini biraz daha yukarı kaldırarak kavradı.
Az sonra küçük bir meydan göründü. Meydanın tam ortasında bir çeşme vardı ve alçak çitlerin dibinden aynı şekilde boyu kısa çiçek çalıları gür bir şekilde uzanıyordu. Carsel’in beline kadar gelen kısa sokak lambaları da yer yer parıldıyordu. Çeşmenin ortasında, bir kayanın üstüne oturmuş güzel bir denizkızı heykeli titreyen ışıkta silik silik görünüyordu.
Bu yeri daha yeni keşfetmişlerdi. Yol üzerinde yönlerini değiştirmemiş olsalar, Mario arabayı daha yukarı sürmese ya da Ines pencere dışına şöyle bir göz atmasa, buraya kaç kere gelmiş olurlarsa olsunlar, muhtemelen burayı hiç fark etmeyeceklerdi.
Carsel’in çevresine ne kadar ilgisiz biri olduğunu gösteren bir andı bu. Düşününce, zaten doğup büyüdüğü bir yer olmadığı için o kadar da şaşırtıcı değildi. Gerçi dikkatinin bu kadar dağınık olması gerçekten şaşılacak seviyedeydi ama...
Yine de Ines, Carsel’in Logorno Tepesi’nde epey uzun süre yaşamış olmasına rağmen bu çeşmeli meydanı bugüne kadar nasıl fark etmediğine dair sırayla sıraladığı bahaneleri sessizce dinlemekle yetindi. Çünkü Carsel hala onun bu şüpheli taşınmadan haberdar olduğunu bilmiyordu.
Önemsiz bir şeyi bu kadar ciddiyetle açıklamaya çalışan birine 'Aslında gerçekleri biliyorum.' demek kadar zahmetli bir şey yoktu. O anda söylenen yalanlar gerçeğe dönüşür, gerçeklerin ardında da türlü düşünceler saklanır... Oysa bazı şeyleri öylece geçip gitmeye bırakmak, bazen hiç bilmemek kadar iyidir.
“Gece daha güzelmiş.”
“İşte bu yüzden yavaş yavaş yürümek istedim... ama sen mahvettin her şeyi.”
“O zaman oturup keyfine vara vara izleyebilirsin.”
Carsel, onun etrafa bakınmasına fırsat bile vermeden uzun adımlarla ilerleyip Ines’i çeşme havuzunun taş korkuluğunun üzerine bırakıverdi. Taştan yapılmış bu korkuluk oldukça geniş ve düzdü; beklenmedik şekilde üzerinde oturmak rahattı. Ines, önce pek memnun kalmamış gibi burnunu hafifçe kırıştırdı ama ardından etrafa göz gezdirirken yüzündeki o somurtkan ifade silindi.
Soğuk gece rüzgarı yanağına çarptı. Dirseklerini bile örtmeyen kısa kollu, incecik kumaştan elbisesi bu havada biraz serin geliyordu ama Ines, bu serinliği seviyordu. Arkasında şırıl şırıl akan çeşmenin sesi, uzaktan gelen dalga uğultusu ve yavaşça tepenin üzerinden süzülen rüzgar...
“Keşke daha önce fark etseydimç” dedi usulca.
“Burasını mı?” diye sordu Carsel.
“Evet. O zaman Calstera’da kaldığım süre boyunca daha sık gelebilirdim buraya.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Nereye gideceğim ki? Sen birkaç adım bile atmama izin vermiyorsun.”
“Sanki bir yere gidecekmişsin gibi konuşuyorsun.”
“....Babam da demişti ya, kışın Esposa’ya gitmem gerekebilir diye, yılbaşında da Mendoza’ya...”
“Dönersin işte, nerede olursan ol.”
“...”
“Tekrar Calstera’ya dönersin.”
Son derece kararlı bir ses tonuyla konuşunca, ancak o zaman Ines ona döndü. Yüzünde az önce olduğu gibi rahat bir gülümseme vardı. Carsel ona bakarak sırıttı.
“Eğer bu meydanı sevdiysen, bıkana kadar izlersin. Öyle değil mi?”
“Sen de sanki sonsuza dek burada kalacakmışsın gibi konuşuyorsun.”
“Görev yerim değişebilir ama... eğer sen burayı seviyorsan, o zaman burada kalmalısın.”
“...”
“Calstera’yı sevdiğini biliyorum, Ines.”
Ines, sanki tam kalbinden vurulmuş gibi dudaklarını kısa bir an buruşturdu ancak hemen ardından hiçbir şey olmamış gibi soğukkanlı bir ifadeyle sordu.
“Peki, burada nasıl kalmayı düşünüyorsun?”
“Hanedan dışı akrabaya yönelik toplumsal önyargılara uygun şekilde hareket edecek olursam, Majestelerine bir tavsiye sunabilirim... gerekirse de karargâhta kamp kurar, oradan kıpırdamam.”
Carsel’in söyledikleri boş sözler değildi; gerçekten de o tür bir karar üzerinde etkisi olan biriydi. Üst kademeden “buraya git” emri gelse bile, Carsel bunu prensipte yerine getirirdi — ama dilerse getirmeyebilirdi de. Soy bağı denen şey zaten başlı başına mantık dışıydı ve ordu da başka türden bir sınıf toplumu sayılırdı.
Fakat Ines’in kastettiği şey bu değildi.
Çünkü o, gelecekte olacak bazı şeyleri biliyordu. Büyükannesi Belinda’nın ölümü kaçınılmazdı. Diğer ölümler de öyleydi.
Ve... Escalante Hanesi’nde olacaklar da.
Iness, gözlerinin önündeki Carsel’e bakarken aklına gelen küstah ve rahatsız edici düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Onun karşısındayken hatırlanacak bir şey değildi bu.
Her ne olursa olsun, Carsel Escalante bir gün, tıpkı önceki hayatında olduğu gibi, istediği yaşamı kaybedecekti. Önceki hayatında istemediği evlilik konusunu şimdiden o bozmuş olsa da, en azından boşanma, ona eski hayatını geri verebilirdi.
Fakat, geçmişte olduğu gibi o da bir gün deniz kuvvetlerinden ayrılacak ve artık asker olmayacaktı...
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
ines ya içim şişti senin melankolik hallerinden
YanıtlaSil