This Marriage Is Bound To Sink Anyway 120. Bölüm (Türkçe Novel)


Son zamanlarda Ines her akşamını İncil metni kopyalamaya ayırıyordu. Tekdüze tekrarlarla süren bir uğraş kadar düşünceleri unutturan bir iş de yoktu. Adeta bir katip gibi, mürekkep kokusuna bulanmış halde; bir manastır alimi gibi, kendini tamamen bu işe veriyordu.

Günün ortasında özellikle insanlarla görüşüyor, akşam saatleri gelince de böyle kitaplıkta inzivaya çekiliyordu. Her gün böyleydi.

Acaba Carsel fark etmiş miydi? Ines, pencere kenarından içeri giren rüzgârla başını kaldırdı ve daha önce baktığında hâlâ aydınlık olan dışarının şimdi ne kadar karardığını fark etti.

Az önce hava hâlâ açık, gün henüz yeni akşam olmuştu ama şimdi dışarısı tamamen geceydi. Carsel muhtemelen çoktan konuta dönmüştü. Kütüphanenin kapısının kapalı olduğunu görünce alt kata inip, her zaman yaptığı gibi vakit öldürüyordur şimdi.

Kısa bir süre öncesine kadar bu, onunla birlikte yaptığı bir şeydi ama o olmasa da sorun olmazdı. Zaten birlikte olsalar da her zaman kendi işlerine gömülürlerdi...

Biri şarap, diğeri su içerdi. Carsel pencere kenarına yaslanıp puro içerken Ines, bir yabancının seyahat notlarını okurdu. Sadece aynı mekânda bulunarak geçirdikleri akşamlardı bunlar. Daha erkense, akşam yemeğinde karşılıklı oturur, günü özet geçerlerdi; biraz daha geç vakit ise birbirlerinin çıplak bedenlerinde dolanırlardı. Sonra gözlerini tekrar açtıklarında sabah olurdu. Gülümseyerek selamlaşır; ve her şey, bir dalganın kıyıya vurup geri çekilmesi gibi tekrar ederdi.

Her gün. Her an.

Tıpkı kaslarını gevşeten bir bedenin su yüzeyine çıkması gibi, Ines de o dingin suyun üstünde bir süre sürüklenmişti. Şimdiyse o huzurun, kendisine aslında ne kadar fazla geldiğini inkâr edemezdi. Su yüzeyinde kalmaya çabaladıkça daha derine batan bir beden gibi, ne kadar çabalarsa çabalasın çırpındıkça battığını artık saklayamıyordu. Bu kırılgan ve geçici huzuru, sanki sağlam bir gerçekmiş gibi sahiplenmişti.

Halbuki... kesinlikle bu kadar rehavete kapılmamalıydı.

İnsan, bir yanılgıyı ne kadar geç fark ederse o kadar büyük bir sarsıntı yaşar. Ines, muhtemelen şimdi büyük bir sarsıntının içindeydi. Şu an yalnızca kaçıyordu. Sonsuza kadar böyle devam edemeyeceğini bile bile...

Carsel’in farkına varıp varmadığı fark etmezdi. O zaten hiçbir şey yapmıyordu. Onun gibi bir adamdan kaçma ihtiyacı bile gülünçtü. Ne onu yakalıyordu ne de ona bir şey yapıyordu. Carsel’den değişen hiçbir şey yoktu. Ama yine de yalnızca Ines, korkuya kapılmış bir hayvan gibi kaçış yolunu arıyordu.

Tümüyle kaçamayacağını bildiği halde. Şimdi arkasını dönerse geriye hiçbir şeyin kalmayacağını da bildiği halde...

'...Oysa bugün böyle olmamalıydı.'

Sadece bir gün daha. Sadece burada bir gün daha... diye diye uzatılmış kaçış, bugüne kadar gelmişti. Geri dönmesi gerektiğini biliyordu. Eğer gerçekten her şeyi elinin tersiyle itip bırakmak istemiyorsa... ki o kadar da zayıf biri değildi. Böyle bir şey olmayacaktı.

Ama gece olmuştu bile. Geri dönmeyi başaramamıştı ve bugün de böylece geçip gitmişti. Ines, İncil'in incecik yapraklarını rüzgârda savrulmasın diye bastırırken dudaklarını ısırdı. Yarın sabaha kadar, bu da bir başarısızlıktı.

Yarın farklı olur muydu ki...

Onların birbirlerine çoktan sessizce izin verdikleri sınırlar vardı. Carsel, Ines’i doğal bir parçası gibi görüyordu. Aynı şekilde, Ines için de Carsel öyleydi. Ama aslında Ines’in tahammül edemediği şey tam da buydu. Cassel’in “doğal” saydığı bu Ines figürünün belki de sahte olmadığı gerçeği... Ve onun bugüne kadar yaptığı her şey—Ines’i önemsemesi, sanki son derece normal bir şeymiş gibi tüm davranışlarını dikkatle izleyip kaygılanması, ona özen göstermesi...

Eğer tüm bunlar geçici bir şeyse, tolere edilebilirdi. “Şimdilik bu böyle” diye düşündüğü sürece... bir parça komik, bir parça da eğlenceliydi. Ines bir an yüzünü ellerine gömdü. Ama şu an, artık hiç komik değildi.

Keşke bu kadar salakça ağlayacağına gitse de bir kadınla falan takılsa... Eskisi gibi davransa...
Carsel’in yüzünden damlayan o saf, temiz yaşları hatırlayınca göğsünün bir yeri buz gibi kesildi. O andan ötesini düşünmek istemedi.

Bu, tıpkı paketinin yarısı açılmış bir hediyeyi elinde tutarken içinde ölü bir tavşan çıkacak mı diye şüphe etmek gibiydi. Ne olduğunu bilmek istemediği için olduğu yere bırakıp gitmek istiyordu. Ama... tekrar onun ağladığını hatırlayınca... bu defa da, can çekişen bir yavru hayvanı odada tek başına bırakıp kaçıyormuş gibi geliyordu.

Ines, bir süre pencerenin dışını kızgın gözlerle izledi, sonra tekrar başını eğdi. Bugün nasıl olsa yine mahvolmuş bir gündü. Telafisi geciktiği gibi gereksizdi de. Umutsuz bir işin eşiğinde duran tembel insanların “yarından itibaren” deyip oyalandığı gibi, o da inatla kalemini hareket ettirdi.

Böyle giderse baygınlık geçirir gibi uykuya dalacaktı. Daha önce de hep öyle olmuştu zaten. Ve sabah olduğunda, iyi niyetli kötü adamı özenle ortadan kaybolacak ve Ines sadakatle üstüne düşen ne varsa yapacaktı. Calstera’daki kadınlar arasında uygun bir yer edinecek, hatta belki Carsel’e yakışabilecek başka bir kadın bile bulacaktı... Ve akşam olduğunda, bir daha asla bu kadar aptal olmayacak; hiçbir şey olmamış gibi, normal bir şekilde davranacaktı.

Kaleminin ucu tekrar kararlılıkla ilerlemeye başladı. Rüzgâr yeniden içeri doldu. İncil'in incecik sayfaları bir kez daha hışırdayarak savruldu. Ines tam elini uzatıp sayfaları bastıracakken...

Tam o anda, arkasından bir kol aniden uzanıp, onun sayfayı tutmasından bile önce, kâğıdın üstüne bir kâğıt ağırlığı yerleştirdi.

“Artık dinlen biraz, Ines.”

“...”

“Gece oldu.”

Fısıltı gibi çıkan bu sakin sözlerin ardından, başının tepesine hafifçe kondurulan bir öpücüğü hissetti. Carsel’in ne zaman kütüphaneye girdiğini fark etmemişti... Her şey bir anda olmuştu. Koluna göz attığında, onun çoktan ev kıyafetlerine—beyaz iç gömleğine—geçtiğini gördü. Başını kaldırdığında ise yeni yıkanmış bedeninden yayılan o yumuşak sabun kokusu burnuna doldu. Tahmin ettiğinden biraz daha fazla zaman geçmiş olabilirdi.

Ines, onun koyduğu kâğıt ağırlığına kısa bir süre baktı. Cam ve fildişinden işlenmiş zarif ağırlığı, bu kütüphanede daha önce hiç görmemişti. Aşırı lüks bir şey olduğu için değil, en başından beri burada kâğıt ağırlığı ya da mektup açacağı gibi küçük, temel eşyaların hiç olmaması yüzündendi.

İster bu konakta, ister asıl konakta olsun—Carsel Escalante’nin kütüphane ile pek ilişkili biri olmadığı yönündeki Arondra’nın sözleri hiç de abartı sayılmazdı. Kullanmadığı bir şeyin eksikliğini hissetmez insan. Ines de, pek çok şeye katlansa da kolay kolay eksiklik duymayan biri olduğu için, bu kütüphane de şimdiye kadar olduğu gibi eksik hâliyle idare etmişti. Örneğin, rüzgârla uçuşan sayfalar bir insan eliyle bastırılırdı.

“...Kâğıt ağırlığı da nereden çıktı?”

Elini, üzerine kelebek kabartması yapılmış fildişine hafifçe dokundurarak sordu.

“Senin için bir hediye.”

“Neden birden bire böyle bir şey aldın?”

“Son zamanlarda çok yazıyorsun. Camı da kapatmadığını düşünürsek... rahatsız edici oluyordur herhâlde, diye düşündüm.”

Şimdiye dek hiç fark etmemişken, ne ara böyle şeyi fark etmişti ki... Ines, Carsel’in daha önce de böyle sessizce, onun haberi olmadan kütüphaneye girip yazı yazmakla meşgul karısını uzaktan izleyip sonra sessizce çıkıp gitmiş olabileceğini hayal etti.

Ama bu, belki de yalnızca bir hayal değildi. O, Ines’le ilgilenmediğini gösterebilmek için tüm dikkatiyle onunla ilgilenmemeye çabalıyordu. Fakat fırsatını bulduğunda, elinden gelen tüm incelikleri sergiliyordu.

“Bugün bunu görünce sen geldin aklıma.”

Buna rağmen, Ines’in ondan kaçındığını hiç fark etmemiş gibi, Carsel gayet masumane bir yanıt verdi.

“Beğendin mi?”

“...Fena değil.”

Ines, üstünde kelebek oturan cam küreye dokunduktan sonra elini çekti. İlgisiz ve yarım ağızla verilen bu cevabı, sanki kesin bir onay almış gibi kabul edip gülümsedi ve onun yanağını okşayarak elmacık kemiğine bir öpücük kondurdu.

“Artık kalk hadi. Kaldığın yeri zaten işaretledim. Yarın devam edersin.”

“Biraz daha, Carsel...”

“Şu ana kadar seni rahatsız etmeden beklediğime dua et bence.”

Ines reddetmeye çalıştı ama Carsel oldukça kararlıydı. Beline sarılan koluyla onu hiç zorlanmadan yerinden kaldırdı. Onu doğruca yatağa götüreceği çok belliydi—gerçi her zamanki anlamda değil tabii...

Sanki hiç böyle şehvetle davranan biri değilmiş gibi, arzuyla ilgisi olmayan bir özenle Carsel onu kucağına aldı. Ines karşı koymaya fırsat bulamadan öylece taşındı. Derin bir iç çekişle mırıldandı.

“Carsel.”

“Hı?”

“Sana dün de evvelki gün de söyledim. Gayet sağlam bacaklarım var.”

“Biliyorum. Hem de çok güzeller.”

Carsel bir an için yutkunur gibi oldu, sonra yeniden ifadesiz bir yüzle devam etti.

“Madem biliyorsun, o zaman bu saçma şeyleri yapmasan olmaz mı? Kütüphaneden yatak odasına kaç adım ki...”

“On beş? Yirmi? Adımların çok küçük olduğundan tam kestiremiyorum.”

“...Kadınlara göre oldukça uzunum. Senin orantısız şekilde büyük olman benim kısa olduğum anlamına gelmez.”

“Yirmi adım yürümek şu anki halin için fazla zor.”

“Tabii öyledir...”

“Bu yüzden iyileşene kadar uslu uslu kabul et lütfen.”

“Zaten iyileştim ben.”

Carsel aldırış etmeden Ines’i yatağa bıraktı. Ardından, hizmetçinin getirdiği suyu alıp parmaklarına bulaşmış mürekkebi nazikçe yıkamaya başladı. Ines’in dün gece olduğu gibi “elimi yıkayacağım” bahanesiyle yataktan kalkmasını önlemeye çalıştığı belliydi.

“Ballan’dan gelen haberlerde hâlâ Ferallı doktordan cevap yokmuş.”

“Öyle mi?”

“Eğer senin için sorun olmazsa, Mendoza’dan başka bir doktor bulmak istiyorum.”

“...Ben hallederim.”

Zor bir cevap vermek istemediğinden, suda tutulmuş elini geri çekmeye çalıştı ama Carsel’in uzun ve iri parmakları onun narin parmaklarının arasına yavaşça sokuldu. Kaçamayacağı bir kuvvetti bu. O şekilde onu tutarken parmaklarının arasındaki mürekkep izlerini usulca ovaladı.

“Böyle şeyleri yapma. Sen hizmetçi değilsin.”

"Bir hizmetçiden bunu yaparsa, onu öldürürüm."

Carsel, onun eline bakarak yumuşak bir sesle mırıldandı. Bağlamdan kopuk bir kıskançlık, nazik bir tonda eriyip gitmişti. Onun elini ovuşturan hareketleri dikkatli ve özenliydi.

Ines hafifçe rahatsız bir nefes verdi ama dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi.

“Peki ya ben emredersem?”

“İşte o zaman da seni böyle yıkarım. Tertemiz...“

“...”

“Senin o adama yaptırdığın gibi.”

Carsel, onunla sevişmek isteyen bir adamdan çok daha zor başa çıkılan biriydi şu hâliyle. Hiçbir şey talep etmeden onu el üstünde tutması, baştan çıkarmaktan çok daha tehlikeliydi.

Cinsellik aslında karmaşık bir şey değildi. Bir anlık boşlukta kendini bırakmak yeterliydi. Ama Carsel onun bedenine cam gibi kırılganmışçasına dikkatle dokunduğunda ve o bilinmez duygularla dolu mavi gözleriyle gözlerini diktiğinde—Ines bir an için ne düşünmesi gerektiğini bilemiyordu.

Ellerini iyice temizledikten sonra, Carsel onun parmak uçlarına minik bir öpücük kondurdu ve başını kaldırıp Ines’e baktı.

“Sen daha iyi bir doktora kavuşacaksın. Daha iyi bir tedavi göreceksin...”

“...”

“Ve bir daha asla acı çekmeyeceksin.”

Bunun bir daha asla gerçekleşmeyeceğini ona sonra nasıl söyleyeceğini... bilmiyordu. Ines, Carsel'in onu kollarına doğru çekmesine engel olmayıp boyun eğdi.

Gündüzle akşam ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, gece gelince her şey hiç yaşanmamış gibi sona eriyordu. O, Ines’i kucaklıyor, Ines de ona sığınıyordu. Bu, eskisi gibi kalan tek şeydi. Ve tamamen bencilce bir gerekçeyle, dayanabildiği tek şeydi.

Yine, rüyasız bir uykuya daldı.

Yorumlar

Yorum Gönder