This Marriage Is Bound To Sink Anyway 118. Bölüm (Türkçe Novel)

Carsel, Calstera’da bir kadınla ciddi anlamda hiç birlikte olmamıştı. Mendoza’da geçirdiği tatillerde bile, kadınlara hediye almak şöyle dursun, aynı kadını iki defa görmüşlüğü bile yoktu. Takı ya da başka bir şey olsun, hediye alacak kadar uzun süre bir kadınla görüştüğü de olmamıştı. Hatta baştan beri bir kadını iki kez görmüş olmak bile onun için olağan dışıydı.
Bu yüzden Escalante soyadıyla her yıl kışın Ines’in doğum gününe gönderilen hediyeler, onun yirmi üç yıllık hayatındaki kadına dair ilk ve tek sabit kayıttı. Evlilik hediyesi olarak Escalante ailesine ait bazı değerli eşyaların devri dışında elbette. Üstelik o hediyelerin seçimleri bile annesi tarafından yapılmıştı. Nasıl olsa Carsel neyi seçerse seçsin, annesinin acımasız eleştirilerinden kurtulamıyor, eninde sonunda her şey onun istediği gibi oluyordu.
Yani o, dışarıdan göründüğüyle aksine, El Tabeo’daki asaletli sınıfın şatafatlı dünyasından pek bir şey anlamazdı. Görevden önce yaşadığı yer olan Mendoza’ya kadar alanı genişletsek bile, hâlâ şaşkınlık uyandıracak derecede bilgisizdi.
Değerli eşyalar onun doğduğu andan itibaren etrafına serpilmişti. O yüzden mücevher onun için sadece göze hoş gelen taşlar demekti. Bu kadar cahil olunca, mecburen biraz abartılı lüksün arkasına sığınmak gerekiyordu. Üstelik sıradan değil, en iyisi olmalıydı. Her zaman.
...Yani şu anki durumda, fena halde çuvallamış sayılırdı.
Carsel, “Bugün kapalıyız” tabelasının asılı olduğu kapalı kapıya bakarken öylece dikilmiş düşünüyordu.
Burası, karargâhın üçüncü katında en rezil çapkınları tek tek sorguya çekercesine, adeta suçlu arar gibi iz sürerek öğrenebildiği El Tabeo’nun en meşhur mücevher dükkânıydı.
Yılın her günü mavi-beyaz üniformalarına gömülüp yaşayan asker takımının kimin zevk sahibi olup olmadığını dışarıdan anlamak mümkün değildi. Bu yüzden sonunda iş biraz rastgeleliğe dönmüştü; olası tüm riskleri elimine etmek için kim kirli geçmişe sahipmiş gibi görünüyorsa, hepsi çekilip sorgulanmıştı.
Calstera’daki on zamparanın dokuzu bu dükkânı söylemişti. Dolayısıyla Carsel’in gözünde El Tabeo’da başka mücevherci yoktu. En azından adı geçmeye değer başkası yoktu.
Elbette “fiyatı makul”, “beni çok zorlamayan bir seçenek” gibi açıklamalarla önerilen başka yerler de olmuştu. Ama Carsel’e göre, fiyat gözeterek yapılan lüks harcama, zaten baştan lüks sayılmazdı. Escalante ailesinin varisi olarak, o tür ucuz lükslerin çöpten ibaret olduğunu düşünüyordu.
Kendisine akıl verenler arasında, kadınlara o kadar çok mücevher almış ki sırf bu yüzden borç batağına saplanmış profesyonel bir uzman bile vardı. Bu adam El Tabeo’daki lüks mağazaları kategori kategori sınıflandırmıştı ama Carsel sadece birinci sırayı dinlemiş, ikinci sıradan sonrasını hafızasından tamamen silmişti. Kadının derecesine göre mağazanın da derecesi olurmuş gibi abuk sabuk şeyler söyleyen o adamın uzun konuşmalarını da çöpe atmıştı.
Her halükârda, zirvede olan yer burasıydı. Başka bir yer değil.
“...”
Kapıya dik dik bakmakla açılmayacağını bilse de, Carsel bir an için gerçekten açılacakmış gibi gözlerini dikip öylece durdu.
Normalde vitrin camından içerisi görünürdü ama o gün kadife perdeler sımsıkı çekilmişti. İçeriden tek bir ışık süzmesi dahi sızmıyordu. Bu da Carsel’in gözünde içeriyi adeta yer yüzündeki en değerli hazinelerle dolu bir cennet haline getiriyordu.
Burası değilse hiçbir yer işe yaramazdı. Ne alsa içini tatmin etmeyecekti.
“...Neden illa bugün ki...” diye mırıldandı.
Bugün buraya gizlice gelene kadar pek çok şey yapmıştı. Günler öncesinden türlü alibiler üretmiş, son olarak antrenman sahasına gidiyormuş gibi yapıp antrenmanı kırarak atına atlayıp buraya ulaşmıştı. Carsel, “sana her şeyi alacağım” derken gerçekten bunu kastettiğini hemen kanıtlamak istiyordu. Ama aynı zamanda, o sözden hemen sonra peşine düşmek onu zavallı ya da niyeti çok bariz biri gibi göstereceğinden uygun zamanı kollamıştı.
Ve işte bir hafta geçmişti. Hem kısa hem uzun, sabırsız bir bekleyişti.
Bu kadar sabretmişken bugün gibi bir günü seçmiş olması... kaderin trajikomik bir cilvesiydi.
Carsel, kendisine yönelttiği ağır eleştiriler ve abartılı karamsarlıkla dolu bir iç çekişle atına doğru döndü. Bugün son gün değildi. Yarın tekrar gelirdi. Gerekirse biraz daha saçma bahaneyle ortadan kaybolurdu... Carsel, yarın sabahki programını sinirli bir şekilde hatırlamaya çalıştı.
Kaşları, tablo gibi çirkin bir kıvrımla çatıldı. Evet. Yarın da garip bir adam gibi görünmek gerekiyorsa, olurdu. Yine de keyfi bozulmuştu.
Bugün bittiğinde, “hepsini alacağım” diye atıp tutmasına rağmen tek taş bile almamış boşboğazın sekizinci gününe girmiş olacaktı...
Carsel’in bu anı ne kadar özel gördüğü, Ines ile geçireceği geceden çok bu kuyumcuda para harcamayı düşündüğü gerçeğinden kolayca anlaşılabilirdi. Üstelik, tam bir haftadır ona elini bile sürmeden iffet yemini etmişçesine duruyordu...
Kendini tutamayan bir çocuk gibi, sonunda Carsel geçip giden dükkân tabelalarını saplantılı bir şekilde taramaya başladı. Önünde sallana sallana yürüyen atıysa neredeyse kendi haline bırakmıştı.
Ne kadar süre o sokaklarda dolandığını bilmiyordu. Bir köşeyi dönerken, yeni bir sokağın girişinde gözüne bir şey ilişti.
“Dona Angelica’nın Mücevher Dükkânı”... ve aynı zamanda rehinci.
Karargâhtaki çapkınlardan daha önce bu ismi duymamıştı. Dış görünüşü yıpranmış, gözle görülür şekilde küçük bir dükkândı... Nazikçe ifade etmek gerekirse “tarihi” bir havası vardı, açık konuşmak gerekirse ise sanki yetmiş-seksen yıl öncesinde donup kalmış gibiydi.
Vitrin düzeni de buna tuz biber ekiyordu. Carsel her ne kadar eşyadan pek anlamasa da, çok iyiyle çok kötü arasında bir ayrım yapabilecek kadar deneyimliydi. Ne de olsa ömrü boyunca gördüğü şeylerin tamamı, doğası gereği “çok iyi”ydi.
Ines’e böyle köhne bir rehine dükkânı asla layık olamazdı. Carsel, içi bomboş bir şeye bakar gibi kısa bir bakış atarak orayı geçip gitti.
Öylece beş-altı dükkân daha geçmişti ki, birdenbire sanki bir şeye kapılmış gibi dizgini çekip atını durdurdu.
Mücevherci dükkânının önüne geri dönmesi, atı bağlaması ve kapıyı itip içeri girmesi bir oldu. Tüy silme fırçasıyla yüksekteki rafları temizlik telaşıyla silmekte olan tezgahtar, arkasını bile dönmeden ezberden karşılama cümlesini sıraladı. Carsel buna hiç aldırmadan bir bakışta uzun vitrinleri taradı. Dışarıdan göründüğünün aksine dükkân içerisi oldukça uzun ve genişti.
Ama yine de... Carsel, camın içinde duran toz kaplı safir yüzüğe bakarken kısa bir tereddüt yaşadı. Muhtemelen on yıldır satılamayıp burada çürüyen bir parçaydı. Kocaman taşlı yüzüğün yattığı ipeksi kumaşın üzerinde, taşın altına denk gelen yerde zamanla oluşmuş soluk iz açıkça görünüyordu.
O sırada tezgahtar ağır ağır arkasını döndü ve Carsel’le göz göze gelir gelmez donup kaldı.
Normal insanlar için böyle bir yüzle karşılaşmak kolay kolay öngörülebilecek bir durum değildi. Carsel de karşısına çıkanların çoğunda ilk etapta böyle bir şaşkınlık yaşanmasına alışkındı; artık bunu da umursamıyordu.
“Buradaki ürünlerin hepsi, daha önce biri tarafından kullanılmış mı?” diye sordu Carsel.
“Ef... efendim?”
“Yeni ürün yok mu?”
Mücevher gibi yüzyıllar boyunca kalabilen bir şeyi, yeni mi eski mi diye basitçe ayırmaya çalışması... Bunu Escalante Düşesi duysaydı, oğluna şöyle derdi: “Salak herif, mücevher dediğin diş fırçası gibi kullanılıp atılan bir şey değil.”
Ama şu anda ona akıl verecek kimse yoktu.
Carsel’in kim olduğunu yavaş yavaş idrak etmeye başlayan tezgahtar, sorduğu soruyu geç kavrayıp biraz afallamış bir ifade takındı. Belli ki hayatında ilk kez böyle bir şey duyuyordu.
“Tabii ki... yenilenmiş tasarımlarımız da mevcut efendim. Şuraya bakarsanız...”
“Ha...”
“Evet, bu sıra tamamen Mendoza’daki usta zanaatkârların elinden çıkma ürünlerle dolu. Şu diğer tarafta ise Ferale bölgesinin yakutlarıyla hazırlanmış tasarımlarımız var. Bunlar da yeni. Yerel zanaatkârlarımız özellikle altın işçiliğinde çok ünlüdür. Mesela şu kolyeye bir bakın, olağanüstü değere—”
“Kolyelere gerek yok.”
“Ah... O hâlde neyle ilgileniyorsunuz? Bileklik? Yoksa başta incelediğiniz o büyük taşlı yüzüklerden mi?”
“Yani öyle şeylerle pek... ilgim yok.”
Carsel başını hafifçe eğdi. Bakışları, tezgahtarın arkasındaki yüksek vitrinlerden ikisinin arasındaki alçak cam tezgâha kaydı. Tezgahtarın bel hizasında, Carsel’inse kalça hizasında kalan o uzun, alçak vitrin— ilk girdiğinde aldığı kötü izlenimle tamamen çelişircesine— şaşırtıcı derecede göz kamaştırıcıydı.
Beklentinin çok üzerinde bir seviyeydi. Carsel’in gözleri nihayet bir parıltı yakaladı.
“Ah! Şimdi anladım.” dedi tezgahtar, fırsatı kaçırmak istemeyen bir satıcı coşkusuyla. “Evet evet, haklısınız. Yüzük, kolye gibi şeyler fazla klişe olabilir. Bunlar çoğu zaman sadece bir ‘teşekkür’ ifadesinin ötesine geçer. Hatta fazladan anlamlar bile yükleyebilir. Öyle değil mi? Böyle bir şey, karşınızdaki hanımefendinin kafasında gereksiz yere—”
“...”
“—Yani bazen istemeden de olsa, yanlış bir izlenim oluşturabilirsiniz. Az önce baktığınız o safir kolyeye benzeyen bir çift ayakkabı tokamız da var mesela. Şu alt sıradaki camekâna bakarsanız... Bunlar da yeni ürün. Gerçi ayakkabı tokası için biraz fazla abartılı diyebilirsiniz ama etek ucu her hafifçe kalktığında o ışıltı birden görünür ya, işte o zarif bir gösteriş olur. Bir saniye, hemen çıkarıp—”
“Ne yazık ki az önce dediklerinin tek kelimesini bile duymadım.” dedi Carsel.
“Efendim?..”
“Yani bu kadar uzun uzun anlattığına göre belli ki hepsi gerekli şeylerdi. O yüzden, hepsini paketle. Tamam mı?”
“Efendim?..”
“Şu sıra. Bir de ilk başta gösterdiğin şu sıra.”
Eski bir eşyaysa, ne kadar kıymetli olursa olsun almak istemiyordu. Önceki sahibinin nasıl biri olduğunu kim bilebilirdi ki. Dünyada eşi benzeri olmayan bir aziz olsa bile fark etmezdi. Artık hepsi Ines’in olacaktı ve ne olursa olsun, Ines’in her şeyin ilk sahibi olması gerekiyordu. Her ne kadar onun bedeni bunu başaramamış olsa da... en azından...
Bu yüzden gösterdiği iki sıra da az önce “hepsi yeni” denilen kısımda olduğundan emindi.
Sözde iki sıra demekle kalsa iyiydi, gerçekteyse onlarca parçadan oluşuyordu. Bu anlık sezgisiyle dükkân sahibinin tüm güvenini kazanmış, geleceği parlak tezgahtar ise hâlâ ne yapacağını bilemeden “Efendim? Eee?” diye tekrar edip duruyordu.
“Ama, yani... hiç değilse bir tanesini çıkarıp bakmayacak mısınız?”
“Bakacak ne var ki?..”
Zaten hepsini alacaktı ki...
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder