This Marriage Is Bound To Sink Anyway 114. Bölüm (Türkçe Novel)

“Neden bu kadar erken uyandın? Biraz daha uyu...”
Sanki uykusunda duyduğu bir sesti bu. O kadar sakinleştiriciydi ki başka bir şey düşünemedi. O gece, onun biraz daha uyuyabileceği bir geceydi. Güvende olduğu düşüncesi zihnini biraz olsun berraklaştırdı.
Burası güvenli bir yerdi ve bu, artık kaçmak zorunda olmadığı bir geceydi.
Bilinci, eski alışkanlıklarından dolayı, sadece en basit gerçekleri algılıyordu. Şafak ışığı görüş alanında hafifçe dalgalandı. "Carsel..." Onaylamak istercesine tekrar seslendiğinde, başının üzerinden bir iç çekişin sesi duyuldu.
Kısa süre sonra, büyük bir el açık göz kapaklarımı kapattı—soğuk bir ten... 'Ellerin neden bu kadar soğuk?' diye sormak istemişti ama gözleri anında tekrar kapandı.
Uykusu vardı. 'Evet, dediğin gibi biraz daha uyusam iyi olacak sanırım...' Ines dudakları huzurla gevşedi. 'Ama neden ellerin bu kadar soğuk?' Bunu sormak için artık çok geç olduğunu aslında biliyordu. Bu yüzden uyandığında tekrar sormalıydı.
'Belki de bu, iyi hissetmediği içindir...' Koca cüssesiyle dağ gibi olan biri, nasıl bu kadar narin olabilir? Onu umursadığını iddia ederek sürekli sızlanmanın mükemmel olacağını düşündü.
Ama aslında, nazik görünmeye çalışmasına gerek bile yoktu. Sağlıklı olmakla övünen biri bir anda böyle davranınca, insan ister istemez endişeleniyordu. İşte bu yüzden duygusal bağlar tehlikeliydi. İşte bu yüzden insanlar zayıftı...
Alnına dokunan elin hissi, onu yavaş yavaş bilincinden uzaklaştırdı. Bu şekilde muamele görünce, yeniden çocuk olmuş gibi hissetti. Tekrar çocuk olmak... Normalde olsa tüyler ürpertecek bir his olurdu ama bu sefer öyle gelmedi.
Keşke sonsuza kadar çocuk kalabilseydim... Ines tekrar derin bir uykuya daldı. Tam bir huzurla. Ta en derin noktaya kadar...
Ve böylece yavaşça yeniden uykuya daldı e bir süreliğine her şey tatmin ediciydi.
Beşik gibi sıcacık ve rahat bir şeyle çevriliydi, güvendeydi.
Ta ki düşünceleri onu tekrar uyandırana kadar...
“Biraz daha uyu, Ines.”
Bu kez, Carsel’in sesini taklit eden bir şey tekrar fısıldadı. 'Hayır, Carsel... Beni uyandır... Lütfen, şimdi beni uyandır. Uyumak istemiyorum. Daha fazla uyumak istemiyorum... Carsel... Carsel...'
Ines, çaresizce Carsel’e seslenmek istedi ama sesi çıkmadı.
Zaten Carsel’in artık yanında olmadığını hissedebiliyordu. Artık elini bile kıpırdatamıyordu. Bu tanıdık bir histi.
O donuk korkuyu tekrar yaşadı. Tekrar rüya görecekti. Endişeli insanların yaptığı gibi dudaklarını kemirdi, ellerini birbirine kenetledi ama gerçekte hiçbir şey yapamıyordu.
Yine oraya dönmüştü. Üç yıl önceki o yere. Yalnızca onun kaldığı, bir kabusun içine...
“Biraz daha uyu.”
“...Hmm...”
“Daha şafak bile sökmedi, Ines... Uyanman için çok erken.”
Carsel’in derin sesi bu kez daha yumuşak ve daha tiz bir tonda gelmeye başladı. Artık bu kesinlikle Carsel değildi.
Sıradan bir günün anısı dalgalar gibi üzerine çöktü.
Ines kulaklarını kapatmak istedi ama parmağını bile oynatamıyordu. “Ne olur, daha fazla konuşma. Lütfen, dur artık...”
Emiliano...
“Kötü bir rüya mı gördün? Bana bir bak. Yüzünü çevirme böyle...”
İçinde senin olduğun bir rüya. Olamaz. İnkar edercesine gülümsedi. Ama Emiliano kanmamıştı. Böyle bir rüyada bile.
“Berbat görünüyorsun.”
“Hayır... Berbat değil.” Onun için bahaneler uydurmaya çalıştı ama kendini en az onun söylediği kadar berbat hissediyordu. Kilitlenmiş dudakları kıpırdamadı bile.
O orada dururken mutlu anılar ise uzaklara akıp gidiyordu. Rüyanın puslu görüntüsünde yumuşak bir gülümseme belirdi. Sonra dudaklarının üzerine sıcak bir öpücük kondu. Milyon yıl sonra ilk kez biriyle öpüşüyormuş gibi hissetti.
Duygular kabarıp mide bulandırıcı hale geldi. Rüyalarında en mutlu anlar her seferinde yeniden canlanıyordu sonra da geriye pek güzel şey kalmayana kadar anılar birer birer yok oluyordu. Ines yine ağlayacak gibi hissediyordu.
Hayal ürünü bir vücut ısısı. Canlı gibi görünen bir sanrı. Her şey berbattı.
“Sonuçta bu sadece bir rüya. Rüya sadece rüyadır. O yüzden unut gitsin...”
Dediğin gibi gerçekten unutabilseydim, şimdiye dek hayatta bile olmazdım. Kaç kere yeniden doğsam da, yine bir şekilde ölürdüm.
Bir zamanlar, rüyada bile olsa tekrar görebilmeyi dilediği bir yüzdü bu. On altı yaşında onu ilk gördüğü andan o karanlık güne dek...
“Bir rüya sana zarar veremez, Ines.”
Ama seni ilk kez gördüğüm o günden bu yana, bu hayatta tekrar karşıma çıktığından beri, rüyalar hep sana zarar verdi. Bana değil, sana. Sorun da hep buydu zaten.
Ve sonra sen öldün... Bizim öldüğümüz güne kadar... benim telafisi olmayan günahlar işlediğim o güne kadar...
Dört yıl boyunca, gerçekten de her gün rüyasından onun öldüğünü gördü.
Hangi günden başlarsa başlasın, ne kadar mutlu bir anı olursa olsun fark etmiyordu. Rüyalar onu her seferinde mutlu bir anıya götürüyor, sonunda ise mutlaka o anıyı yerle bir ediyordu.
Uyanıkken nefes alamıyor, gözlerini kapattığında ise tekrar ölmek istiyordu — günler böyle geçip gidiyordu. Sevilla’daki küçük limanda, kucağında yeni doğmuş bebeğiyle dönmeyen birini beklediği o günü, sonsuza dek tek başına yaşamak zorundaymış gibi hatırlıyordu.
Sonunda onun yine öleceğini bildiği halde, önce ölmeyi de başaramamıştı. Onun ölümünden sonra işleyeceği günahları tekrar tekrar zihninde yaşamıştı.
Bazı günler, kucağındaki çocuktan kaçmak istiyordu. Bazı günlerse, rüyasında gördüğü her şeyi ona fırlatmak... “Zaten öleceksin, neden sürekli rüyalarıma geliyorsun ki! Sen kimsin de beni bırakıp öldün, verdiğin sözü tutmadın...” Mantıksız bir öfkeyle söylenirken yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Rüyalarında yapabileceği pek bir şey yoktu. Emiliano’yu kendi elleriyle incitmesi, hatta böyle bir şeyi hayal etmesi bile mümkün değildi.
“Zaten çocukları hiç sevmedim. Hamilelik mi? İğrenç. Senin çocuğun olmasaydı... belki hiç sevmezdim bile... Sevmediğim için de bu kadar acı çekmezdim... Emiliano, biliyor musun? Ben çocukları sadece öldürürüm...”
Ines’in bu delice itiraflarını kimse duymadı. Hatta rüyasında hala onu seven Emiliano bile. “Belki de çocuğun ölmesi doğaldı. Zaten bugüne kadar taşıdığım çocukların hepsi ölmüştü. Hiçbiri doğmadı. Bu benim suçum değildi... Benim hatam değildi... Onlar sadece... hayatımdan geçip gittiler. En başından beri onlara ait olmayan bir yere gelmiş gibiydiler. Hayır... Hepsini o piç aldı elimden... Ama...”
“...Luca öyle değildi. O, dünyadaki en kusursuz şeydi. Benim yarattığım en iyi şeydi... Hayatımda yaptığım en doğru şeydi. O çocuk, doğmadan önce bile bizim için mükemmel bir mutluluktu.”
Oscar, Luca’yı hiç tanımamıştı bile. O çocuğu sadece Ines kaybetmişti. Kimse ona zarar veremeden, bizzat annesi öldürmüştü. Onu öldürmüştü. Bizzat kendisi...
Belki daha önceki tüm çocuklar da öyleydi. Hiç doğamadan ölen, karnındaki diğer çocuklar da. Sadece ona geldikleri için...
Ines, Emiliano’dan kaçarken uzun süre yürüdü. Sonra birdenbire manzaranın değiştiğini fark edip durdu. Uzakta bir çocuğun kahkahası yankılandı. Oysa yol bomboştu.
Ve sonra, rüyasında o çocuğu gördü. Üç yaşlarında bir çocuktu. Onu daha önce hiç görmemiş olmasına rağmen, tek bakışta Luca olduğunu anladı.
Çocuk ona baktı. Küçücük dudakları, sanki onu çağırır gibi kımıldadı. Ama bir anda, kulaklarının içinde patlayan bir gürültüyle hiçbir şey duyamadı. Ines, büyülenmiş gibi sendeleyerek çocuğa doğru yürüdü. Onun sesini duymak istiyordu.
“Kaybolduğunu sandım, Luca... Yabancı bir şehirde öyle başıboş dolaşılmaz.”
Arkasından gelen Emiliano, çocuğu kucağına aldı. Çocuk büyümüştü. Emiliano yaşıyordu. Aniden, rüyadaki her şey gerçekliğin renklerinde canlandı.
“Rüyaydı... Hepsi sadece bir rüyaydı. Senin ölümün, benim Luca’yı öldürmem... O korkunç şeylerin hepsi... sadece saçma bir gecenin kabusuydu.” Ines gülmeye başladı. Luca da onunla birlikte gülüyordu.
Tıpatıp babasına benzeyen bir çocuktu. Üç yaşındaydı... Ines’in, o korkak rüyanın içinde üç yıl daha hayatta kaldığı kadar büyümüştü çocuk. Emiliano’ya yeniden baktı. Daha önce hiç görmediğini düşündüğü, yirmi beş yaşındaki Emiliano’ydu. Her şey yolundaydı, her şey gerçekti. Bu gerçekti.
Hayat bu kadar keyifli olabilir miydi? Bundan daha mutlu olunabilir miydi?.. Ines gözyaşlarıyla gülümserken Emiliano yüzünü buruşturarak elleriyle onun yüzünü kavradı.
“Luca yüzünden çok mu korktun?”
“Hayır, hayır... iyiyim ben...”
“Bu halinin nesi iyi? Şşş... Ağlama Ines, Luca’yı buldun artık.”
Bundan daha mutlu olunamazdı, değil mi?
“Sonunda onu tekrar buldun. Artık her şey yolunda. Bu senin suçun değildi.”
Yaşamayan bir çocuğu bulduğun için seviniyorsun. Hiç öyle büyümemiş bir çocuğu kafanda uyduruyorsun. Bu hayatta hiç karşılaşmadığın bir adama tutunuyorsun ve buna mutluluk diyorsun, öyle mi?
Sen delisin. Hiçbir şeyi geri döndüremezsin. Peşinden gittiğin tek şey lanet olası bir sanrı...
Bunlar fark ettiği an her şey yok oldu. Daha önce hiç görmediği türden bir rüyaydı bu. Hiçbir şeyi kaybetmemişti ama her şeyi kaybetmekten bile daha kötü bir rüyaydı.
Çünkü sonunda bunu gerçek dünyada da fark etmek zorunda kalacaktı.
Ines yavaşça tekrar gözlerini açtı. Uyanmasının üstünden bir süre geçmiş gibiydi. Artık gün aydınlanmıştı.
Zihni bıçak gibi berraktı. Akşama göre sabah daha iyiydi, ama şu an sabaha göre bile çok daha iyiydi.
“...Bayan Coronado'ya haber vermem gerek.”
Ines, en acil meseleyi hatırlayarak garip bir şekilde mırıldandı. O sırada Carsel’i fark etti. Kim bilir ne kadar zamandır orada oturmuş ona bakıyordu.
Üniformasının sadece ceketini çıkarmıştı, gömleğinin düğmeleri ise hala eksiksiz kapalıydı. Lacivert pantolonunun içindeki uzun ve kaslı bacaklarını eğri oturmuş şekilde çaprazlamıştı — düzensizlik olarak görülebilecek tek ayrıntı buydu.
O an onun karargaha gitmek üzere hazırlandığını sandı, ama kana çanağına dönmüş gözlerini fark ettiğinde nefesi kesildi.
“Hiç uyumadın mı?”
“...O kadar olaydan sonra ilk söylediğin şey bu mu gerçekten?”
“Ne?”
“ ‘BayanCoronado' diyorsun ya...”
Carsel, buna inanamaz halde başını iki yana sallayarak söylendi.
Çevirmen Notu: Tek ağlayan ben değilim dimi? Pms döneminde olduğum için mi acaba?
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder