This Marriage Is Bound To Sink Anyway 111. Bölüm (Türkçe Novel)


Tüm ev halkı alarma geçmişti. Sabah yalnızca gülümseyerek dışarı çıkan evin hanımının öğleden sonra sapsarı bir yüzle geri döndüğü o andan itibaren, tuhaf bir gündü. Hizmetkarlar, hanımın keyfini kaçırma korkusuyla ikinci kata çıkan merdivenlerin yakınlarına bile yaklaşamıyordu.

Her zaman önce sakin bir gülümsemeyle karşılık veren o kişi, sanki peşindekilerden kaçıyormuş gibi eve dalmış, hizmetkarların selamını bile duymamış, dehşet içinde koridoru koşarak geçmişti... Eğer durum biraz daha hafif olsaydı, ona neyi olduğunu sorarlardı ama hiç de hafif olmadığından kimse cesaret edememişti. Ne yazık ki o sırada Raul da dışarıdaydı.

Yalnızca birkaç saat sonra Ines aynı yüz ifadesiyle yeniden koşarak evden çıkmış ve döndüğündeyse bayılmıştı... Onu pencere kenarında yerde ilk bulan kişi, evdekilerden biri değil, eve dönen Carsel olmuştu.

O anda Ines’in yanında kimse olmadığından, 'Yüzbaşı tam zamanında odaya girmeseydi hanımefendinin hali ne olurdu kim bilir' gibi sözler, hizmetlilerin arasında ağızdan ağıza dolaşmaya başlamıştı.

Carsel biraz daha sezgili biri olsaydı, hizmetlilerin garip havasını fark edebilirdi... Ama eve girer girmez sadece 'Ines nerede?' diye sorup doğruca yukarı çıkmış, hizmetkarların tedirgin bakışlarının farkına bile varmamıştı.

Birisi ona Ines’in tuhaf ruh halinden veya garip hareketlerinden önceden bahsetmiş olsaydı, o sırada ikinci katta nefesi tamamen kesilmiş olabilirdi. 'Neyse ki sezgileri güçsüz...', 'Yüzbaşı gerçekten sezgiden yoksun biri. Ama bu kez işe yaradı değil mi?' gibi sözler hala birinci katta konuşuluyordu.

Carsel'in, son zamanlarda her eve gelişinde ilk sözü hep 'Ines nerede?' oluyordu. Öyle ki onun bu sözünü gizlice ağız hareketiyle taklit eden bir hizmetçi bile vardı.

Yani her zaman yaptığı gibi sadece yerini öğrenmiş, öğrendiği yere doğru aceleyle gitmişti. Oysa çiftin huzurlu yatak odasının kapısını açtığında karşılaşacağı manzarayı hiç hayal etmemişti.

"...Yüzbaşı o sırada odaya girmemiş olsaydı...”

Hizmetçi Arondra, her zamankinden çok daha ürkek görünen yüzünü tombul eliyle ovuşturarak mırıldanmaya devam etti.

“Hanımefendinin morali nasıl olursa olsun, yüzü o haldeyken onu yalnız bırakmamalıydık. Raul denen o velet peşinden gidip göz kulak olur sanmıştım ama... Tanrım, kalpten gidecektim az daha... Yine de çok şükür... Gerçekten Yüzbaşı o sırada dönmemiş olsaydı Hanımefendi'ye ne olurdu... Nefesi biraz daha kesilseydi...”

Kendi kendine sessizce söylense de odadaki herkes bu sözleri duyabiliyordu.

Ve herkes, sırayla en az bir kez bu cümleyi tekrar etmişti.

“Yüzbaşı o sırada Ines’i bulmamış olsaydı...”

Fakat bu sözleri her duyduğunda, Carsel rahatlamak ya da zamanında yetişmiş olmaktan bir nebze olsun memnuniyet duymak yerine, yüzü daha da bembeyaz kesiliyordu.

Belki de devamını düşünmeden edemediği içindi. Eğer o anda odaya girmemiş olsaydı olacak şeyleri...

Doktorun dediğine göre, Ines o an bulunmasaydı gerçekten birkaç dakika içinde fark edilmeden ölebilirdi.

Dolayısıyla her 'iyi ki zamanında yetiştiniz' sözü, Carsel'e bu gerçeği yeniden ve yeniden hatırlatıyordu. Belki gerekenden fazla şekilde.

Yüzü artık solgunu geçmiş, griye dönmüştü ve uzaktan bakıldığında, nefes darlığından bayılan karısından bile daha kötü görünüyordu.

Güçlü yapısının yanı sıra neredeyse hiç hastalanmayan bir bünyesi vardı. Öyle ki yanlışlıkla bir şey yiyip hasta olduğu bile görülmemişti. O kadar dayanıklı doğmuştu ki, on yaşındayken ölüm oranı yarıya yakın olan bir salgın hastalığa yakalanmasına rağmen, nefes nefese kalsa da tahta kılıcını alıp koşturmaya devam etmişti. O günden sonra da yatağa düştüğü görülmemişti. Yani şu anki yüz ifadesi gerçekten eşi benzeri olmayan bir şeydi.

“Arondra, sessiz ol...”

Carsel’in yüz ifadesine dikkatle bakan kahya Alfonso, onunla birlikte yatak odasının kapısında bekleyen Arondra’ya alçak sesle uyarıda bulundu.

“Muayene uzun sürdüğü için endişeliyim... Hanımefendi şimdi en azından düzgünce nefes alabiliyor, değil mi?”

Alfonso bu sözlerle Ines’in nefes alıp almadığını gözleriyle kontrol etti. Dikkatli bakıldığında göğsünün hafifçe inip kalktığı fark edilebiliyordu. Ama daha dikkatli bakıldığında bunun hala çok yavaş olduğu da görülüyordu.

Alfonso kasvetli bir ifadeyle başını salladı.

“...Evet. En azından şu an nefes alıyor.”

Sadece bir saat önce Carsel, doktor çağıracak vakti olmadığı için atını sürmüş ve Logorno tepelerinin yamaçlarında yaşayan bir askeri cerrahı bulup yanında sürüklemişti. Karısını aldatmakta olduğu sevgilisiyle romantik bir akşam yemeği yerken, neredeyse Carsel’in yakasına yapışıp konağa getirdiği Yüzbaşı Maso, bu aceleyle yanlış doktor çantasını getirme gafletinde bulunmuştu—ve bu hatayı telafi etmesi de epey zaman almıştı.

Her şey tam anlamıyla bir kargaşaydı. Raul Ballan hariç.

Alfonso göz ucuyla Raul’a baktı. O, Ines’in ani rahatsızlığı hakkında en ayrıntılı bilgi verebilecek kişiydi. Şu anda, yatağın yanında oturan Carsel’in arkasında durmuştu ve Yüzbaşı Maso bir şey sorduğunda hemen cevap veriyordu.

Malikanenin her üyesi şok içindeyken, Raul sanki başından beri ne olacağını biliyor gibiydi.

Carsel onu panik içinde bulmadan önce zaten bir kez nefes nefese kaldığını söylediğinde Carsel onu daha fazla dinlemeden öldürmeye kalkmıştı—ama Raul bunu bile önceden biliyormuşçasına dimdik durup cevabını vermeye devam etmişti.

Son derece sakin bir şekilde, elindeki acil ilaçla ilk krizi durdurduğunu, Ines yalnız kalmak istediği için odadan çıktığını ifade etmişti.

Alfonso’ya göre, Raul Ballan’ın sadakati neredeyse bir inanç seviyesindeydi. Bu yüzden, o da Ines gibi bayılmış olsaydı malikanedeki kimse buna şaşırmazdı. Çünkü o, Ines’e karşı fazlasıyla hassas davranıyordu.

Buna rağmen, bu kadar soğukkanlı davranabilmesi... Bu, olan bitenin anlık bir şey olmadığını gösteriyordu.

“Dışarıda neler olmuş olabilir ki...” Arondra, yalnızca Alfonso’nun duyabileceği kadar kısık bir sesle mırıldandı. 

Alfonso yine Carsel’in solgun yüzüne baktı. O hala Ines’in eve nasıl döndüğünü, ardından tekrar dışarıya çıkarken nasıl göründüğünü... hiçbirini bilmiyordu. Her şey önceden hiçbir işaret vermeksizin, gökten yıldırım düşer gibi olmuştu. Kapıyı keyifle açtığında Ines’in yerde yığıldığını görmüş olmalıydı.

O andan bu yana tam bir saat geçmişti. Yüzbaşı Maso’nun birkaç müdahalesiyle Ines’in durumu gözle görülür şekilde yatışmıştı. Ten rengi bakımından bakıldığında, Carsel’den bile daha iyi görünüyordu.

Alfonso, Carsel’i uzun zamandır tanıyordu ama onun bu kadar kendinden geçmiş halini hiç görmemişti. Zaten duygularını pek belli eden biri değildi ancak Ines’in nefes almadığını söylediği andaki o yüz ifadesi... Sanki birisi de onun boğazını sıkıyormuş gibiydi.

Ve şu anda da o yüz ifadesi pek değişmiş değildi.

“...Senyor’un şu haline bakın, nasıl da şaşkına dönmüş...”

“...Büyük bir şok geçirmiş olmalı. Biz bile bu haldeyiz.”

“Alfonso, Senora’ya ne olmuş olabilir ki gerçekten?”

“...Coronado ailesinden hala bir haber yok mu?”

“Hugo oraya gitmişti ama hâlâ geri dönmediğine göre...”

Coronado ailesinin durumu da biraz tuhaftı. Faytonlarının sahiplerini almadan geri döndüğü söylentisi vardı, üstelik Ines’i götüren Senora Coronado da hâlâ eve dönmemişti...

Eğer Ines malikaneden ikinci kez çıkarken en azından faytonla gitmiş olsaydı daha kolay olurdu. Ama o, Mario’yu beklemeden ahıra gidip Carsel’in atlarından birini alıp çıkmıştı. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki, kimse arkasından bile gidememişti.

Üstelik, eve dönen Raul bile onu yakalayamamıştı.

Aslında Ines’in ata binebildiğini o zamana kadar Raul Ballan da dahil kimse bilmiyordu. 

‘...Ata binebildiğini hiç bilmiyordum.’

Ines’in yokuş aşağı hızla uzaklaşan siluetine boş gözlerle bakan Raul böyle mırıldanmıştı. Şu anda olduğundan çok daha büyük bir şok içindeydi o zaman.

‘Bu kadar iyi biniyorsa, şimdiye kadar nasıl hiç fark etmem? On yılı aşkın süredir yanındayım...’

Sadece bu kadar basit bir soru bile Raul’un yüzünde sanki hakaret edilmişçesine bir ifade yaratmıştı. Alfonso da bu yüzden konuyu hemen kapatmıştı. Raul, Ines’in uzaklaştığı yola gözlerini dikip bir çeşit transa girmiş gibi baktı.

"Bazen efendim bana yabancı biriymiş gibi geliyor."

"..."

"Böyle bir his sizde hiç oldu mu?"

"Hayır, Yüzbaşı öyle karmaşık biri değil... Genelde mantıklı ve öngörülebilir şekilde davranır."

"Ama hep öyle de değil bence."

"..."

"Biliyorsunuz siz de."

Birdenbire dik dik bakan gözleri her şeyi biliyormuş gibi görününce, Alfonso rahatsızlık hissiyle bir anlığına sarsıldı. Ama Raul, hiçbir şey olmamış gibi aniden başını başka tarafa çevirdi.

"Ama Senora Ines kesinlikle başka bir seviye... Duygusal olarak çok daha karmaşık biri. Yüzbaşı ise..."

"Yüzbaşı daha sade biri. O senin de efendin olduğu için burada bırakalım."

"Ama madem konu seviyeden açıldı... bazen, gerçekten..."

"Bazen ne?"

"Bazen sanki o bambaşka bir dünyadan gelmiş gibi hissediyorum."

Raul Ballan’ın o sırada yüzünde nasıl bir ifade olduğunu anlamak zordu. Ama o anda 'Sen kimsin de Senora ile aynı dünyada olduğunu düşünüyorsun?' gibi bir azarlama yapmamıştı. Raul bunu sıradan bir yorum gibi geçiştirse de, ses tonunda tuhaf bir derinlik vardı.

"Sanki buradan değilmiş gibi geliyor bazen."

"..."

"Onun için ne kadar uğraşırsam uğraşayım... ulaşamıyorum."

Alfonso bir kez daha Raul’a baktı. Sakinmiş gibi görünen kabuğunun altında bastırılmış bir endişe, öfke, hayal kırıklığı vardı. Tanıyor olmak, bu duygulardan korkmamayı sağlamaz. Alışkın olmak da öfkenin kaybolduğu anlamına gelmez.

Raul’un bu kadar sakin olabilmesi, tüm bunlara alışkın olmasındandı.

Alfonso, Raul’un sahte soğukkanlılığı altında, gördüğünden çok daha derin bir yabancılık hissetti. Ines’in bayılması, o telaşlı kaçışı... bunlardan fazlası vardı. Muhtemelen geçmişte defalarca yaşanmış bir şeyin devamıydı bu.

‘Perez’e birini göndermeliyim.’

Yorumlar