This Marriage Is Bound To Sink Anyway 110. Bölüm (Türkçe Novel)


“Ines Hanım? Yüzünüz!..”

“Sus, Raul. Başım uğulduyor, ortalığı velveleye verme.”

“Yoksa o zamanki gibi mi?..”

“Hayır. Değil... Raul, sana bir şey soracağım.”

“Önce uzanın lütfen. Ne soracaksanız da, önce uzanın da öyle konuşun.”

Raul, masanın ucuna tehlikeli biçimde yerleştirilmiş bir porselen kaseye yaklaşır gibi, eğer bir tarafa doğru yıkılırsa tutabilmek için iki kolunu Ines’in sağ ve sol yanına dikkatlice uzattı. Ines ise onun kollarını iterek arkasındaki sandalyeye yığıldı.

“Don Joaquin’den başka bir haber var mı?”

“Don Joaquin mi? Ressamların durumu ilginizi çekiyorsa... ama şimdi sırası mı bunun, Ines Hanım... Şu an, nefesiniz—”

O anda Ines, aniden soluğunu kesik kesik verirken öne doğru eğildi. Derin ve aceleci bir şekilde zorla aldığı nefesler arasında Raul hızlıca ceketinin içini yokladı ve küçük bir ilaç şişesi çıkardı.

Birkaç yıl önce Ines sık sık bu tür nöbetler geçirdiğinde acil durumlar için kullanıldığı bu ilacı hala cebinde taşıyordu.

Bir kolunu ilacı vermek için ona uzattı, diğer eliyle de ustalıkla şişenin kapağını açtı.

“İçin bunu. Haydi, Ines Hanım. Yavaşça başınızı biraz kaldırın, evet... ağzınızı açın...”

Titreyen dudaklarının arasından şişedeki ilaç damla damla aktı. O sırada bile Ines düzgün nefes alamıyordu. Raul, hasta kardeşini avutur gibi sırtını yavaşça sıvazladı.

“Evet, çok iyi yapıyorsunuz...”

“Cevap ver, Raul... cevap ver... Emiliano... o adam... şu anda nerede?”

“Lütfen derin nefes alın, konuşmayın. Başınızı tekrar aşağı eğin...”

“Raul!”

“Neden aniden böyle yapıyorsunuz! Ne olur önce düzgün nefes alın. Ines Hanım... kimi sorduğunuzu bile tam anlayamadım, yani biraz bekleyip...”

“Emiliano... Emiliano’nun şu anda nerede olduğunu sordum.”

“Emiliano mu?”

Raul, Emiliano’nun adını telaffuz ederken bile onun kim olduğunu bir an kavrayamıyormuş gibi bir yüz ifadesi takındı. Çünkü Emiliano, bugüne dek Ines’in hayatında bir kere bile önemli biri olarak görülmemişti.

Ines, Raul’un kolunu sıkıca kavradı. Solgun teninin arasında sadece zümrüt gibi parıldayan gözleri ışıldıyordu.

“Oligarquia’lı Emiliano.”

“Ah...”

“O adam hala Oligarquia’da mı?”

Raul bir an onu garip bir şekilde inceledi. Yüzünde şüphe dolu bir ifade belirmişti ama böylesi önemli bir anda efendisinin isteğini sorgulamaması gerektiğini biliyordu.

Raul hafızasını yoklayarak yavaşça yanıtladı.

“Hayır... Zaten Don Joaquin’den yeni bir mektup gelmişti. Önemli şeyler değil diye sizi haberdar etmedim. Hani geçenlerde bahsettiğim Bilbao Başkatedrali’ndeki ikon restorasyonu var ya...”

“...”

“Yakın zamanda, Lourdes’le birlikte oraya önceden gönderildiklerini yazmış. Aslında restorasyonun kışın başlaması planlanıyordu ama Başpiskopos, ‘neden o kadar bekleyelim’ diyerek süreci öne almış... Artık zaten kış gelmek üzere.”

“...”

“Yani... evet. Emiliano şu an Bilbao’da.”

Raul’un kısa açıklamasının üzerine, geçmişten gelen bir hatıra eklendi zihnine.

Onların birlikte çizdiği yarım kalmış ikonu Don Joaquin, atölyenin duvarına asmıştı. Bir gün yerinde yokken, Bilbao Başpiskoposu ziyarete gelmiş ve o tabloyu görmüş... ama Don Joaquin bu ilgiden pek memnun kalmış gibi görünmüyordu. “Gelecekleri parlak olan çocuklar ama üç yıl, beş yıl, on yıl sonra ne olacak?” diyordu... “Ines Hanım bu konuda hiçbir şey yapamaz mı?” diye sormuştu.

Üç yıl... beş yıl... ve on yıl... Ines, sinirli bir tebessümle yerinden kalktı. Onun için Emiliano’ya çizdiği gelecek, tam da bu anda, sonsuz uzaklara doğru uzanıyordu.

Ines, kuyumcudan haber gönderilmesini istemişti, ama eğer o gerçekten Emiliano ise, zaten o haber asla ona ulaşamazdı. Artık Emiliano, Başpiskoposun gözüne girmişti ve birkaç yıl boyunca Bilbao’da adeta hapsolurcasına kalacaktı. Üstelik o bunun farkında bile değildi.

Artık kuyumcudan gönderilecek mektup, Oligarquia’nın bir sokağında yitip gidecek ya da şanslıysa, onu iletmesi gereken birinin çekmecesinde yıllarca uyuyacaktı.

Acaba Emiliano bir daha hayatında Oligarquia’ya döner miydi? Orası sadece birkaç yıl çalıştığı bir yerdi, doğduğu ya da kök saldığı yer bile değildi.

Zaten başından beri bu dünyada ona ait hiçbir yer yoktu... Gerçi birkaç yıl sonra bu değişecekti. Ines, hala soluk soluğa olmasına rağmen, biraz toparlanmış bir halde pencereye doğru yürüdü.

Başpiskoposu arkasına almış başarılı bir ressam olarak güzel bir hayat, güzel bir ev, iyi bir eş... Emiliano, daha önce sahip olamadığı her şeye sahip olacaktı. Ines’in göremeyeceği ve asla bilemeyeceği bir yerde. Hayatları bir daha kesişemeyecek bir uzaklıkta.

Artık sadece birkaç yıl kalmıştı. Bilbao’daki çile bitince... Bir gün otuz yaşına basacak olan Emiliano, tamamen farklı bir hayat sürecekti. Ne yoksul bir yetim, ne istismar edilen genç bir ressam, ne de bir kaçak olacaktı... Ines, ona daha önce hiç tatmadığı tüm huzur ve mutluluğu tattıracağına inanmıştı.

Yalnız doğmuş birinin yaşadığı tüm aşağılanmaları bir daha yaşamayacak, hor görülmeyecek, onu severken çektiği tüm acı ve mutsuzlukları bir daha hissetmeyecekti... Ve çok uzun yaşayacaktı.

“...Ines Hanım?”

“Çık dışarı biraz.”

“Ama hala iyileşmediniz...”

“Lütfen... Raul. Çık dışarı...”

Üç yıl önceydi. Onun sonsuza dek Oligarkia’da kalacağını düşündüğü zaman. Ve onun öldüğü yıl, bu kolyeyi sattığı yıl, onların burada olduğu yıl...

Sanki o her şeyi hatırlıyormuş ve ona da hatırlayıp hatırlamadığını soruyormuş gibiydi.

'...Hayır.'

Saçma bir hayal. O olamaz. Emiliano değil. Ines pencere kenarına koyduğu kolyeyi sessizce eline aldı. Nefes alabilmesi için 'O değil' diye düşünmesi gerekiyordu. Ancak böyle yaşayabilirdi. Ancak böyle o hayatta kalabilirdi.

Ama eğer o Emiliano değilse, başka kim olabilirdi ki?

O Emiliano'ydu. Belki de sadece Emiliano’nun kılığına girmiş bir canavardı.

Evet, canavar... Canavar değilse kim nasıl böyle korkunç bir şey yapabilirdi?

Kesin o. Beni oyuncak gibi kullanan kişi. Bana ceza veren Tanrı. Ölümüme bile izin vermeyen o iblis. Bu, onun beni sınamak için yaptığı bir oyun... Aklı yerinden gitmek üzereydi. Net bir düşünce kırıntısı bile kalmamıştı. Ines, neredeyse el kemikleri beyazlayana kadar sıktığı elinden nihayet gücünü çekti.

Delirmemek için tutunduğu tek gerçek, gerçek olanın hala onun elinde olduğuydu. Kolyenin zinciri bile orijinal halindeydi.

Ines yedi yaşına geldiği yıl, Belinda’nın ölümünden hemen önce bu kolyeyi yeniden miras almıştı. Diğer hayatında da öyle olmuştu; büyükannesi o yıl ölmüştü. Ve sonra hiçbir şey olmamıştı. Bu kolye hep onun olmuştu.

Hiçbir zaman Emiliano’nun olmamıştı. Zinciri bile kaybolmamıştı.

O halde bu kolye gerçekti. Gerçek olan tek şey buydu.

Ines kolyenin madalyonunu yavaşça okşadı. Mağazada hissettiğinden farklı olarak; zincirin ağırlığı, gerçeği ona tekrar hatırlattı. Bu, onun koruduğu gerçeklikti. Emiliano’yla hiçbir ilgisi olmayan bir hayat. Onu yeniden mahvetmediği bir hayat...

Ama eğer bu sağlam kolye onun gerçeği ise, Donna Angelica'nın zincirsiz kolyesi de Emiliano’nun son kez sahip olduğu gerçeklikti.

O zamanın Emiliano’su da muhtemelen aynı mağazanın kapısından girip bu kolyeyi satmıştı. Onun durduğu yerde durarak, onun baktığı dükkan sahibine bakarak... Belki kısa bir süre o dükkanın saçaklarının altında durup ağlamıştı. Belki oradan yutkuna yutkuna Ines’in ve çocuğun kaldığı hana geri dönmüştü. Aynı yolu yürüyerek.

Ve belki, sadece belki, bu hayattaki Emiliano da oradaydı... Ines sertçe yutkundu. Acı o kadar büyüktü ki yeniden nefes alamadı.

'Belki de sen, benim biraz daha erken buraya geleceğimi düşünmüştün?'

Ama bu gerçekten sen misin? Bunu doğrulayacak cesareti bile yoktu. Zamanı geri alıp kuyumcuya söylediklerini silip atmak istiyordu. Yıllarca hiçbir şeyin geri dönmeyeceğini bilse de, asla bilemeyeceğini düşünse de...

Yakında bir cevap gelirse, bu asla Emiliano olmayacaktı. Belki de içten içe böyle sahte bir cevap gelmesini istemeliydi. Ama çok uzun süre boyunca—yani, Emiliano Bilbao’da olduğu sürece—eğer hiçbir cevap gelmezse...

Ines aslında en kolay çözümü biliyordu. Mesela şu andan itibaren günlerce at sürüp Bilbao’daki büyük katedrale gitmek. Delirmiş bir kadın gibi onu yakalayıp en de beni hatırlıyor musun diye sormak. 

'Ya hatırladığını söylerse?'

Acı acı güldü. O zaman tekrar bir yolunu bulup kaçacak mıydı? Gerçekten çok saçmaydı, gülmek istiyordu. Hırıltılı nefeslerin arasında ağlar gibi güldü. Gerçekten deli kadınlar böyle gülerdi. Daha fazla dayanamayan Ines, pencerenin yanındaki konsola tutunarak yere çöktü. Ama ya her şey olması gerektiği gibiyse... Onu hatırlamazsa? Onu sadece deli bir kadın gibi görürse? Hayatında ilk kez görüyormuş gibi ona bakarsa?

Bunu bir saniye bile kaldırabilir miydi? Gerçekten 'iyi ki hatırlamıyor' diyebilir miydi? Asla istemediği bir şeyi artık imkansız olduğunu görerek kaybetmiş olacaktı. Emiliano onu hatırlamıyorsa...

Onlarla ilgili her şeyi unutmuş bir adamsa...

Emiliano’yu bulup karşısına çıkmak çok kolay bir işti ama aynı zamanda Ines’in ölene dek asla cesaret edemeyeceği bir şeydi. Cevabı bilmek istiyordu ama aslında hiç bilmek istemiyordu. Sadece başka bir dünyada yaşamak istiyordu. Orada ölmek istiyordu.

Bu hayatta ilk kez yeniden gözlerini açtığı gün, altı yaşındaki küçük ellerini gördüğünde, delirmişçesine utanılası bir rahatlama duymuştu. 'Bu kadar küçük ellerle kimsenin annesi olamam. Bu cılız kuvvetle cinayet işlemiş olamam.' diye düşünmüştü... Eninde sonunda şöyle demek istiyordu: 'Sen hiç ölmedin, biz hiç ayrılmadık, hiç sevişmedik bile...'

Sürekli ölmek istemeden yaşayabilmek için böyle düşünerek kendine kandırmak zorunda kalmıştı. 'Hepsi sadece senin hayal ürünün. Kesin delisin.' diyerek ancak nefes alabilmişti. Ancak o zaman bir gün ölebilecekti. Yeniden doğmadan. Bu korkunç dünyada bir daha asla gözlerini açmadan...

Konsolun üzerindeki kolyeyi tutan eli aşağıya kaydı. Nefes alamıyordu. Nefes, nefes alamıyordu...

“Ines!”

Başı yere çarptığı anda, odaya giren ve çığlık atar gibi ona seslenen Carsel'in sesi zihninde yankılandı. Tüm bedeni suya batmış gibi ağırlaşırken bilinci bir anda berraklaştı. Onun geldiğini fark etti. Düşecekmiş gibi hızla ona yaklaşan ayak sesleri, tahtaların gürültüsü, dağınık ve sert nefesler...

Carsel. Onun adını söylemeye çalıştı ama dudakları kıpırdamadı. İyiyim ben. Sadece... sadece nefes alamıyorum... Birkaç kelime daha söylemeye çalıştı ama dili taş kesilmiş gibiydi, kıpırdamadı. Carsel... Tekrar seslendi ama hla onu duymuyordu. Fazlasıyla korkmuş gibiydi.

Açıklamam gerekiyor. Biri açıklamalı. Önemli bir şey değil... Sadece bir an nefes alamadım...

“Ines, lanet olsun, ne oluyor... Ines! Ines! Lütfen, ne olur kendine gel!..”

Bedeni havaya kaldırıldı. Tüm uzuvlarındaki güç su gibi çekildi. Ines, titrek görüşünün arasında Carsel’in bembeyaz kesilmiş yüzünü gördü.

Ne gariptir ki o an, yüzünü ilk kez böyle gördüğünü düşündü.

Yorumlar