This Marriage Is Bound To Sink Anyway 109. Bölüm (Türkçe Novel)


Tekrar baktığımda bile tuhaf bir şeydi.

Donna Angelica'nın Mücevher ve Rehin Dükkanı'nın üçüncü kuşak sahibi Don Rosano, olivin taşı madalyonu eline alıp bir süre dikkatle baktı, sonra tekrar masaya bıraktı.

“Saçları siyah, gözleri yeşildi...”

Eğer öyleyse, bu üç yıl önce anlatılan o kadındı. Anlatıldığı kadar dünyadan değilmişçesine güzel olmasa da, Don Rosano’nun bugüne dek pek az gördüğü ölçüde olağanüstü bir güzellikti. Hem de o kolyenin ne olduğunu bir bakışta anlamıştı.

Bu yüzden mektubu söz verildiği gibi göndermeli miydi? Ama...

'Öyle biri, böyle soylu bir hanımefendiyle ne şekilde bağ kurmuş olabilir ki?..'

Hele o elbise... İlk bakışta sade görünse de, birçok zenginle haşır neşir olmuş Don Rosano, onun ne kadar pahalı olduğunu anlayabiliyordu.

Olan biteni tam olarak anlamasa da, böyle absürt bir işin içine karışmak istemedi.

Kadının dükkandan kaçar gibi çıkışı... Eğer bir aşk meselesiyse, kadının saygın konumunu düşününce rezaletten başka bir şey olmazdı. Yok eğer şantaj gibi bir şeyse, o zaman işler daha da kötüydü.

Ama kadın kolyeyle ilgili herhangi bir şey soracak olursa mutlaka haber verilmesini istemişti... Ne yapmalı?

Çenesini ovuşturarak düşünürken, arkasında bir kapının gıcırdayarak açıldığını duydu.

“Hoş geldini—”

“Satın alıyorum.”

“Efendim?”

“O kolyeyi diyorum. Na kadar?”

Don Rosano büyük bir şaşkınlıkla bir kolyeye, bir de ona baktı.

“Üzgünüm, ama bu eşyanın bir fiyatı yok. Onun yerine benzer başka kolyeleri görmeye ne dersiniz? Bunlar eski antika değil, hiç sahibi olmamış yepyeni kolyeler...”

“Ben bunu istiyorum. Pazarlıkla fiyat yükseltmeye çalışıyorsanız boşuna uğraşmayın.”

“Hayır, öyle değil, Senorita...”

“Zaten ne isterseniz ödeyeceğim, gereksiz bir pazarlık yapmaya niyetim yok.”

Sadece birkaç saat önce kaçar gibi giden kadın, şimdi yeniden gelmiş ve üstelik bu kez soğuk ve sert bir tavırla konuşuyordu. Rosano’nun aklında canlandırdığı karmaşık aşk olayları ya da şantaj gibi tehlikeli meselelerle hiç ilgisi yok gibi görünüyordu.

En azından kadının yüzü bunlardan çok daha korkunç görünüyordu.

“Hayır, bu eşyanın sahibi var. Ücreti çoktan ödendi.”

“O zaman neden burada, vitrine koydunuz? Satamayacağınız, sahibi belli bir şeyi.”

“Şey... o..."

“Sadece isteyen birini sinir etmek için mi koydunuz oraya?”

“Hayır, asla. Böyle bir şey olamaz, asla.”

Farkında olmadan sesine itaatkar bir ton yerleşmişti.

“O zaman o kişi parayı ödediği halde neden gelip almadı?”

“Bir süreliğine gelip alamayacağını söyledi. Sebebini bilmiyorum ama...”

“...Bu kadar mı?”

“Cüzi bir saklama ücreti de alındı. Vitrine koyulmasıysa... müşterinin isteğiydi. Sebebini ben de bilmiyorum ama...”

“O zaman içten içe satılmasını da ummuştur demek. Satın.”

“Bu mümkün değil! Biz tüccarların da bir onuru, bir sadakati vardır.”

“Sonuçta başkalarının kıymetli eşyalarını rehin alıp faizle kazanç sağlayan biri değil misiniz?”

Bu ne böyle? Bu saldırganlık...

Az önce dışarıdan ilk gördüğünde öyle hüzünlü, duru bir havası vardı; şimdi ondan eser kalmamıştı. Şu ters bakan yüz ifadesi... Bu kadarı artık sadece benzer görünmekle açıklanamazdı.

“İki katı fiyat ödeyeyim. Sahip olan kişiye tazminat verirsiniz, siz de aradan kârınızı alırsınız. O kişi de zaten bunu istiyordur.”

“Hayır, öyle değil diyorum ya... O kişi bu kolyeyi kesinlikle satmamam için üstüne basa basa tembihledi. Çok önemli bir şeymiş ama yanında taşıyamıyormuş.”

“Peki nedenmiş?”

“Şahsi bir meseleymiş... Ben de detayını bilmem.”

“O kişinin adını söyleyin, Senor.”

“Efendim?”

“Adını diyorum.”

Kadının bakışı bıçak gibi üstüne yöneldi. Don Rosano, hayatında hiçbir zaman genç bir kıza karşı böyle ezildiğini hissetmemişti. Bu gurur kırıcı bir histi.

Ama... statü karşısında tüccarlık geçmezdi.

Bir de şöyle düşününce — bu kadın kimdi ki? Ne ismi belli, ne soyu sopu. Pahalı elbise dışında üstünde kayda değer bir takı bile yoktu.

Belki de o kadar da soylu biri değildi.

Ve El Tabeo’da soyluyum diyenin bile ne kadar “soylu” olduğu tartışılırdı. Tabii şehri avucunun içinde tutan birkaç güçlü aile hariç... ama onlar da böyle sade giyinmezdi.

Ama nedense her göz göze gelişlerinde, karşısında bir kraliyet ailesi üyesi varmış gibi içine bir korku doluyordu.

“Bu... burada müşterilerimizin tüm bilgileri gizli tutulur. Böyle değerli mücevherleri rehin bırakacak kadar zor durumda kalan beyefendi ve hanımefendiler için bu, son derece hassas ve onur kırıcı bir mesele olabilir. Bu yüzden baştan itibaren her şey gizli tutulur, bu sayede söylentiler yayılmaz. Donna Angelica Kuyumculuk nesillerdir bu güven sayesinde ayakta durmaktadır.”

“Yani çalıntı malı alıp sonra da bilmiyormuş gibi davranmanın daha kibarcasını söylüyorsunuz.”

“Hayır, Senorita...”

“Demek ki o ismin kıymeti yüksek. Öyle değil mi? Ne kadar istersiniz?”

“Senorita, siz her şeyi parayla ölçmeye pek meyillisiniz...”

“Senora'yım ben.”

“Senora... böyle davranmaya devam ederseniz gerçekten zor durumda kalırım. Benzer başka kolyeler var, bir göz atmak ister misiniz...”

“Ölsen bile o ismi söylemeyeceksin yani?”

“Elbette ölmeden önce söylerim... ama bu dükkanın itibarıyla doğrudan alakalı bir konu.”

“Peki ne kadar ödediniz ona? O kişi zengin miydi? Öyle mi görünüyordu? Neye benziyordu?”

“Bu tür bilgileri size kesinlikle veremem...”

“Daha fazlasını teklif etsem bile mi?”

“Evet.”

Aralarındaki şeye karışmamalıydı. Ne o tarafa mektup göndermeli, ne de bu tarafa bir şey sızdırmalıydı... En iyisi, o adam bu kolyeyi geri almak için dönene kadar dokunmadan bırakmaktı.

Kadın sessizce kolyeye bakıyordu.

Az önce Don Rosano’ya yönelttiği tehditkâr bakışlara tamamen zıt bir şekilde, gözlerinde garip bir dalgalanma vardı.

Bu kadar mı önemli bir şey? Yoksa çalıntı mıydı? Ama kadın bu kolyenin kendisine ait olduğunu ya da ailesinden kaldığını hiç söylemedi.

“O hâlde o kişiye bu ismi iletin.”

“Efendim?”

“Belinda Olivares.”

“...Olivares mi?”

O Olivares mi?

Olivares, Grandes de Ortega'ya ait en saygın on yedi aileden biriydi. El Tabeo’da adı büyük büyük anılan aileler bile, Olivares’in tırnağı olamazdı.

Az önceye dek karşısındaki kadının öyle büyük bir ailenin mensubu olmadığını düşünüp kendi kendini teskin eden Don Rosano, bu sözlerle bir anda allak bullak oldu.

“Bu kolyenin sahibi o.”

“Aa... B ve O harfleri...”

“Tanıyorsa, bana haber verin. Tanımıyorsa, hiç haber vermeyin.”

“Uzun zaman oldu, belki ulaşamayabilirim...”

Aslında bu “belki” bahanesinin ardında, aldığı adresin sahte gibi durması da yatıyordu.

Mektubu gönderse mi, göndermese mi...

Ulaşmayacağını bile bile sırf söz verdiği için uğraşmalı mıydı, yoksa bir şekilde karşı tarafa ulaşır da kendini belanın ortasında bulursa diye korkmalı mıydı...

Artık karar vermeliydi.

Ama emin olduğu bir şey vardı. Eğer o kişinin kim olduğunu gerçekten bilseydi, bu kadar tereddüt etmezdi.

Ne var ki müşteri baştan sona şüpheliydi. Verdiği bilgiler, talepler, adresi... Hepsi ayrı ayrı kuşkuluydu.

Ve şimdi bu kolye... üç yıl sonra Olivares ailesinin kızı mı yoksa karısı mı olduğunu bilmediği olağanüstü bir kadını da beraberinde getirmişti.

El Tabeo gibi bir yerde böyle bir kadını görmek?

Don Rosano, olivin taşı kolyeye bakarken içinde açıklayamadığı bir huzursuzluk vardı.

Rehin dükkanına gelen eşyalar genelde türlü dertlerle dolu olurdu ama ilk defa bir eşyaya bu kadar içgüdüsel bir tedirginlikle bakıyordu.

“Ulaşamazsan bile, günün birinde o kişi kolyeyi almaya gelecektir.”

“Elbette gelir. Çünkü ona ait.”

“Kolyenin sahibi gelirse, bana haber verin.”

“Olivares adına mı haberi ileteyim?”

“Hayır. Ben Olivares değilim. Escalante’yim.”

“...”

“Kocam, Yüzbaşı Escalante. Bu yüzden konutuma haber yollayıp uşağıma bilgi iletin.”

Kadının ağzından çıkan isim, Rosano’nun neredeyse bayılmasına neden oluyordu: Escalante.

Üstelik Olivares bile değildi! 

El Tabeo’daki hatırı sayılır ailelerin Olivares’in yanına bile yaklaşamayacağı doğruydu ama Olivares’in görkemi bile Escalante’nin onuruyla boy ölçüşemezdi.

Burası, İmparatorluk Donanması'nın üslerinden biriydi. Escalante ailesi yalnızca Grandes de Ortega’nın soylu bir kolu değil, aynı zamanda sayısız deniz savaşına katılarak Calstera kıyılarına ve imparatorluğa onlarca yıl süren barışı armağan eden savaş kahramanı Amiral Calderon’un ailesiydi. 

Bu yüzden bu şehirde Escalante adı bazen kraliyet ailesinden bile daha görkemli kabul edilirdi. Üstelik, dedesinin izinden giderek imparatorluk donanmasında görev yapan torununun varlığı da bu itibarı iyice katlamıştı.

Yüzbaşı Carsel Escalante de Esposa.

Kasasında tuttuğu yüklü nakit kadar korkak olan Don Rosano, ağzı açık bir halde kadının arkasından bakakaldı.

Yani şimdi bu kadın...

“Ballestena ailesinden...”

Ines Ballestena. Kesinlikle oydu.

Don Rosano başını tutarak bir kez daha olivin taşı kolyeye baktı.

Kulaklarında büyükannesinin nasihati çınlıyordu.

“Eğer bu işi uzun süre yapmak istiyorsan, Mario, zengin ailelerden uzak dur.”

Küçük Mario Rosano sormuştu.

“Neden ki büyükanne? Onlarla bağlantılı olmak dükkan için iyi değil mi?”

Hafızasında canlanan Donna Angelica torununa küçümseyen bir gülümsemeyle cevap vermişti.

“Onlar asla fayda getirmez. Dükkanı kapatmak istemiyorsan, sözümü dinle.”

Şimdi, bu yaşında, nedenini anlıyor gibiydi.

Kolyenin sahibini düşündüğünde gözlerinin önüne gelen ilk şey, pelerin altındaki o içten gülümsemeydi. Kuşkulu biri olarak gördüğü adamın o anki tebessümü... İnsanın vicdanına dokunan bir gülümsemeydi.

Gerçekten de “o kadın” ortaya çıkmıştı. Hem de... Ines Escalante olarak.

Don Rosano, büyükannesinin portresine bakarak ne yapması gerektiğini ama ölüler cevap veremezdi.

Yorumlar