This Marriage Is Bound To Sink Anyway 97. Bölüm (Türkçe Novel)

“Az önceki Kaptan Escalante miydi acaba?”
“Umarım değildir.”
Dolaylı bir ifadeyle dile getirilen başarısızlık, Coronado Hanım’ın umut dolu gözlerini kocaman açmasına sebep oldu.
Birincisi, ateş eden ses duyuldu mu kuşların düşeceğini sanan kendisiydi; ikincisi, kendi kocası bir yana, Carsel Escalante’nin avda başarı kazanmasını dört gözle bekliyordu... Ve bu, iki beklentinin de boşa çıkması demekti.
“Şu an bir şey yakalanmadı mı?”
“Hiçbir şey.”
“Senora Escalante, bunu nasıl anladınız?”
“Sanırım gökyüzüne bakıyordum...”
“Senora az önce gökyüzüne baktığınızı görmedim ama.”
Düşündüğünden daha keskin bir gözlem yeteneğiydi bu. Ines, sanki hiçbir şey olmamış gibi paniklemeden ekledi.
“O zaman sesini duymuş olmalıyım.”
“Tabii ki herkes ateş sesini duydu... Ama meğerse Senora sadece sesi duyup da boş olduğunu anlayabiliyor!”
Farklıydı işte, o kadar doğal ki ‘böyle şey nasıl mümkün olur’ diye sorgulamaya bile gerek kalmıyordu.
“...Ses farklı mıydı?”
“Ne olursa olsun sadece gürültü ama...”
Ağaçların tepelerinin üzerinden yeniden ateş sesi yükseldi. Ani patlama sesine irkilip konuşması kesilen ve gözlerini kırpıştıran Bayan Bardem sordu.
“Peki Senora, bu sefer nasıl?”
“Kimin olduğunu bilmiyorum ama nihayet ilk avımız oldu.”
Nemli bir patlama sesi ve düşen kuşun dallar arasında süzülme sesi... Tüm bunların nasıl bir cevap veremediğini anlayamıyordu. Sorun sadece Ines'in önünde oturan iki kadında değildi. Zeki Raul Balan da av alanına götürülünce isteksiz davranıyordu. Hatta ateş sesi duyulduğunda hemen saklanıyordu...
Raul'un hatırlamayacağı bir boşluktu bu ama tanıdık orman kokusu ve rüzgârla gelen duman kokusu bir nebze nostalji hissine yol açıyordu ve çoğunlukla abisi Luciano ile olan anılarıydı.
On altı yaşında... O güzel günlerde, Oscar’la evlenip hayatını tamamen kaybetmeden önceydi.
Uzun zamandır avlanma alanının yakınına bile gitmemişti ama avlanma alanının ortasında otururken anılarının aniden geri geldiğini hissetmekten kendini alamadı.
Sanki çok eski bir anıymış gibi… Ağzına namluyu dayadığı ya da Emiliano’yla karşılaştığı o büyük olaylarla ilgisi olmayan; ama bir şekilde şimdiyle doğrudan bağ kuran bir anın içindeymişçesine. Evet, on iki yaşındayken Luciano’yla birlikte Escalante Dükü’nün av alanına gitmişti. Annesinin memleketine gezmeye gelen Oscar’ı kıskandırmak için Luciano’yla baş başa av gezilerine çıkmış, bir süre sonra Oscar’ın varlığını gerçekten unutmuştu. O kadar keyifliydi ki.
O kış, Ines ilk kez annesinden dayak yemişti. Luciano ise onu teselli etmek için, büyük bir avlağa sahip Valnos’taki malikâneye gizlice götürmüştü. Düşes, Ines’in sevdiği her şeyi nefretle karşılardı—kardeşiyle birlikte avlanmak, ata binmek, doğan eğitmek… bir kız çocuğuna yakışmadığını düşündüğü her şey. Belki de Ines, tam da bu yüzden daha çok sevmişti onları.
Ve o anıların sonu, her defasında aynı yerde biterdi: Emiliano’yu öldürdüğü an. Babasına, kız kardeşinin pis piçini kendi elleriyle öldüreceğine dair verdiği o tüyler ürpertici sözle. Ines, dalgın ve boş bakışlarla, birbiri ardına yankılanan silah sesleriyle sarsılan gökyüzüne baktı.
Ama bugün, garip bir şekilde, o karanlık sona ulaşmıyordu hafızası. Gerçekten sadece bu hayatla devam eden bazı anılar gibiydi. Kardeşinin omzunda tuttuğu tilki, ateş sesiyle irkilen küçük Raul, yüzünü bile hatırlamadığı av alanı bekçileri ve ahır görevlileri... Onları anımsatan şey soyut bir hatıra değil, ormanın canlı havasıydı.
Her an on dört ya da on beş yaşına geri dönüp o ormanda onlarla birlikte belirecekmiş gibi gerçek bir hissiyattı bu. Eğer biri çıkıp “O zaman neler oldu?” diye sorsaydı, Ines’in zihnindeki küçük anılar başkasının ağzından kolayca dökülecekmiş gibi geliyordu.
Ama sonuçta onların hiçbiri, hiçbir zaman gerçekten var olmamıştı. İçten içe gülümsedi. Yalnızca kendi başına hatırladığı bir şeyi, hiç kimsenin yaşamadığı bir şeyi zihninde tutmak, bir çeşit delilikti. Belki de gerçekten yalnızca bir hastalıktan ibaretti.
'Psikiyatride kollarım bağlanmıyor diye bu hayat şimdilik iyi gidiyor sayılır...' Ines, uzaklarda kendisine bakan Carsel’e kayıtsızca gülümsedi ve olumlu düşüncelerini tekrar etti.
'Tamam. Şu anda o kadar da kötü durumda değilim... Şanslıydım ve sonuçta her şey yolunda gitti.'
Ne de olsa hayatta bir amacının olması güzel bir şey. Sonra Carsel avladığı kuşu aldı ve ona doğru salladı. Ne yazık ki diğer hanımlar bunu görmemişti.
“Senyora’nın eşi bir suçlu değil, bir kahraman. Ama fark ettiniz mi, sabahtan beri sadece Yüzbaşı Escalante avlıyor. Hiçbir şey yakalanmazsa biz de esir düşmüş gibi olacağız. Buradan kımıldamadan öylece kalacağız...”
Solgun ve dimdik yükselen ağaçların arasından erkeklerin tıknaz enseleri görünüyordu. Pislik, tam anlamıyla bir çöp, kumar bağımlısı, sarhoş, sıradan bir Ortega erkeği, idare eder biri, çirkin ama düzgün karakterli, ve... Carsel.
Yana dönmüş yüzlerinden göz ucuyla okunan ifadelerden belliydi—hiçbiri Carsel’in tek başına gösterdiği başarıdan hoşnut değildi.
Bu kadar mı anlamazlar? Av sahasında kimsenin hiçbir şey yakalayamaması bir dertse, tek bir kişinin sürekli bir şeyler yakalaması daha da beterdi. Kart oyunlarında üst rütbelilere kasten eli kaptırıp oyunu veren ince ayarı, burada da biraz sahte ıskalamayla gösterebilirdi.
Ama yok, ille de inatla, harfi harfine başarı gösterecek.
“...Nesi var onun böyle?”
“Efendim?”
“Yok bir şey. Sadece... gururlandım da.”
İçten içe bir övgü değil, aksine yorgun bir iç çekişti bu. Bugün nedense fırsat buldukça Ines’e dönüp hafifçe gülümsemeye çalışan o heykel gibi yüz... Vurdukça gururla dönüp ‘bak yine tutturdum’ dercesine sergilediği o ifadeler...
Yetmezmiş gibi diğer subayların hepsinin bakışları sırtına saplanırken, pişkin pişkin bu tarafa doğru yürümesi—bugünlük görevini alnının akıyla tamamladığını herkesin gözüne sokmak ister gibiydi.
“Ines!”
Nesi var böyle? Sabah ne yedi de bu hale geldi acaba? Ines'in dudaklarında sahte bir gülümsemesiyle ve gözlerinde soru işaretleri vardı.
Bir süre sonra Cassel yanına geldi ve av tüfeği olmayan kolunu usulca açtı. Bu, 'Haydi, sarıl bana—biz zaten her zaman böyleyiz.' demenin jestle ifadesiydi. Her şey sanki olağan bir sevgi gösterisiymiş gibi...
“Gerçekten de ne kadar iyi anlaşıyorsunuz.”
“Yeni evliler sonuçta. Tabii ki öyle olur.”
Hiç de 'öyle' falan değildi.
Ines’in bu küçük şovlara karşılık vermemesi durumunda ortama mahcup bir sessizlik çökecekti. Carsel, en azından başkalarının önünde Ines'in onu hiçbir zaman küçük düşürmeyeceğini biliyordu. İşin kötüsü, onun da bunu bildiğini Ines’ten hiç gizlemiyordu.
Carsel’in, şakaklarına ve başının tepesine ardı ardına sevgi dolu öpücükler kondurduğu sahne, dışarıdan bakan biri için sanki günlerdir ayrı kalmış yeni evliler gibiydi.
Bu an konak içerisinde yaşanıyor olsaydı Ines çoktan başını çevirmiş ve “Yeter artık, bırak beni.” diyerek onu itmişti bile. Ama burada, diğerlerinin yanında sadece gülümsedi ve katlandı. Nitekim o gülümseyen yüzüne de bir öpücük daha kondu.
“Beklerken canın sıkılmadı mı?”
Carsel, onu belinden sıkıca sarıp bir az daha kendine çekti, ardından biraz gevşeterek sordu.
“Senoralar buradaydı sonuçta.”
“Leydi Ines ne zaman sıkılsın ki? Sekiz adam var orada, ama kimin eline tüfek geçse vuramıyor; bir tek kendi kocası her atışta hedefi vuruyor. Zaman nasıl geçti, anlamamıştır bile.”
“Aksine, keyifli halini gizlemekte epey zorlandı.”
“Öyle mi oldu?”
Carsel'in, diğer kadının söylediklerini teyit edercesine Ines’e yönelttiği o yumuşak ses tonu... tam bir yeni evli havasındaydı.
Ines ise onun diğer elinde tuttuğu tüfeğin parlak, düzgün namlusuna bilerek gözlerini dikip Bayan Coronado’nun sözlerine cevap verdi.
“Yüzbaşı Coronado'nun esas nişancı olduğu söylenirdi hep. Carsel bugün sadece şanslıydı. Böyle konuşursanız, bu akşam eve döndüğümüzde kendinizi çok beğenmiş olacağınızdan eminim”
“Evde değil de... şu andan itibaren biraz şımarsam mı diyordum.”
Ines şaşkınlıkla ona döndü.
Şaka yollu bir laf sandıysa da—yok, hiç öyle görünmüyordu. Tam anlamıyla övülmek isteyen bir yüz ifadesi vardı.
Yoksa... gerçekten mi...
“Düşününce, Yüzbaşı'nın eşini de alıp ava çıkması ilk kez oluyor değil mi?”
“Aaa, demek sebebi buymuş.”
“Boşuna şaşırmadım ben de...”
Hanımefendilerin sohbeti hızla bir sonuca varıp sönümlendi. Sanki beş yaşındaki oğulları başka bir evin kızıyla evcilik oynuyormuş gibi, tatmin olmuş gözlerle sırayla onların yüzüne baktılar.
Yani... gerçekten mi?
Kendini göstermek için, rütbece üstlerinin bakışlarına aldırmadan bu kadar hevesle hedefi vurup durmuş olması—sırf onun dikkatini çekmek için miydi?
“Senin bakan için o kadar uğraştım, hiç iltifat yok mu?”
“Aferin,” demesini istemesi bir yana, “Sırf sen bak diye yaptım,” anlamına gelen göz temasıyla da yetinmeyip, şimdi de kulağına dudaklarını yaklaştırarak öyle cilveli bir tonda soruyordu ki...
Az önce çocukların masum oyununu izler gibi bakan hanımların yüz ifadeleri, bir anda 'bu kadarını da görmek istemezdik' der gibi hafifçe gölgelendi.
“Zaten bunlar hep insanın kendini tatmin etmesi için yaptığı şeyler.”
“Ama sen övsen daha çok tatmin olurdum.”
Hiç yüzü kızarmıyordu... Bu saflık mıydı yoksa arsızlık mı, ayırt etmek imkânsızdı.
Ines’in bakışını fark edince diğer hanımlara dönüp zarifçe gülümsedi.
“Ines çok dürüsttür de ondan.”
İşte bu yüzden bugün de böyleydiler. İltifat alma işinde başarısız olan kişi kendisiydi ama bir çırpıda ortamdaki herkesten anlayış dilenen bu rahatlığı ustalıkla yapıyordu. Bayan Bardem bir anda eridi. Ines, Carsel’in böyle anlarda kadınlarla ne kadar iyi başa çıktığını gördükçe içinden bir huzur dalgası yayılıyordu. Kendi içindeki dalgalı duygular da bunun sayesinde hemen yatışırdı.
Sanki biraz önceki o çalkantılı ruh halini diğer hanımlar alıp götürmüşçesine, içi yeniden olağanüstü bir sükunete kavuşmuştu.
Ta ki—
“Yalnızca utandığı için öyle yapıyor. Az önce eşinin ne kadar gurur verici olduğundan söz etti de.”
Hayır. Bu yalan yine kalbinin huzursuzca çarpmasına neden oldu.
Çünkü dönüp ona bakan adamın yüzünde, gülünç denecek kadar saf bir sevinç vardı.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder