This Marriage Is Bound To Sink Anyway 95. Bölüm (Türkçe Novel)


 8. Bölüm – Deniz kızı ve Asker

Raul Ballan’ın Carsel Escalante’yi resmen gözetlemeye başlamasının üzerinden neredeyse on gün geçmişti. Karar verip karargâhın içine kadar sızan Raul’un gözetleme ağı gün geçtikçe daha da incelikli hale gelmişti ama buna rağmen elde edilen sonuçlar gün geçtikçe daha da sönükleşiyordu.

Bu, aslında Ines’in en başta tahmin ettiği tabloydu. Uzağı görmeden sadece eldekiyle aceleci bir değerlendirme yapacak olursa, şu an için bu iş sadece zaman ve kaynak israfı gibi görünüyordu. Dışarıdan zaten belli olan şeylerin içini eşeleyip aynı şeyleri tekrar görmenin anlamı ne olabilirdi ki?

Yani, en başından beri merak ettiği bir şey de değildi. Dolayısıyla sonuç da hayal kırıklığı sayılmazdı. En azından şimdilik. Günün birinde öyle olabilir ama...

Yine de, dinledikçe daha da sıkıcı gelmeye başlamıştı.

“...Saat dört elli civarında Yüzbaşı Mendez’in makamından ayrıldı. Beşte mesaisi bitti. Beş otuz beşte lojistik bürosundan çıktı, hemen ardından eğitim sahasına yöneldi.”

“...”

“Akşam eğitimi dün olduğu gibi tam yedide sona erdi. Bildiğiniz gibi saat yedi civarında da konuta döndü, yani doğrudan eve gelmiş oldu.”

“...”

“Ve şu anda yıkanıyor.”

Bu bilgileri veren Raul’un yüz ifadesinden bile, ne kadar bunaldığı belli oluyordu.

Günün herhangi bir anında Carsel Escalante’nin bulunduğu yer, özel bir durum olmadıkça yalnızca iki seçenek arasında dönüp duruyordu.

Konak. Karargâh. Konak. Karargâh. Konak. Karargâh. Konak. Karargâh...

Sıkıcı, dürüst ve basit bir askerin günlük rutini, tam anlamıyla buydu.

Ines, bir zamanlar konakta sadece uyuyarak geçirdiği günlerde bile bundan daha çeşitli bir günlük hayat sürdüğünü söyleyebilirdi. İnsan bazen rüyasında bile daha çok şey yaşardı.

Birileri, Carsel Escalante için 'askerin ta kendisi' diyebilirdi elbet. Ancak Calstera donanma üssünde subaylara özel kumarhaneler, barlar, sosyalleşme kulüpleri, genelevler hiçbir utanma belirtisi olmaksızın dört bir yanda sıralanmışken, sade bir hayat sürmek erdem sayılsa da nadir bulunan bir nitelikti.

Yani, hafta içi akşamları ne halt yerlerse yesinler, pazar sabahı kilise ayinine hepsi tek tip üniformalarla dizilir, bir haftalık sefahatlerinin günahını itiraf ederlerdi.

Mendoza’da üniforma giyip sokakta dolaşan herkes, tek bir ortak özelliğe sahipti: hepsi ağırbaşlı ve ağırdan alan tiplerdi. Kalabalık halinde görünce bir yerlerde içi boş birer tavus kuşu gibi hissedilseler de, gerçekten de onurlarıyla tanınan, dürüst subayların varlığı inkâr edilemezdi.

Ancak Calstera’ya yerleşmeden önce, Ines’in o 'ağırbaşlı subaylar' hakkında aslında hiçbir şey bilmediğini kabul etmesi gerekirdi.

Carsel Escalante’nin daracık yaşam alanı kadar dar ve sıkıcı bir hayat sürdüren adamların neye benzediğine dair de hiçbir fikri yoktu.

Sonradan anladı ki, subayların büyük kısmı kumarhane ve barlarda vakit öldürüyor, en alt tabakadakiler ise kendi subay lojmanlarından çok daha sık geneleve gidiyordu.

Bu sayede bu sefahatten uzak duran diğer yarısı, kendilerini 'yüksek ahlaka sahip' bireyler olarak görüp rahatça böbürlenebiliyordu. Oysa onların da yaptığı, Redekia Meydanı’ndaki kafelerde pinekleyip, oraya gelen zengin halk sınıfından genç kızları tavlamaya çalışmaktı. Tabii ki eşleri uzakta Mendoza’da onları beklerken.

Ve geriye kalan, bu iki gruba da ait olmayan çok küçük bir azınlık vardı ki, Carsel Escalante gibi yaşıyordu. Eğitim sahasında ter dökerek, aynı sadelikle, aynı sıkıcılıkla....

Calstera’da hiç yaşamamış olsa bile, Ines Carsel’in hayatının genelevlerle ve kumarhanelerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını yine de rahatlıkla kabul edebilirdi.

O, en azından o tür adamlardan farklı bir çizgide duruyordu. Gerçi paçozdu ama... insan denen varlığın özüne olan inancın ne kadar boş bir şey olduğunu Oscar sayesinde yeterince öğrenmişti. Ama buna rağmen Ines, Carsel hakkında tamamen alaycı bir yargıya varmakta zorlanıyordu. Çünkü Carsel özünde iyi biriydi. Bazen Ines’in erken gelen bir suçluluk duygusuna kapılmasına neden olacak kadar.

Yani, Ines onun 'en kötü adam' olmadığına dair insani bir inanca sahip olsa da, aynı zamanda yakın bir gelecekte onu Redekia Meydanı’nda bir kadınla flört ederken hayal etmekte hiç zorlanmıyordu.

Hatta sonunda, kadının kucağına başını koyup dolanıp sarmaş dolaş hale gelecekleri anı bile hayal edebiliyordu.

Gerçi flört etmesine bile gerek yoktu. Yüzü başlı başına bir "tuzak"tı zaten. Oraya sessizce otursa bile, oradan geçen kadınların hayatını mahvedecek bir suratı vardı.

Ve geriye sadece, Carsel’in o kadınlara bir sıra numarası vermesi kalıyordu. Tıpkı Mendoza’da zaman zaman yaptığı gibi. Üstelik özü itibarıyla iyi biriydi, dolayısıyla sonunda o kadınların hayatını gerçekten mahvetmezdi de...

Şu anda o, kelimenin tam anlamıyla kendini tutuyordur. En azından Ines’in Calstera’da olduğu süre boyunca. Ya da belki de sadece Carsel’in bu evlilik hayatına bugünkü gibi tuhaf bir ilgi duyduğu dönem süresince. Her ne olursa olsun, Ines’in şu an Carsel hakkında aceleyle düşünmesini gerektiren bir durum yoktu. Çünkü adam, evlendikleri günden beri zaten biraz kafayı sıyırmış gibiydi.

Ines, bunun bir tür gerçeklikten kaçış olduğunu düşünüyordu. Bu kadar da kabullenmek istemediği bir evliliği mecburen kabul ettikten sonra, sonunda kendi zihnini ikna etmek için bir çıkış yolu bulmuştu demekti.

Durmadan çocuk oyunu gibi ilerleyen bu huzurlu evlilik hayatına bak! Kesinlikle biraz çatlak olmalıydı; ama kendisi de zaman zaman bu çılgınlığa kapılıp gidiyordu.

Tüm bunların sorumlusu, işte bu sincap yuvasıydı.

Şarap partisinden iki gün sonra, Bayan Salvatore Ines’i ziyaret edip özür diledi. Ve özür dilerken laf kalabalığı yapmaktan da geri kalmadı.

Birkaç yıl bu evde yaşamış Binbaşı Elba ve eşinden, onların birdenbire Logrono Tepesi’nin yamaçlarında bir ev alıp taşındıklarından, hanımefendinin bu evi unutamayıp sonunda Mendoza’ya geri dönmüş olduğundan söz etti...

Elba çifti, Mendoza’da neredeyse düşman gibi yaşıyormuş. Ancak bir gün, hanımefendi Calstera’daki bu konutu tesadüfen ziyaret edip manzarasına vurulunca burada kalmaya karar vermiş. Ve işte o noktadan sonra öyle uyumlu hale gelmişler ki, artık bakması bile tahammül edilemeyecek kadar aşk böceği kesilmişler.

Bayan Salvatore’nin aktarımı buydu. Gerçekten öyle sinir bozuculardı ki, onları görünce çıldıracağımı sandım, diyordu. İnsanlar bu kadar değişebiliyorsa içlerine cin falan girmiş olmalı, diye de ekliyordu.

Salvatore biraz negatif bir karakter olduğundan, Ines bunları biraz süzgeçten geçirerek dinliyordu ama bu olayın gerçekten dramatik bir dönüşüm olduğu da açıktı.

Belki de onun dediği gibi, bu deniz kıyısındaki güzel evin içinde gerçekten garip bir aura vardı. Tabii ki öyle bir şey mümkün değildi ama belki de Carsel, Elba çiftinin bu mide bulandırıcı anılarını bildiği halde buna aldırmadan bu konutu seçmişti. Ya da belki evin küçük olması sebebiyle eşlerin yüz yüze daha sık geleceğini, böylece birbirlerine daha çok bağlanacaklarını düşünmüştü. Üstüne üstlük, en iyi manzaraya sahip bu konutu kapmış olmak da bonus olmuştu.

Ama her iki durumda da bir gerçek vardı: Eşlerin birbirlerini sık görmesinin huzurlu bir aile yaşantısının garantisi olduğunu düşünmek büyük bir yanılgıydı. Ortega aristokrasisinde, karı koca ne kadar az görüşürse birbirlerine o kadar iyi davranırlardı.

'Yakın olalım, birlikte yaşayalım' demek, 'Yakında çok büyük bir kavga edelim' demekti. Carsel’in bu tür karmaşık hesaplamaları yaptığı söylenemezdi ama en azından, sabah akşam onun yüzünü görmek can sıkıcı hale geldiğinde, kendi kararının sonuçlarını anlamış olacaktı.

Ne olursa olsun, Ines açısından bu işten zarar etme ihtimali yoktu.

“Yakında aklı başına gelir.”

“Efendim?”

“Yok bir şey. Sen Teğmen Munoz ile ilgili anlattıklarını sürdür.”

“Evet evet... O pislik herifle ilgili meseleye dönecek olursak...”

Günden güne gelişen Raul’un gözetleme ağı, şimdilik gözle görülür bir başarıya ulaşamamış olsa da, farkında bile olmadan sahibine oldukça işe yarar bilgiler kazandırıyordu. Örneğin, Carsel’in zayıf bir yönünü henüz bulamamış olsa bile, onun silah arkadaşlarının, eski amirlerinin ve Harp Okulu’ndan devre arkadaşlarının zaaflarını düzenli olarak gün yüzüne çıkarıyordu.

Carsel hakkında anlatacak bir şey kalmadığında, çevresindekilerin dedikodularını aktararak ne kadar sıkı çalıştığını göstermek istiyordu Raul. Amacıysa son derece masumdu: “Yani, efendim, o çevrede böyle insanlar da varmış... Gerçi Carsel Bey’le araları da pek iyi değil gibi... Neden mi? Bilmem, sadece söylüyorum işte...” Üstelik Carsel’i gözetlemek bahanesiyle kapsamı geniş tutarak yaptığı bu arka plan araştırmaları teknik olarak yanlış sayılmazdı.

Ama dinleyen kulaklar o kadar masum değildi.

Zayıf nokta, insanların birbirlerini kontrol altında tutmasını sağlayan başlıca etkendi. Su yüzeyinde ilişkiler dostluk ve hayranlıkla yürür ama suyun altındaki ilişkiler korkuyla yönetilirdi. Zaafa göre, bu küçük bir iyilik rica etmekten, birinin kendi onurunu bile göz ardı ederek kendini "nesne" haline getirmesine kadar türlü türlü sonuç doğurabilirdi. Kaybedecek bir şeyin varsa, genellikle böyle olurdu.

Raul’un raporuna göre, Ines’in düzenlediği şarap partisine katılanların neredeyse yarısı aşağı yukarı aynı türden adamlardı: Her gün deniz üssündeki kumarhanelerde sürten, içkiye saplanan, Mendoza’da karısı dururken burada arada sırada hayat kadını tutan ya da kendine metres edinen türden... Zaten buradaki askerlerin çoğu öyleydi.

Ines, Ortega’da yaygınlaşan bu tür ilişkiler karşısında artık çok da etkilenmezdi. Sonuçta Mendoza karmakarışık bir yerdi ve her yaştan kadın erkek bunu yapıyordu. Eşler birbirini anlayıp, toplumdan gizlemeyi başarıyorsa sorun da çıkmazdı...

Ama kadını bir nesne gibi satın almak ya da saf bir liman kızıyla evleneceğini söyleyip onu gizlice metres yapmak gibi aşağılık yöntemler tamamen başka bir meseleydi. Aynı şekilde 'Calstera’daki eşim' diyerek, Mendoza’daki gerçek karısını aşağılamak da... Çünkü o erkeği tanıyan herkes, onun gerçek eşinin kim olduğunu biliyordu.

Ortega’da çok eşlilik yasaldıysa bile, her şehirde bir ‘eş’ sahibi olmak, o adamın “eş” kelimesini köpek muamelesi yaparak kullandığından başka bir anlama gelmiyordu. Aynı anda iki kadını bu kadar sorumsuzca aşağılıyorlardı ve işlerine gelmeyince veya işler sarpa sarınca o görevliden ayrılıp sözde “eş” dedikleri metresi arkada bırakıyorlardı.

Kadınlar, kendilerine metres denildiğini o zaman öğreniyor, aslında uzun süredir başkaları tarafından birer fahişe gibi görüldüklerini de ancak o zaman fark ediyorlardı. Oysa çoğu subay, yalnızca şeklen aristokrat olduğundan, kadının hayatına karşılık verebileceği bir 'bedel' bile yoktu. Ama dünya her zaman en kötü kelimeyi gerçek gibi kabullenirdi. O kadınlar, asla fahişe olmamış ve asla bir 'bedel' almamış olsalar da, hikâyenin sonu hep aynıydı. Birinin karısı olarak yaşarken, bir gün ansızın — sadece o kadar.

Yorumlar