This Marriage Is Bound To Sink Anyway 93. Bölüm (Türkçe Novel)


'Seni terk etmemin imkanı yok.'

Ines’in kocası hakkında “Bu kadar aptalca bir şey yapamazdı” diye düşündüğü o yargıyı ihlal edercesine, Carsel Escalante aynaya bakarken son derece yakışıklı ama bir o kadar da aptal bir gülümsemeyle sırıtıyordu.

Ines’in her zaman olduğu gibi nazik olmaktan çok uzak sözlerinden, böylesine sıcak bir ifade çıkmasına neden olan öncül 'Eğer bundan daha az yakışıklı olursan.' dı. Yani özünde, “Biraz çirkinleşsen de seni terk etmem” gibi büyük bir anlam içermeyen, oldukça sıradan bir kabuldü ancak bu cümle Carsel’in zihninde hafif bir yorumla evirildi ve “Ne olursa olsun seni asla bırakmam” gibi sıcacık bir anlama dönüştü.

Bu çok mantıklı bir karardı. Sonuçta biraz çirkinleşse bile, 100 üzerinden 99’a düşmekten fazlası olmayacaktı. Not sisteminin 10 üzerinden olduğunu da hatırlatmak gerekirdi...

Onun, Ortega’daki en yakışıklı erkek olduğuna kimsenin itirazı olamazdı. Eğer kültürel farklılıklar bir kenara bırakılırsa, dünyanın dört bir yanındaki tüm erkekler onun ayakları altında ezilir kalırdı.

Yani terk edilmemesi son derece doğal, tamamen rasyonel bir karardı. Ines onun her yönüyle ilgilenmeyebilirdi ama bu yüzünü—sadece bu yüzünü—gerçekten takdir ediyordu. Yalnızca dış görünüşe bakan bir kadındı...

Ama zaten baştan beri “terk etmek” gibi bir şeyin mümkünatı var mıydı ki? Onlar artık evliydi.

Ortega’da birileri bugün de boşanacaktır elbette, ama Grande de Ortega gibi yüksek soyluluk unvanı taşıyanlar için boşanma neredeyse başka bir dünyanın konusu gibidir.

Bu insanlar için boşanma, tek boynuzlu bir at gibidir—belki bir yerlerde var olduğu söylenir ama kimse gerçek hayatta görmemiştir. Belki de sonsuz aşkla aynı şeydir: varlığı söylentidir, ama somut bir kanıtı yoktur.

Mendoza'nın en üst kademesinde yaşayan insanlar olarak, ne kadar birbirlerini öldüresiye nefret etseler de, yasal olarak birlikte yaşarlardı. Ines’in anne babası öyleydi; bu kadar ileri gitmemiş olsalar da, Carsel’in ailesi de farklı sayılmazdı.

Tam o sırada bir hizmetkar geldi.

“Yüzbaşı Salvatore’un konutundan bir hizmetli geldi. Unuttuğu bir eşya olduğunu söylüyor ancak burada öyle bir şey yok. Ne yapalım?”

“...Salvatore keşke boşanmanın ne demek olduğunu bir öğrense.”

“Efendim?”

“Sarhoş zırvası. Ne olduğunu bul, verip gönder.”

“Ama olmayan bir şeyi nasıl...”

Kapı eşiğinde duran Raul, mahcup bir ifadeyle mırıldandı.

Carsel, üzerindeki gömleği çıkarıp hemen yanındaki kahyasına uzatmak yerine doğrudan Raul’e doğru uzattı ve o da hemen atılıp gömleği aldı.

“Uygun bir şey bulup gönderirim, merak etmeyin.” dedi Alfonso, Raul’ün aksine ne olup bittiğini çoktan biliyormuş gibi konuşmuştu.

Carsel başını hafifçe sallayınca Alfonso, kalan hizmet işlerini Raul’e devreder gibi bir bakış atıp hızla odadan çıktı.

“...Yani, Salvatore Yüzbaşı’nın burada unuttuğu hiçbir şey gerçekten yok, öyle mi? Her yere baktın, değil mi?”

“Evet. Baktım.”

“Sen o kadar da aptal biri değilsin, değil mi?”

“Hayır, değilim.”

"Yani, gerçekten de burada olmayan bir şeyden söz ediyoruz."

Carsel kısa ve net bir şekilde yanıtlayınca Raul, kaşlarını çatıp sordu.

"Ve Yüzbaşı Salvatore, bu malikanede hiç bulunmayan bir eşyayı geri istiyor, öyle mi?"

"Günün büyük kısmını sarhoş geçiriyor. Artık içkiye para harcamasına bile gerek kalmadı."

"Madem öyle, sadece sarhoş bir adamın saçmalıklarıysa... Neden veriyoruz?"

"Çünkü gerçeği anlatmak daha zahmetli."

"..."

"Hani olur da hizmetçi dayak yer diye."

Carsel bu sözleri umursamaz bir tonda söylerken Raul’un uzattığı yeni gömleği aldı. Sanki pek önemi yokmuş gibi konuşuyordu ama sonuçta gerçek buydu: bu yüzden alakası olmayan eşyalar talan edilip gidiyordu.

Yoksa Yüzbaşı Salvatore'ye karşı fazla mı yumuşaktı? Ya da sadece umursamıyor muydu?

Raul karmaşık bir ifadeyle Carsel’in ensesine baktı.

Belki de Salvatore ailesinin hizmetkârlarına karşı... içten içe bir nezaketi vardı.

“...Henüz Ines Hanım’a bir şey söylemedim.”

“Neyi?”

“Sizi... Ines Hanım’ı izlemekte olduğunuzu.”

Raul, günlerdir ciddi bir haldeydi. Onu bu denli rahatsız eden kuşkunun başlangıcı neydi?

Delirmiş gibi öylece dikilip Ines’i göz hapsine alan Hugo muydu? Yoksa yalnızca verilen işi yapıp geçmeye alışkın olan Cara’nın son zamanlarda Ines’in yanından bir an olsun ayrılmaması mı? Arabacının vicdan azabı dolu bakışları mı? Yoksa uzaktan Ines’i görür görmez aniden iç çekip hayal kırıklığı içinde başını öne eğen Alfonso mu?

Şüphe etmeye başladıktan sonra arkası kesilmemişti.

O kadar bariz davranıyorlardı ki, elinde hiçbir somut kanıt olmaması neredeyse hayret vericiydi. Bu tuhaf derecedeki kusursuzluk da neyin nesiydi? Böyle yarım yamalak insanların bu kadar organize olabilmesi... Bu, onların başında bir akıl olduğunu gösteriyordu.

Ve bu küçük malikanede bu düzeyde bir tecrübeye sahip kişi fazla yoktu.

En iyi ihtimalle baş hizmetkar ya da kahya olabilirdi. Ama Arondra gibi dindar ve dürüst bir kadını düşününce geriye yalnızca Alfonso kalıyordu.

“Öyle bir şey yapmadım.”

“...O zaman nasıl demeliyim? Takip mi? Gölge gibi izlemek mi?”

“Aklına geleni söylüyorsun.”

Carsel düşündüğünden de sakin bir şekilde arkasını döndü. Eğer suçsuzsa öfkeyle tepki göstermesi gerekirdi. Suçluysa da en azından biraz daha karanlık bir tavır takınması beklenirdi. Raul’ün hesaplarında böyle bir tepki yoktu.

“Yani?”

“...Sadece, sizin zayıf noktanızı... istemeden öğrenmiş olduğumu size bildirmek istedim.”

Carsel sanki bunu komik bulmuş gibi hafifçe gülümsedi, sonra aynı şekilde sordu.

“Yani?”

Nereden çıkmıştı bu adam?

Ines’in yanında uysal ve hassas davranan kişiyle bu adam aynı mıydı diye insan şüpheye düşüyordu.

“Ines Hanım bunu öğrenirse, asla sessiz kalmaz. Siz de biliyorsunuz. Böyle bir şeyi onun gibi bir kadının gururu asla kaldırmaz.”

“Neden?”

“Efendim?”

"Senden şüpheleniyorum, Ines'ten değil."

Carsel rahat bir tebessümle gülümsedi. O rahatlığın, karşısındakine nasıl tarifsiz bir huzursuzluk verdiğini çok iyi bilen birinin gülümsemesiydi bu.

Raul, sanki zaman bir anlığına donmuş gibi ona baktı. Sonra afallamış halde gözlerini sağa sola kaçırdı, ardından dehşete düşmüşçesine tekrar Carsel’e çevirdi bakışlarını.

Sanki biri dokunsa yüksek sesle çığlık atacakmış gibi diken üstündeydi.

“Yoksa, yoksa...”

“Yoksa ne?”

“Yoksa beni... kıskanıyor musunuz?..”

Dudaklarının arasından çıkan ses, sonunda “Hiiiiek...” gibi havası kaçmış bir balonun acıklı iniltiyi andıran tınısıyla döküldü.

İşiten bir başkasının bile enerjisini çekip alacak türden.

Ve işte, o kadar saçma bir söz duyunca — Carsel, belki de ilk kez — bunu kabul edebileceğini fark etti.

Kıskançlık...

Evet, kıskançlık değilse, en başından böyle bir şeyin olması mümkün değildi.

Şu haldeki zavallılığıyla, o herifin ağzından “zayıf noktanı yakaladım” gibi laflar işitecek duruma düşmüşse, bu ancak kıskançlıkla açıklanabilirdi.

Ama kıskançlık ille de büyük duygularla gelen bir şey olmak zorunda değildi. Paylaşmak istemeyen dar görüşlü bir insan olmak da yeterliydi.

Kimi annesini, kimi oyuncağını, kimi arkadaşını, kimi yiyeceğini, kimi bir tabancasını paylaşamazdı.

Ve elbette, kimileri sevgilisini de...

Carsel içinse bu, Ines idi.

“Nasıl... nasıl böyle rezil bir... Ben... ben cesaret edip...”

“Rezil olacak ne var? Sen erkeksin, Ines kadın.”

“...”

“Yani ne istersen yapabilirsin.”

“Size nasıl cevap vermem gerektiğini bilmiyorum... Gerçekten hem insanı küçümseyip hem de bu kadar önyargısız olmayı nasıl başarıyorsunuz...”

Carsel omuz silkti ve alayla gülümsedi.

“Ines’in senin gibisiyle yetinecek biri olmadığını biliyorum.”

“...Benden mi şüphe ediyorsunuz yani?”

“Şüphelendiğimi söyledim ya.”

“Gerçekten çok karmaşık bir insansınız, o yüzden soruyorum. Aynı ağızdan iki ayrı laf çıkıyor.”

“Belki de sadece hoşlanmıyorumdur.”

Bunu kabul etmek için kötü bir gün değildi.

‘Çirkinleşsen de seni terk etmem’ gibi tek bir cümle bile büyük bir ilerleme gibi hissedilen bir günde...

Ines’in köpeğine bir parmak ucunu atıştırmalık niyetine vermekten ne çıkar?

“Beni sevmediğinizi zaten biliyordum... ama bu kadar nefret ettiğinizi tahmin etmemiştim.”

“Bildiğin için belki de daha da nefret ediyorumdur.”

Bir şeyi kabullenmişken, arkası da kolay geliyordu. Carsel itirafın devamını da hiç zorlanmadan getirdi. Raul ise sessizce dudaklarını ısırdı, ardından içi öfkeyle dolu bir kararlılıkla sordu.

“Nasıl ispatlamamı istersiniz? Kafamı pencere pervazına çarpayım mı?”

“İnsan dediğin kendine karşı merhametlidir. Öyle yapsan da ölmezsin.”

“Siz dur diyene kadar yaparım demek istedim.”

Öl dedikleri lafın üzerine daha da uç bir cevap gelmişti.

Carsel hayretle dilini şaklattı.

“Sıradan bir delilikle açıklanacak gibi değil bu.”

“Ben sadece ortalama seviyede sadık bir hizmetkarım.”

Neresinden baksan, hiç de öyle görünmüyordu. Raul’ün cevabı onu daha da çatlak biri gibi gösteriyordu.

Carsel keten gömleğinin düğmelerini gevşetip bacak bacak üstüne atarak yerine oturdu.

“Peki, benim zayıf noktamı ne yapmak için öğrenmiştin?”

“Aslında hiçbir şey yapma niyetim yoktu. Yalnızca Ines Hanım incinmesin diye... hizmetkar olarak bir ricada bulunmak adına...”

“Tehdit niyetiydi yani. Söylesene, sen Ines’in nesisin tam olarak?”

“Sürekli ‘köpek herif’ diyorsunuz ya, işte o.”

“Demek duydun. Beklendiği gibi köpekler gerçekten farklı oluyor.”

“Ortalama sadık bir köpeğim. Sahibime zarar gelirse ısırırım. Sahibim tehdit altında olduğunu hissederse—”

“—Yoksa Ines’e aşık mı oldun?”

Carsel’in aniden ortaya attığı bu cümleyle Raul’ün yüzü ansızın alev aldı.

Yüzünün her bir santimi, kulaklarından boynuna kadar kıpkırmızı kesildi. Ama bu kızarma utançtan ya da mahcubiyetten değil, doğrudan öfkeye benziyordu.

Carsel, Raul’ün yüzünde birden beliren o gelgitli değişimleri, sokakta bir komedi izler gibi dirseğini yaslayıp sessizce seyretti.

Bütün bunların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyor gibiydi. Bu konuda çok meraklı bile görünmüyordu...

Raul derin bir nefes verdi ve sonra oldukça küstah, neredeyse meydan okuyan bir bakışla ona döndü.

“Aşk diyerek beni o kadar bayağı bir kelimenin içine sıkıştırmayın lütfen... Benim sadakatim ondan daha yüce bir şeydir.”

Sanki bir hakarete uğramış gibi öfke dolu bir tonda söyledi bunu.

“Vay be. Böyle konuşunca gerçekten tam bir sapık gibi görünüyorsun, farkında mısın?”

“Ne söylerseniz söyleyin, etkilenmem.”

Yüzü zaten çoktan etkilenmişti—kızarmış, morarmış, karma karışıktı.

Kutsal bir sadakati, ‘aşk’ gibi bayağı bir kelimeyle küçümsendiği için öfkelenen... sadık ama bir o kadar da çılgın bir sapık.

Carsel’in gözünde, normal insan aklının sınırlarını aşan biri zaten sapık sayılırdı.

Ne kadar “yüce” olursa olsun, işin ucu dönüp dolaşıp aynı yere varıyordu: sapıklık.

Evet... sonuçta kendisinden hiç de farklı olmayan bir tür sapıktı bu da.

Yorumlar

Yorum Gönder