This Marriage Is Bound To Sink Anyway 92. Bölüm (Türkçe Novel)


Ines usulca gözlerini kırpıştırarak ona baktı.

Bu kadar ciddiyetle açıklama yapmaya gerek var mı diye sormak istedi ama sadece bunu sormak bile Carsel’i oldukça gerecek gibiydi.

Bu kadar iri yarı bir şey nasıl bu kadar kırılgan görünebilirdi ki

“Benim görmediğim yerlerde, acaba bu hoş bir şans olabilir mi?”

Sorduğu anda, çatlamış bir porselen gibi Carsel’in yüzü tamamen bozuldu. Ines aceleyle ekledi.

“Yani, eskiden olduğu gibi.”

Bu tam tersi bir etki yaptı. Carel, sıkıca kapattığı dişlerinin arasından güçlükle sabrını toplayarak sordu.

“...Bizim ne yaptığımızı, burada yaşamana neden olan şeyin ne olduğunu hatırlamıyor musun?”

“Evlilik tabii ki. Şaka yapıyorum. Senin kaybedecek bir şeyin yok, bunu da biliyorum. Böyle küçük bir şans elbette senin için önemsizdir.”

“Neden şansmış bu? Kahretsin, Ines, bana doğru düzgün bakmıyorsun bile.”

"Eh, çoğu erkek..."

"İhtiyacım yok. Almayacağım. Bana o kadar şans versen bile almayacağım."

"Tamam. İstemiyorsan alma."

Ines sanki önemsediği bir hediye reddedilmiş biri gibi elini havada salladı.

Carel ise kızgınlıkla, onun eli ısırdı. İki çocuk arasında yaşanan saçma bir kavga gibiydi. 

“Ah!..”

"Kötü hissetmeye hakkın yok, Ines."

"İncinmiş hissetmeye hakkın yok, Carsel."

"...Doğru."

Sanki aralarında hiç tartışma olmamış gibi, bir anda soğuk su serpilmişçesine pişman oldu. Ya da istemeden söylediği bir söz yüzünden taşlanmış bir kurbağa gibiydi.

Carsel’in öfkesi aniden sönünce Ines biraz şaşırdı.

"...Evet, ben bir pislik olduğum için sana böyle hakaret ediliyor."

"Hiç hakarete uğramadım."

"Yani sonunda sana hakaret eden ben sayılırım."

"Hiç hakarete uğramadım diyorum."

Carsel yavaşça onu saran kollarını gevşetti ve uzun zamandır beklediği özgürlüğüne rağmen Ines durduğu yerden kıpırdayamadan ona baktı. Güçle tutulmaktan çok, o bitkin ve mağlup köpek gibi ifadesinden kurtulmak daha zordu.

Ona durmasını emredebilirdi ama yüzündeki hayal kırıklığı ifadesinden nasıl kurtulabilirdi ki...

'O incinmiş köpek bakışlarını bırak' demek çok kaba olurdu.

"Özür dilerim."

"..."

"Senden daha önce özür dilemeliydim."

"Evlenmeden önce özür dilediğini hatırlıyorum."

“Bir köpek gibi yaşadığım için özür dilerim.”

“...Bence özür diledin, Carsel.”

“Belki de beni hiç sevmediğin için böyle yaşamam seni hiç üzmedi, bunu hiç umursamadın; bu yüzden sorun olmadığını söylüyorsun ama...”

“...”

“Ben gülünç yaşadım ve seni de gülünç duruma düşürdüm.”

“...”

“Bunu fark etmemiştim.”

Yani, sanki onun onurunu lekelediği için o uçurumdan atlayıp öleceğini söylemesi şaşırtıcı olmayacak kadar çaresiz bir haldeydi.

Carsel daha da uç noktalara gitmeden önce Ines ağzını kapattı.

“Lütfen ciddi olma. Sanırım unutuyorsun, şu an bir partidesin. Misafirler her yerde...”

“Ines, dediğin gibi zamanı geri çeviremeyiz, bu yüzden telafi edemem.”

“Telafi etmene de gerek yok. Söylediklerimi hatırlıyor musun?”

"Ama sana borcumu ödemek istiyorum."

"Ödemek zorunda değilsin."

“Bunu telafi edeceğim.”

“Lütfen yapma.”

"Telafiyle ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum ama yapma..." Ines nazikçe fısıldadı.

"Bunu telafi edemezsem, ölmek isteyeceğim, Ines."

"Telafi edemezsin. Hayır. Gerek yok."

"Öyleyse ölebilir miyim?"

"Hayır."

Hayatta kalmalı ve kaçamak yapmalısın... Aldatma yapmalısın...

Bir zamanlar Ines, gelecekteki kocasının çapkın biri olmasındansa erken ölmesini isterdi. Ama on yedi yıllık bağlılık sonrasında, Carsel Escalante’nin uzun yıllar mutlu yaşamasını ve birçok kadınla olmasını diledi. 

'Ne kadar süreceği umurumda değil.'

Aslında yüzünün hakkını vermeye devam etmesi en büyük telafiydi. Ama 'kadınlarla görüştüğüm için üzgünüm' diyen bir adama, daha fazla kadınla görüşerek telafi etmesini istemek, artık ipucunu doğrudan eline vermek olurdu.

Ines, sessizce ona bakarken iki avucuyla onun yanaklarını tuttu ve başını kendine eğdirdi. Evlilikten hemen önce ondan alışılmadık birçok hal görmüştü, ama böylesine içten ve mahzun bir bakışı daha önce hiç görmemişti.

“Carsel... senden tek bir şey istiyorum.”

Derin bir nefes aldı, sonra yumuşak bir sesle devam etti:

“Böyle kalman.”

“...”

“Olduğun gibi. Bu yakışıklı yüzle. Gözlerin, burnun, dudakların... hepsi aynı kalsın.”

“...”

“Elbette zamanın karşısında kimse duramaz. Ama senin gibi bir adamın yüzünde kırışıklıklar bile karizmatik duracaktır. Yine de belli mi olur, güneşe dikkat et...”

“Zaten doğuştan böyleyim ben.”

“İşte o mükemmel yüzü, olduğu gibi mükemmel şekilde korumanı istiyorum Carsel. Benim için en büyük telafi bu.”

“...Üzgünüm ama kulağa gerçekten saçmalık gibi geliyor.”

“Altı yaşındayken de bu yüzü gördüm, yirmi üç yaşımda da bu yüzü görüyorum. Sana aşıkken de bu yüz vardı, senden en ufak hoşlanmadığım zamanlarda da bu yüz aynıydı. Hep.”

“...”

“Aslında, Carsel... senin gibi yakışıklı biri için ‘rezilce’ yaşamak çok kolay. Ve bu senin suçun değil. Dünya seni öyle yaptı...”

Sokakta büyüyen bir çocuk, zamanla hırsıza dönüşüp bir gün kendini bağışlayacak birine günah çıkardığında belki de buna benzer bir şey duyardı.

'Sen doğuştan suçlu değilsin. Seni suçlu yapan bu dünya.' Bundan ne farkı var?

“Çünkü erkeklerin çoğu çirkin bu dünyada. Öylesine verimsiz bir ortamda, kadınların hala görsel zevki olması ne acı, değil mi? İnsan, umudunu kaybetmiyor işte... Sen ise bir bedenle pek çok kadını mutlu ettin.”

“Bu hala saçmalık gibi geliyor. Ines.”

Yani faydalı bir paçavra mı oldum, ne oldum?

“Bana duyduğun suçluluğu başka kadınların mutluluğuyla dengele. O zaman denklenmiş olur. Yok, aslında... Senin yüzünün dünyaya sağladığı olumlu etki sonsuz bile olabilir. Hem, ben senin yüzünden hiçbir zaman acı çekmedim ki.”

“Ve işte bu yüzden her şey çok tuhaf.”

“Tekrar söylüyorum, bu yüzle yaşamaya devam etmen tek telafi yolun.”

Ve o yüzle hala mutlu edemediği kadınları da mutlu etmek—böylece onu da, yani Ines’i de mutlu etmek.

Ines’in yüzünde yalnızca içtenlik okunuyordu. Bu yüzden Carsel onun söylediklerinin her biri saçmalık gibi gelse de, yine de elini kaldırıp kendi yüzünü tuttu.

“...Bundan daha az yakışıklı olursam, beni bırakacak mısın?”

“Olmaz öyle şey.”

“...”

“Benim seni terk etmem mümkün değil ki.”

Evliliği bitirme işi ona düşerdi. Ines, bu cümleyle konuşmayı sonlandırır gibi onun çenesinin altına hafifçe bir öpücük kondurdu. Uzakta, Albay Varka'nın onlara doğru yaklaşmakta olduğunu görmüştü.

Carsel taş kesilmiş gibi kıpırtısız kaldı, sadece gözlerini kırptı. O esnada, oturma odasından Senora Coronado fırlayıverdi.

“Senora Escalante, eşinizle güzel zaman geçirmenizi böldüğüm için üzgünüm ama... gün batıyor! Elbette her gün görüyorsunuzdur, ama misafirlerinizle birlikte izlemek de özel olmaz mı? Herkes gerçekten çok duygulandı ve teşekkür etmek istiyor...”

“Ines?”

Carsel şaşırtıcı bir hızla yüzüne yapay bir gülümseme yerleştirdi ve Ines’i nazikçe içeri, salona doğru yönlendirdi. Ines, onun tekrar Albay Varka’ya yakalanıp bir kadeh daha uzatıldığını gördü—ve ardından Senora Coronado’nun peşine takılıp terasa geçti.

Başta sadece sohbete yeniden dahil olmasını sağlayacak bir bahane sandı ama terasa çıkan hanımlar gerçekten de gün batımının büyüsüne kapılmış görünüyordu.

Ines, kendisine samimiyetle edilen teşekkürleri mahcup bir tebessümle kabul ettikten sonra sessizce Marchesa Varka’nın yanına oturdu ve bahçenin ötesine uzanan denize baktı.

Günbatımının sıcak kızıllığıyla yıkanmış bahçenin dört bir yanına, hizmetkârların erkenden yaktığı sokak lambaları çiçek gibi serpiştirilmişti. Ufuk çizgisinde yanmakta olan güneşin üstünde yüzen bulutlar, her biri kendi tonunu gökten almış gibiydi.

Manzaranın büyüleyici olduğunu yeni fark ediyordu. Ines, sessizce gözleriyle içine çekti.

“Sanırım şimdi anlıyorum.”

“...Neyi?”

“Yüzbaşı Escalante bu manzarayı size göstermek istemiş olmalı.”

Markizin mırıldanır gibi söylediği söz üzerine Ines ona döndü. Daha Ines o sözün anlamını tam olarak kavrayamadan, Senora Coronado heyecanla söze girdi.

“Evet, öyle görünüyor. Böyle güzel bir yerde, güzel eşiyle baş başa yaşamak istemiş belli ki.”

“...”

“Dışarıdan öyle görünmüyordu ama... o koca cüssesiyle nasıl da sevimli şeyler düşünüyor, değil mi?”

“Senora Coronado, kusura bakmayın ama bu söylediklerinizi anlamakta biraz zorlanıyorum.”

“Yüzbaşı, sizinle evlenmeden hemen önce bu konutu satın aldı ya.”

“...”

“Yoksa bilmiyor muydunuz? Önceden karargâh yakınlarında oldukça büyük bir konağı vardı diye hatırlıyorum...”

“Evet, doğru.”

“Öyle değil mi? Daha önce bir albayın yaşadığı yermiş. Yüzbaşı Escalante ise henüz teğmenliğe terfi eder etmez orada tek başına yaşamaya başladı.”

“Ve ben de kocama ukala herifin teki demiştim, hatırlıyorum.”

“...”

Ines’in aklında bu bilgiler yerli yerine oturmuyordu. Karargâhın yakınında, hem de kocaman bir konak varken...

“Doğrusunu isterseniz,” dedi bir diğeri hafif sesle, “kimileri yeni evlendiği eşini bu kadar daracık bir eve tıkayıp sonra da kaçmasını mı bekliyor, diye laf etti. Ama kötü niyetle değil, yani... sonuçta Senora sıradan biri değil. Sıradan bir soylu da değil, Balestena Dükü’nün kızısınız.”

“Biz bile küçük deyip dırdır etmez miydik o ev için? Söz konusu Balestena’nın genç hanımefendisi olunca, tabii ki...”

“Gerçekten de düğünlerinden hemen öncesiydi. Binbaşı Elba’nın evine el koydu diye duymuştum.”

El koyacak başka yer mi kalmamıştı da şu fare deliğine göz koymuştu? Evet, burası güzeldi. Sevimli, sıcak, ve şu an—tam bu anda—büyüleyici biçimde güzeldi.

Ama yine de... neden?

“El koymak değil de, sanki rüşvet gibi olmuş. Rahmetli Amiral Escalante’nin birkaç eşyasını vermiş galiba.”

“Bana kalırsa sürünerek gitti aldı onları. Denizciler için Yüzbaşı Escalante'nin dedesi rahmetli olsa bile krallar gibi yüceltilir...”

“Senora! Senorita!”

Ines'in kuşkuları giderilemeden, birdenbire bahçeden onlara seslenen albayın sesini duydu; Yanında Carsel vardı—az önceki o yapmacık yüz ifadesiyle hâlâ gülümsüyordu. Ne ara oraya gitti? Ines tam bunu düşünürken, az önce Marchesa’nın söyledikleri kulağında yankılandı.

'Yüzbaşı Escalante bu manzarayı size göstermek istemiş olmalı.'

Sanki gerçekten biri aynı cümleyi tekrar etmiş gibi ürperdi. Ancak bu düşünceyi yerle bir edercesine albay haykırdı.

“Escalante cephaneliği gösterecekmiş! Bu küçücük evde cephanelik varmış!”

Adamlar komut verilmiş gibi hep bir ağızdan kahkaha atarken nes, Carsel’le göz göze geldi. Az önceki gibi ne yapacağını bilememe hali gelmeye fırsat bile bulamadan, adamlar terasa doğru akın etmeye başladı. Merdivenleri tıkır tıkır tırmandılar ve çok geçmeden evin içinde dolup taştılar.

“Tam hep birlikte bakmaya gidiyorduk, hadi siz de gelin!”

Önce kadınlar, ardından da erkekler salona girdiler ve dar evi doldurdular. Ines birden beline sıkıca sarılmış bir el hissetti.

Evin sahibi olarak öne çıkmaları elbette doğaldı. O önde yürürken Carsel’in bir misafir gibi arkada durması düşünülemezdi...

Ama gecenin bir vakti onu aniden kucaklayıp yatağa atsa bile bu kadar şaşırmazdı. Ines gerçekten afallamıştı. Carsel ise onun şaşkınlığına şaşırmış gibiydi ve garip bakışları ayrılmadan önce bir an havada buluştu.

“Bu kadar küçük bir yerde ihtiyacın olan her şeye sahipsin.”

“Bu av tüfeği de ne? Daha önce böyle bir şey ne duydum ne de gördüm.”

“Ah, onu Ines cephaneliği hazırlarken hediye etti.”

“Bu Senora Escalante’nin hediyesi mi?”

“Gerçekten mi, Senora?”

“...MalikAneyi izinsizce yeniden düzenlemiştim. Onun kullandığı şeyleri tamamen göz ardı ederek... Dolayısıyla gönlünü almak için birkaç hediye gerekiyordu.”

Ines yakındaki bir subaya cevabını gülümseyerek verdi Ama nedense boğazında bir yanma hissetti.

“Kış bahçesine bir oyun masası koyma fikri de Senora’ya aitmiş.”

“Tanrım, Escalante. Böyle bir kadınla mı evlendin sen?”

“Orası gerçekten harikaydı. Bir kere oturunca kalkmak istemiyorsun.”

“Bunu senin yapman için yapmış olmalıl. Erkeğe şarap ve kağıt ver yeter, başka şeye ihtiyaç duymazlar.”

Markiz arkalarından kasıtlı olarak alaycı bir şekilde konuştu ve Erkekler yine bir ağızdan güldü. Amirlerine ya da onların eşlerine nasıl yağ çekileceğini çok iyi biliyorlardı.

Yeni cephanelik, on kişilik grup için biraz dardı. Koridorlara kadar dolan misafirlerle alan tamamen dolmuştu. Ines bir anlığına, Carsel’in sahip olduğu tüm silahların nerede olduğunu merak etti. Çünkü bu eve gelmeden önce...

Carsel’in yüzüne yeniden baktı. Kum tanesi gibi bir şey, içten içe rahatsız eden bir his geriye kaldı. İnsanlar onu övgüye boğarken, Carsel soylu bir genç adam rolünü başarıyla sürdürüyor, sanki gerçekten mutlu ama ölçülü biriymiş gibi davranıyordu.

Ya tüm bunlar rol değilse?

“Hazır konu açılmışken bu grupla birlikte ava mı çıksak?”

“Tam da dolunay civarına denk geliyor. Tilki avı için ideal bir zaman. Ne dersin Escalante?”

Bir anda sesler, başka bir dünyadan geliyormuş gibi uzaklaştı. Carsel’in sesi bile...

‘Böyle güzel bir yerde, güzel eşiyle baş başa yaşamak istemiş belli ki.’

Saçmalık.

‘Böyle şey olamaz. Benim yüzümden...’

Carsel Escalante’nin bu kadar saf ve aptalca bir şey yapmış olamazdı.

Yorumlar

  1. Ines bacım çok saçma konuştun bu bölüm reca ederim aklına başına al artık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cok haklısınız bence carsel e haksızlık oluyor artık

      Sil

Yorum Gönder