This Marriage Is Bound To Sink Anyway 91. Bölüm (Türkçe Novel)

Ines’in sözleri, hedefin tam ortasına ok saplamak ya da binicilikte bir engeli aşan kişiyi övgüyle karşılamak gibi bir şeydi. Tabii şu kısmı hariç: Carsel, şu an karısının gözü önünde sarhoş olup kendisine yapışan bir kadını yarı kucaklayıp yarı uzaklaştırmaya çalışıyordu.
“Ben şu an bunu isteyerek yapıyor değilim...”
“Öyle olsa da, sana bir zararı yok ki. Aslında hoşuna bile gidiyor, değil mi?”
“...”
“Güzel kadın sonuçta.”
Elbette ki, her sabah aynaya baktığında Tanrı’nın kusursuz yaratımıyla karşılaşıyor olabilirdi. Ama Carsel’in Mendoza’da alışkın olduğu kadınların güzellik seviyesiyle kıyaslanınca, Senora Salvatore olsa olsa “fena değil” seviyesinde kalıyordu.
Yani Carsel’in büyüleneceği bir yüz sayılmazdı. Ama Ines'e göre Calstera oldukça özel bir yerdi.
Bu askeri limanın kendine has şartları ve çökmeye yüz tutmuş Salvatore evliliği göz önünde bulundurulursa... Senora Salvatore, gayet makul bir seviyedeydi.
“Ne yapıyorsun sen?”
Ines, Carsel’in bir anda Senora Salvatore’yi bir yük gibi omzuna attığını görünce şaşkına döndü.
Ne kadar zayıf olursa olsun, bilincini kaybetmiş birini taşımak her zaman taş gibi ağır gelir. Ama Carsel, sanki ağırlığı yokmuş gibi, hacmi sadece insan kadar büyük bir paket taşırmışçasına onu kolaylıkla kaldırdı ve hiçbir şey söylemeden, adeta kadını “ortadan kaldırır” gibi salondan çıkıverdi ve Ines'in sorularını sanki hiç sorulmamış gibi geçiştirdi.
Gerçi, bir zamanlar onu da tek koluyla kucağına alıp götürdüğünü düşününce, bu güç meselesi şaşırtıcı değildi. Ama Ines, kadının onurunu düşünerek olayı en azından sessizce idare etmeye çalışmıştı. Bu şekilde, baygın bir kadını göz göre göre yük muamelesi yaparak taşımak da neydi?
Ve tabii ki, beklendiği üzere... Senora Salvatore, Carsel’in omzunda taşınır taşınmaz, terastaki kadınlar birer ikişer salonun içine hücum etti.
“Senora! Az önceki gerçekten Yüzbaşı Escalante değil miydi?”
“Görüp de bunu soruyorsun yani? Tabii ki oydu. Senora Salvatore büsbütün bayılmış galiba? İkisi de epey zor durumdaymış gibiydi.”
“Az önce Senora Salvatore’nin içtiği şey...”
“Şarap değildi. Buna eminim.”
Ines tek başına Senora Salvatore’nin sarhoşluğunu göğüslerken, hepsi başka bir dünyadaymış gibi davranmışlardı. Şimdi ise o sarhoşun izini süren koku köpekleri gibi geçmişe dönüp iz sürmeye başlamışlardı.
Ama bu duruma sinirlenmek bile gereksizdi. İnsanlar böyledir işte. Sözde onur ve gurur her şeyden üstünmüş gibi davranırlar; sonra da, sanki o onuru hiç takmamışlar gibi her şeyi görmezden gelirler.
Önünde yüzüne karşı söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri, arkasından söylemek mümkün oluyordu elbet. Başkalarının onurunu sadece yarım yamalak gözetmek de mümkündü.
“Yoksa oradaki içkiden içmiş olabilir mi...”
“Aman Tanrım, olamaz! Bu gerçekten hiç saygıya sığmaz. Senora Escalante hiçbir şekilde ikram etmedi ki! Başkasının evinde, sahibinin izni olmadan...”
“Peki şunu gördünüz mü? Yüzbaşı Escalante’nin Senora Salvatore’yi...”
“Gerçekten göz açıp kapayana kadar oldu, değil mi? Öylece hop diye omzuna aldı...”
Belki de sorunlu biri gözlerinin önünden çekildiği için değil, sadece Carsel’i görmüş oldukları içindi bunca şaşkınlık.
Ines, bu konuşmaların arasından, kadınların gözünde Senora Salvatore’nin bir insan değil, sadece Carsel’in omzunu süsleyen bir aksesuar haline geldiğini sezdi.
Yani, görünüşte hala ona karşı bir kibarlık gösteriyorlardı ama aslında oldukça da saygısızlardı.
“Yemin ederim, başta Senora Salvatore olduğunu bile anlamadım. Sadece biri üstünden geçerken bırakıvermiş bir kıyafet sandım.”
“Balayında olan bir çiftin konağının tam ortasında kim üstünü çıkarırmış? Ne rezillik...”
“Bir benzetme canım, bir mecaz. Yılanın derisini, kelebeğin kozasını bırakması gibi. Carsel’in omzunda öyle hafifti ki... İçinde biri olduğunu düşünebilir miyiz?”
“Omuzları... omuzları nasıl bu kadar geniş olabiliyor gerçekten...”
“Senora, çok şanslısınız. Eşinizin kuvveti gerçekten...”
“O da genç ama. Genç olunca tabii ki...”
“Genç olmayan mı var burada? Ama hepsi öyle değil işte.”
“Yüzbaşı Escalante'nin, zaten şu dış görünüşü...”
“Ines.”
Carsel’in sesi yeniden odaya yayıldığında, zarif Barqa Markizinin bile yelpazesini usulca sallayıp onun çekiciliğini onayladığı bir andı.
Az önceye kadar Ines’e doğru bir şeyler söylemek üzere olan dudakları, onu kalabalığın ortasında görünce sessizce kapandı. Tam o sırada, Yüzbaşı Coronado’nun eşi küçük adımlarla Carsel’e yaklaştı.
“Yüzbaşı, Senora Salvatore... nasıl?”
“Maalesef, aniden kendini kötü hissettiğini söyledi.”
“Elbette öyledir ama...”
“Az önce Yüzbaşı Salvatore ile birlikte arabaya bindirip uğurladım.”
“Peki, Yüzbaşı Salvatore nasıldı? Ayık mıydı?”
Carsel, cevap vermek yerine o meşhur yakışıklı yüzüne sığınır gibi bir gülümseme takındı. Bu davranış sanki büyük bir açıklamaymış gibi görünce, Coronado’nun eşi kocaman kırmızılaşmış yüzüyle başını hararetle salladı.
“Ah, tabii ya. Senora’yı arıyordunuz değil mi?”
“Öyle pek önemli bir mesele değil aslında ama...”
“Senora Escalante! Senora Escalante!”
Birinin bu evi görünce “sincaplar yuva yapar burada” demesi boşuna değildi. Ev küçükse, elbette salon da büyük olamazdı.
Dolayısıyla İnes’i böylesine yüksek sesle çağırmaya gerek yoktu ama bunu yapmakla kendini pek önemli biri sayan Coronado’nun yüzünde öyle bir memnuniyet vardı ki, Ines onun beklentisini boşa çıkaramazdı.
“Sadece yeni evli oldukları için eşinin yüzünü tekrar görmek istemiş! O yüzden dönmüş!”
Carsel tek kelime etmemişti oysa. Ama sanki 'siz uzak olduğunuzdan duymamışsınızdır' dercesine, bu bahaneyi kendi kendine uydurup yüksek sesle dillendiriyordu.
“Azıcık bile ayrı kalmaya dayanamamışlar demek ki.”
“Yeni evliler işte...”
"Karargahta bile ikiniz hakkında konuşuldu. Kimse sizi şahsen görme şansı bulamadı ama..."
“Öyle mi? Ne gibi hikâyeler? Aşktan gözlerinin kör olduğu falan mı?”
"Evet, evet. Demek Yüzbaşı Escalante evlenir evlenmez sonunda sakinleşti ve..."
Genç Teğmen Anaya’nın genç karısı heyecanla çenesi düşmüş halde konuşurken, birden ağzından çıkan cümleyi fark edip dudaklarını birbirine bastırıp sustu.
"Sonunda sakinleşti" ifadesi, doğal olarak daha önce de bir paçavra gibi oradan oraya savrulduğunu ima ediyordu. Ve o süre zarfında, odada Ines'in nişanlısı olduğunu bilmeyen kimse yoktu.
Gerçekten de son derece gergin bir sessizlik içinde, Ines kalabalığın arasından geçerek sonunda Carsel’in karşısına ulaştı.
Carsel, sanki bunu bekliyormuş gibi nezaketle izin isteyip İnes’in beline uzanarak onu salon kapısının dışına çekti. Yalnızca bir duvarla ayrılmış olmalarına rağmen, o tatsız sessizlik biraz olsun yumuşadı.
“...Böyle olacağını bilseydim, hiç geri dönmezdim.”
Elbette, bu sadece Ines için geçerliydi. Carsel hâlâ son derece rahatsız bir ifadeyle, ne onu bırakabiliyor ne de tam olarak yanına çekebiliyordu. Öylece mırıldandı.
“Biraz sıcak oldu.”
Yönünü belirleyemediğin sürece ben belirlerim der gibi, Ines bırakmasını ima eden bir tonda konuştu ama Carsel hâlâ onu bırakmıyordu.
Uzaktan subayların gülüşmeleri duyuluyordu, onların dikkatini çekmek istemeyen hanımlar ise seslerini alçaltarak başka konular açma gayretiyle konuşmaya devam ediyordu. Tüm bunların ortasında, aralarındaki sessizlik yeniden çöktü.
Nihayet Carsel derin bir iç çekerek konuştu.
"…Az önce Senora Anaya’nın söyledikleri hakkında..."
"Boşver. Onlar benim payıma düşen şeyler."
"...Senin payına mı düşen?"
“Seninle evlendiğim andan itibaren, duymak zorunda kalacağım sözler bunlar.” dedi Ines.
“...”
Carsel’in kulağına bu sözler ‘Senin gibi biriyle evlendiğim için, ömrüm boyunca katlanmak zorunda olduğum hakaretler.’ gibi gelmişti.
Ines’in bu cümleyi ne kadar sakin, sanki sadece bir gerçeği ifade ediyormuş gibi soğukkanlı şekilde söylemiş olduğu hiç fark etmezdi.
Carsel’in onun beline doladığı eli bir an gevşer gibi oldu ama hemen ardından onu daha da yakınına çekti. Salondan, kimsenin seslerini duyamayacağı kadar uzağa götürdü.
Eğer Ines’in bol etekleri araya girmemiş olsaydı, ikisinin arasında neredeyse boşluk kalmayacaktı.
Yüzü suçlulukla gölgelenmişti ama elleri... tam tersini söylüyordu.
“Böyle şeyleri duyduktan sonra bile sana yanaşıyorum... gerçekten yüzsüzüm ben.”
“Bırakırsam, telafi edecek bir fırsatım da kalmaz çünkü.”
“Carsel. Zamanı geri çevirmediğin sürece, telafi edebileceğin hiçbir şey yok.”
Ines bunu son derece sade ve net bir şekilde söyledi. Carsel’in ifadesi garip bir şekilde dondu.
Ines sanki konuşmamış da parmağını falan kesmiş gibiydi. Ve sanki bunu fark etmiş gibi çabucak ekledi.
“Ve ayrıca telafi etmene gerek de yok. Ben senin yeteneğini beğeniyorum çünkü.”
“...Kadınlarla oynama yeteneğini mi?”
“Öyle söylemek istememiştim ama...”
Sen öyle anladıysan öyle olsun, der gibi Ines onun çenesine hafifçe parmak uçlarıyla vurdu.
Ama ardından bir şeylerin ters gittiğini sezmiş gibi, ifadesini ciddileştirerek devam etti.
“Sadece... yeteneklerine ve mizacına uygun bir hayat yaşadığında iyi görünüyordun. İnsan doğasına uygun yaşadığında güzel olur... kendine uygun olduğunda...”
“Saçmalamayı kes.”
“ürüst olmak gerekirse ben bu sözleri duyduğumda rahatsız olmuyorum, Carsel. O kadınların söylediklerinde kötü bir niyet yoktu. Ve senin çok kadının olmuş olması da sadece bir gerçek.”
“...”
“Ve ben o gerçekle ilgili hiçbir şekilde rahatsızlık duymuyorum.”
“...”
“Bu yüzden benim canımı sıkacak bir şey yok, senin de kafana takmana gerek yok.”
“...”
“O yüzden... şimdi beni bırakır mısın?”
Carsel’in eli yavaşça Ines’in belinden aşağı kaydı. Kalçasına yaslandı ama bu kez, biraz önceki gibi güçlü değildi, neredeyse tüm enerjisini yitirmiş gibiydi.
Sanki hevesi kırılmıştı... ama ne olursa olsun artık gerçekten çok sıcak olmaya başlamıştı. Inés soğukkanlı bir şekilde ondan kurtulmak için bedenini geri çekmeye yeltendiği anda Carsel mırıldandı.
“...Hiç güzel değildi.”
“Ne?”
“Salvatore'un karısı... hiç güzel değildi.”
Eh, tabii. Her sabah kalkıp o yüzle aynaya bakarak yaşarsa, herkes biraz kibir hastalığına yakalanırdı.
Ines 'öyle mi?' der gibi başını salladı ve bedenini geri çekmeye devam etmek istedi ama, Carsel’in kalçasına dayalı eli aniden tekrar onu sertçe kendine çekti.
“...Sen çok daha güzelsin. En güzelisin. Belki de tanıdığım tek güzel kadınsın.”
“Bu ortamda en güzel kişi olmak öyle zor bir şey değil, Carsel.”
Sanki bu apaçık bir gerçekmiş gibi, Ines’in ses tonunda biraz kendinden emin bir kibir vardı.
"Yani, eğer bunu bana kendimi iyi hissettirmek için öylesine söylüyorsan..."
“Yani o kadının bana yanaşması gibi bir şeyin beni sevindirecek hiçbir yanı olmadığını söylüyorum. Ne güzeldi ne de hoşuma gitti.”
“...”
“Aslında güzel olup olmaması da önemli değil. Evet, güzel değildi. Bugün senin dışında güzel tek bir kadın bile görmedim. Bugün değil, her gün. Ama... bu da fark etmez. Çünkü senin kadar güzel biriyle karşılaştırılabilecek bir kadın zaten yok. Anlıyor musun?”
Carsel, gergin bir şekilde konuşmaya devam etti. Sonuçta hepsi iltifattı ama o kadar huysuz bir tonla söylüyordu ki, kulağa iltifat gibi gelmiyordu.
Ines başıyla öylesine onaylayınca Carsel kaşlarını kaldırdı.
“Anladın mı?”
“Anladım, anladım ama...”
“Senin önünde sarhoş bir kadın bana yapıştı diye, bunun benim için hoş bir olay olduğunu düşünüyorsan...”
“...
“...O zaman beni hiç tanımamışsın demektir, Ines.”
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder