This Marriage Is Bound To Sink Anyway 78. Bölüm (Türkçe Novel)

“Öyleyse giyinseydin.”
“Çıplak olmam, dokunman gerektiği anlamına gelmiyor.”
“Zaten ben sen giyinik olsan da dokunmak istiyorum.”
Yani, çıplak olduğu için dokunduğunu değil, nasıl olsa her hâlini istediğini söylüyordu. Bu tür bir mantıkla tartışmak zaman kaybından başka bir şey değildi.
Pekâlâ... Biraz göğsüne dokunmakla bir şey eksilecek değildi ya... Ines, kendi bedeni değilmiş gibi kayıtsız düşünmeye çalıştıysa da, Carsel’in yeniden üzerine atılmasından endişelenerek yatağın başucuna bırakılmış sabahlığı el yordamıyla bulmaya çalıştı.
Düğün gecesinde bile çıplaklığından utanmayan bu bedenin, şimdi kalkıp utanacak hâli de yoktu elbette. Ama Carsel, sabahları, seks yapmasa bile geceye göre daha ısrarcı olabiliyordu. Ve ardından gelen o cümle –“Senin dediğin gibi seks yapmıyoruz, sorun yok değil mi?”– mantıksızlığını geç, karşısındaki o kendinden emin tavır yüzünden insanın dili tutuluyordu.
Yani, yine konuşmadan önce görüş alanından uzaklaştırmak en iyisiydi. Ines, boştaki eliyle sabahlığını kaldırıp göğsünü kapatarak konuştu.
“...Hadi, kahvaltıya in artık. Bu sabah yüzünü bile görmek istemiyorum.”
Bu kesin kovma buyruğuydu. Ama buna rağmen Carsel’in parmakları hâlâ kenetlenmiş haldeydi. Ines elini çekmeye çalıştı ama adamın bırakmaya hiç niyeti yoktu.
Carsel, onun elini bırakmak yerine diğer eliyle sabahlığı nazikçe tuttu ve aşağıya indirdi. Göğüsleri yeniden açıkça ortaya çıkmıştı ama nedense bu kez gözleri yalnızca onun gözlerine kilitlenmişti.
“Ben yaparım.”
“Ben yaparım dedim...”
“Kollarını doğru düzgün kaldıramıyorsun bile.”
“...Bunun sorumlusu kim sanıyorsun?”
“Benim.”
Bunu gayet dürüstçe kabul ederek Ines’in başının üzerinden sabahlığı geçirdi. Sanki biraz mahçup gibiydi ama kesinlikle pişman gibi görünmüyordu.
“Çünkü ben, tam anlamıyla azgın bir köpek gibi davrandım.”
Eğilip yaklaştığında kulağına çarpan sesi, fısıltı gibi tınladı. Sbahlığının içine elini sokarak kollarını tek tek geçirdi, ardından içeriden aşağıya doğru inen eliyle göğüslerinin yanını usulca okşadı ve sonunda ondan uzaklaştı.
Zaten kendisi ne yaptığını farkındaysa, Ines’in üzerine söyleyecek sözü kalmamıştı. Öyle ya... Azgın bir köpek gibi davrandığını biliyorsun, ha... Şaşkınlıkla karışık bir tükenmişlikle bunu mırıldanırken, Carsel onun saçlarını geriye doğru attı ve gülümsedi.
Ama yine de bakışlarında hâlâ saplantılı bir arzu vardı, bu da Ines’in temkinini yeniden devreye soktu. Neyse ki, Carsel sonunda biraz uzaklaştı.
“Dün antrenman yapmadım ya, ondan böyle oldu. Üzgünüm, bundan sonra dikkat ederim.”
“...Bunun onun ne ilgisi var?”
Bu kadar beklenmedik bir cümleyi ilk kez duyuyormuş gibi, Ines yüzünü buruşturarak ona baktı.
“Var.”
Carsel kısaca cevap verdi ve yatağın yanındaki masaya yöneldi. O an Inés’in gözü, oraya bırakılmış yemeğe takıldı.
Kanı hâlâ damlayacak kadar az pişmiş biftek ve birkaç haşlanmış sebze... Yatakta sunulmuş bu yemek Ines’e aitse, masadaki sade tabak Carsel’in kahvaltısıydı.
Yalnızca Ines’le birlikte yiyebilmek için eklenen bir tabak... Ama Ortega erkekleri, ölüm döşeğinde olmadıkça iç odada kahvaltı yapmazlardı.
Diğerleri bunu nasıl yorumlardı acaba... Karı koca arasındaki uyumu gösteren bu tablo, Ines’in planlarıyla kesinlikle örtüşmeyen bir sahneydi.
Oysa Ines’in planı, bir gün onu tek taraflı istemek ve reddedilmekti. Şimdi ise sanki birbirlerine düşkün iki âşık gibi, sabaha kadar içeriden çıkmıyorlardı; bu sadece insanların hayal gücünü daha da körüklemekten başka bir işe yaramayacaktı.
“Normalde özellikle gücümü azaltarak geliyorum.”
“Ne gücü... Aa.”
Ines, refleksle sormuştu ama sözünün ortasında anladı ve konuşmayı yarıda kesti. Evet, dün enerji patlaması yaşadığı doğruydu; ama onun ‘gücünü azalttığı’ diğer günler için söyleyecek çok daha fazla şey vardı.
“...Yani, bu senin açından kendini tutmaya çalıştığın hâl miydi?”
Ama sorusunu tam bitiremeden Carsel onu duymamış gibi davranarak bifteği dilimlemeye başladı.
Et doğrarken her zamanki gibiydi. Sanki dünyada sadece o ve et varmış gibi, başkalarının söylediklerini hiç duymuyordu.
Görmezden gelinmeyi bir kenara bırakırsak, Ines bir şekilde kaybetmek istemediği bir inatla tepsiye uzandı. Elini hafifçe kaldırdığı anda, parmak uçlarında kalan son güç de çekilip gitmişti ve sadece tepsiyi tutabilmek bile ciddi bir çaba gerektirir hale gelmişti.
Parmak uçları, ayak uçları... Vücudunun hiçbir yerinde doğru düzgün kuvvet kalmamıştı. Ne kadar düşünürse düşünsün, bu seferki seks neredeyse uzun soluklu bir intikam gibiydi.
Ama Carsel’in dediği gibi, antrenman yapıp yapmadığı günler arasında bariz bir fark olduğuna göre... belki de gerçekten ondan kaynaklıydı, belki de değildi… Fakat antrenman yaptığı günlerde de o gücün azaldığı pek söylenemezdi.
Ne olursa olsun, haksızlık gibi geliyordu. Doğal bir fiziksel fark olsa da, onun bu kadar dinç görünmesi Ines’in gururuna biraz dokunmuştu.
Yani tepsiye uzanmak bir mücadeleyse, ağır gümüş tepsiyi dizlerine koymak bir zafer duygusuydu.
“Söyleseydin ya.”
Zorlukla neredeyse tüm mesafeyi katettiği bir anda, dizine bir karış kala...
Carsel tepsiyi hafifçe aldı ve onun dizine yerleştirdi. Ines, hem yemeğe hem Carsel’e şaşkınlıkla bakakaldı.
“Elleri böyle titrerken.”
“Titremedi ki hiç.”
“Düşünemedim. Sana ben getirmeliydim.”
“Ben hallederim. Sorun değil...”
“Sena yedirmemi ister misin?”
“...”
‘Asıl sen ne yedin de böyle oldun acaba?’ der gibi baktı Carsel’e. Onun bu bakışı nasıl olduysa yanlış anlaşıldı ve Carsel gerçekten bıçağa uzandı. Ines hemen onun bileğini tuttu.
“Yapma, gerçekten gerek yok. Kendi yemeğini ye...”
“Ekmeği kesebilir misin?”
“Kesebilirim.”
“Bıçağı tutabilir misin?”
“Tutabilirim.”
“Al o zaman.”
Carsel’in sap kısmından uzattığı bıçağı alır almaz, Ines’in elleri gerçekten de fark edilir derecede titremeye başladı. Gümüş bıçak sapı kalın ve ağırdı ama normalde kolaylıkla kullandığı bir şeydi. Bu yüzden durumu iyi sayılmazdı.
Carsel tam da beklediği bir durummuş gibi bıçağı yumuşakça onun elinden aldı. Sonra tamamen karşısına oturarak, sanki bir silahı kontrol ediyormuş gibi ciddi bir ifadeyle ekmeği kesmeye başladı. Üstelik küçük lokmalar halinde, oldukça özenle kesiyordu.
Bu kadar iri yapılı bir adamın bunu yapıyor olması komik olabilirdi ama o yakışıklı yüzüyle yaptığı işler genelde hiç komik durmazdı. Görünüşünden pek etkilenmeyen Ines bile bunun böyle olduğunu anlayabiliyordu.
Hâlâ hafif nemli olan perçemleri düz alnının üzerine dağınık bir şekilde düşüyordu. Ines bakışlarını çevirdi ve onun ihmal edilmiş etine baktı ve sonra tekrar konuştu.
“Kasmana gerek yok, Carsel.”
“Ne zaman baksam senin kahvaltın çok yetersiz oluyor.”
Carsel onun sözünü doğal bir şekilde atlatıp hoşnutsuzca cevap verdi. Gümüş tepside taze sıkılmış limon suyu ve Yollanda’nın yeni fırından çıkardığı çıtır tahıllı ekmek vardı.
Sabahları sade ve hafif yemeyi seven Ines için oldukça iyi bir kahvaltıydı ama sabahın erken saatinde et isteyen bir yırtıcıya göre bu neredeyse bir dilencinin kahvaltısı gibi görünüyordu.
“Böyle beslendiğin için her sabah solgun oluyorsun.”
“...Yemek yeterli. Bu tamamen senin suçun.”
“Evet, benim suçum.”
Ne güzel de kabul ediyor. Gayet sakince cevap verdi ve bir dilim ekmeği onun ağzına doğru tuttu. Ines ağzını sıkıca kapatıp ona öylece baktı.
“Ines. Aç ağzını.”
“...”
“Ellerimi yıkadım. Temiz.”
“...”
“Sadece ekmek yemen için söylüyorum, aletimi em demiyorum.”
“...Aklın hep oraya mı gidiyor senin?”
Ines, şaşkınlıkla bir şey demeye hazırlanırken ağzına bir anda tıkılan ekmek parçasını refleksle çiğneyip yuttu.
“Ellerinin pis olduğunu söylemiyorum, sadece bu tarz şeyler...”
“Tekrar, aa—”
“Ver şunu. Bırak. Uzak dur.”
Ines, Carsel’in elinden ekmeği kapmak ister gibi elini uzatırken başını sağa sola çevirerek ondan kaçmakla meşgulken Carsel’in onu nasıl bir ifadeyle izlediğini bilseydi, bu kadar çaba sarf etmezdi.
“Böyle şeylerden tiksiniyorum...”
“Yemek yediriyorum diye bu kadar büyütecek ne var?”
“Rahatsız edici, sevmiyorum... Yani git artık, yeter.”
“Şu ağzınla benim aletimi emmemiş miydin?”
Ines, Carsel’in ağzından çıkan sözler karşısında bir an ne diyeceğini bilemedi. O sırada ağzına bir parça daha ekmek tıkıldı.
Carsel sanki dünyanın en sevimli şeyine bakıyormuş gibi gülümsüyordu.
“Gerçekten de ağzına ne koyarsam koyayım, gayet güzel alıyorsun.”
“...”
Aptal aptal çiğnerken yine bir parça ekmek ağzına sokuldu. Bu sefer, kalın ve uzun parmakları da beraberindeydi.
Ines yüzünü buruşturup parmaklarını sertçe ısırdı. Canını yakmak için ısırmıştı ve muhtemelen yakmıştı da ama duyduğu tek şey, hafifçe gelen bir gülüştü.
Gözlerine baktığında onun gerçekten güldüğünü gördü. Sanki yeni doğmuş bir yavru kedi ya da onun kadar zavallı küçük bir hayvan kendisini ısırmış gibi; sadece hafif, gıdıklayıcı bir acı geçmiş gibi...
Oysa Ines, bir zamanlar bir av tüfeğinin dipçiğiyle kocasının omzunu çıkarmış bir kadındı. Böyle kediymiş gibi küçümsenecek biri değildi...
“Bir kedi gibi ısırıyorsun.”
“...”
“Huysuzluğun da aynı onlara benziyor zaten.”
"Donakalmış halde açık duran ağzına tekrar bir parça ekmek soktu."
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder