This Marriage Is Bound To Sink Anyway 74. Bölüm (Türkçe Novel)


Ines, Jose’yi konağın dört bir yanını dolaştırarak gezdirirken, Carsel birinci kattaki terasta kalmış, puro içiyordu. Bahçenin çeşitli yerlerinde yanan ışıklar, terasın iç kısmındaki ışıklarla kesişerek onu loş bir şekilde aydınlatıyordu.

Karanlık ışığın içinde buğulu şekilde yayılan dumanla birlikte keskin bir koku belirip kayboldu.

Carsel, bir asker gibi tekrar eden günlük rutinden keyif alırdı. Böylece terasta oturup gece denizine bakarak bir içkiyle birlikte puro içmek onun için olağan bir şeydi, ama yine de yorgunluğunu atmasına yardımcı olan düzenli bir alışkanlıktı. Konuk bile denemeyecek bir misafirin varlığı, bu alışkanlığını feda etmesi için yeterli bir sebep değildi.

Küçücük bir şeyin bile ters gitmesi, tüm günün bozulmasına neden olurdu. Bu yüzden Carsel, Mendoza’daki tatilleri sevse de aslında pek sevmezdi; çünkü oradaki günler onun tek başına kontrol edebileceği türden değildi.

Orada, imparatoriçeyi başta sayan Escalante ailesi vardı. Escalante Dükü’nün dini bir bağlılıkla hizmet ettiği veliaht prens vardı...

Ve “...Ines Ballestena da vardı.”

Carsel’in halası—İmparatoriçe Cayetana, çocukken Oscar’ın sürekli Ines’in peşinden ayrılmadığı zamanlarda, Ballestena ailesinin tek kızı olan Ines’i ağzındaki diken gibi görüyordu. Ama yeğeninin nişanlısı olduktan sonra ona karşı bambaşka bir tavır sergilemeye başlamıştı.

Oğlunun sindiremeyeceği ama başkasına da veremeyecek kadar kıymetli bulduğu Ines, yeğeninin nişanlısı olarak tam da uygun bir şekilde sahiplenilmişti.

Bu durumda can sıkıcı hiçbir şey kalmamış, sadece fayda kalmıştı geriye.

Kibirli bir kadınla uğraşmak gibi küçük sorunlar ise değerli oğlu yerine—oğlunu sürekli yetersiz gösteren yeğeninin işi olacaktı. Bu yüzden Cayetana memnundu ve Ines’i gururla sergiliyordu.

Daha doğrusu, “Escalante’nin varisinin yanında duran Ballestena’nın kızı”nı.

Hırs, insan formunda yoğrulup dönüştürülseydi o kişi halası Cayetana olurdu. Escalante ailesinin doğurduğu en büyük hırs yığını... Büyük planları olan babası bile, kız kardeşinin yanında ancak onun adımlarına ayak uydurabiliyordu. Etkilenme açısından bakarsak, onun Ines tarafından etkilenmesi, Cayetana’nın etkisiyle kıyas bile edilemezdi.

Cayetana, kendisi kadar üstün bir soydan gelen genç bir senorita’nın bambaşka bir yerden, tıpkı kendisi gibi bir anda parlayıp öne çıkmasından endişe ediyordu—bu yüzden Oscar ile Ines’in nişanını içten içe pek uygun bulmasa da, Ines’in başka bir ailenin mensubu olmasına asla göz yummazdı.

‘O sinir bozucu kargayı’ Oscar’ın karısı yapma pahasına bile olsa...

Hal böyle olunca, Carsel’in Mendoza’ya tatil için gelir gelmez imparatoriçe tarafından nişanlısıyla birlikte katılacağı resmî etkinliklerin listesinin eline tutuşturulması da şaşılacak şey değildi.

Genellikle gelen davetiyeleri reddeden Ines’in, bir tek imparatoriçeden gelen davetleri reddedememesi Carsel için artık sıradan bir durumdu.

Ines’in reddettiği çoğu etkinliğe, onun eksikliğini göstermek amacıyla Carsel’in katılması gerekiyordu. Değerli tatilinin büyük kısmı, onun boş kalan koltuğunun yanında geçiyordu. Ve nadiren de olsa, Ines’in birden bire fikrini değiştirip etkinliğe katılması hâlinde, ifadesiz nişanlısının yanında adeta koluna takılmış bir aksesuar gibi durup ona eşlik ediyordu...

Cayetana’ya göre bu durum tam anlamıyla “Escalante ile Ballestena’nın ittifakı”, “Ballestena Dükü’nün Veliaht Prens’e verdiği destek”, “Osorno Dükü ve Ijar Dükü’ne verilen bir uyarı”, “Ortega’daki Grandelere en büyük evlilik ittifakının gösterilmesi” ve “Ballestena Dükü’ne artık geri dönüş yok mesajının verilmesi”... ve daha niceleriydi.

Tüm bu hesaplamalar arasında anlam yüklemelerinde abartıya kaçtığını düşünmek mümkündü, ama belki de Cayetana, Ballestena Dükü’nün fırsatını bulduğu anda kızını kaçırmaya niyetli olduğunu fark etmişti.

İşte bu yüzden ne pahasına olursa olsun Ines’in alnına Escalante mührünü basmak istiyordu.

Sessizliğini aşan bir ağırbaşlılıkla soğuk ve mesafeli duran Ines’in bu hâli, aslında kraliyet ailesi ve çevresinin ona uyguladığı baskının dışavurumuydu. “Bizim o kıza ihtiyacımız var ve şansımıza, o da senin düzgün yüzünü beğeniyor. O hâlde sus ve onunla resmî etkinliklerde koluna takacağı bir eşya gibi dur.” der gibiydiler... Ines’in aksesuarı hâline gelmesiyle birlikte, tüm yaşam sorumlulukları ve varislik yükü daha en başından onun üzerine yıkılmıştı. Dönüp bakınca, her yönüyle yıpratıcı ve yönlendirilmiş bir hayat olmuştu.

Mendoza’daki tatilleri hatırlayınca, alışkanlık hâline gelmiş bir bıkkınlık duygusu içini kapladı. Partileri sevmiyor değildi; ama bütün tatili partner olmadan çeşitli davetlerde geçirmek zorunda kalmak, kraliyet ailesinin müdahalesi ve baskısıyla birleşince, elbette can sıkıcıydı.

Yine de karşı koymak daha da yorucuydu. Zaten bu yaradılışta biri olduğu için askerlik hayatı ona cuk oturmuştu. İnes’e karşı farkında bile olmadan böylesine savrulması da aynı sebeptendi...

Ines’in José’yle birlikte bahçeye çıktığını görünce, Carsel purosundan derin bir nefes çekti.

Bu mizacına rağmen, garip bir şeydi bu. Mendoza’dakinin aksine, şimdi onun etkisinde olmak kötü değildi, garip bir şekilde hoşuna bile gidiyordu.

Mendoza’daki türlü bıktırıcı anların tam merkezinde, o baş belası yüzün olduğunu biliyordu...

“Şu çit kısmından başlıyoruz. Yarım günde sur duvarını tamir edip yükselttiler.”

“Yarım günde mi? Bu kadar hızlı mı oldu?”

“Evet, elbette. Hâlâ inşaat sürüyor, bu yüzden misafirlere her şeyi göstermek biraz mahcup edici ama...”

Ama şu sıralar o baş belası... fazlasıyla güzeldi.

Carsel, Ines’in açıkça köprücük kemiğini sergileyen — kıyafetleri arasında oldukça cüretkâr sayılabilecek — sade mor elbisesine kısılmış gözlerle bakarak ağır ağır dumanı dışarı üfledi.

Bugün de uçuşan kolları ve gevşekçe bir yana örülmüş simsiyah saçları, onun o kibirli havasını yalan gibi silip yerine yalnızca duru bir zarafet bırakıyordu. Ama Carsel tam tersine, boğazına kadar düğmelenmiş, bir kale gibi kapanmış bir elbiseyle onu hayal ediyordu.

Birine sert bir bakış fırlattığı, dudak kenarını küçümseyerek büktüğü o soğuk hâliyle...

Tam on yedi yıl boyunca tek bir değişiklik olmamıştı o tavırlarında. Ama son zamanlarda neredeyse hiç öyle bir ifade sergilediğini hatırlamıyordu. José’ye gereğinden fazla nazik davranmasını izlerken o sıkıcı hâlini hatırlayınca, alışkanlıkla nefesi kesildi. Ama bu kez, tersine, kanı aşağıya doğru aktı.

Ah, kahretsin. Bu kadar kapalı giyinmiş haliyle nesi bu kadar çekici olabiliyordu ki... Ama kahretsin, yine de öyleydi. Lanet etmeden durulamayacak kadar iştah açıcıydı.

Yüzünden ayak bileklerine kadar her yeri sıkı sıkıya kapanmıştı ve Carsel, yalnızca birkaç düğmenin çözülmesini, göğüs oyuklarının bile görünmediği o azıcık teni hayal etmeye başladığında, neredeyse kızışmış bir köpek gibi heyecanlanıyordu.

O katı duruşun yıkıldığı an, o sert bakışların arzuyla bozulduğu an... boğazını sıkıyordu.

Onun böyle giyinmemesi ve böyle davranmaması yüzünden daha da sabırsızlanıyordu. Kendi kendine düşündüğünde bile sapık biri gibi hissediyordu. Her gün onu soymaya can atarken, bir yandan da daha çok giyinmediği için deliye dönüyordu

Üstelik herkes, şimdiki hâlini çok daha güzel bulurdu... Umutsuz bir sapığa dönüşmüş Carsel’in kafası bile bu gerçeği fark ediyordu.

Ama bazı gerçekler yalnızca kafaya varır, kalbe değil.

Soyunmuş hâli ayrı, yarı giyinik hâli ayrı... hiçbir durumda heyecan duymaması mümkün değildi. Ne yaparsa yapsın arzu duyması asıl sorundu belki de. Evlendikten sonra neredeyse sürekli eğitim alanına kapanmasının sebebi de, o soylu Ines’e kızışmış bir köpek gibi davranmamak içindi.

Bir nebze daha az tahrik olacaksa, her gece çıplak olmasını tercih edecek hâle gelmişti... Ama yok, onu öyle düşünmek daha bile beterdi.

Carsel, kafasında Ines’i soyup tekrar giydirirken yüzünde gayet ifadesiz bir maskeyle yeni bir puro yaktı. Ines’in José’ye yine gülümsediğini görünce, bir an için yüzünü buruşturdu. Sonra tekrar geçmişine daldı.

Bir kontun cenazesi miydi neydi... Onun gerçek bir yas elbisesi giymiş hâli, kutsal anıya saygısızca da olsa gözünün önüne geldi. Boğazı aniden kurudu. Zihninde çoktan, ayin ortasında kiliseden çıkmışlardı ve arabada onun siyah eteklerini yukarı çekiyordu bile.

Ines'in küçümseyici ve suçlayıcı sesi dudakları tarafından yutuldu. Gururla yukarı kalkmış çenesi, insanları küçümseyen gözleriyle adeta onu ezerken, içindeki arzu köpürüyordu.

Ve bu arzu, yavaş yavaş saldırganlığa dönüşüyordu.

“...O herif neden hâlâ gitmedi?”

Gece olmuştu, ama hâlâ yanında oyalanıp duran ayı gibi José’ye bakınca yeniden sinirlenmeye başladı.

Ekvatora yakın Calstera’da gündüzler lanet gibi uzundu, geceler ise fazlasıyla kısaydı.

Ve bu kısa geceyi o ahmak herif ziyan ediyordu...

“Ah, José. Bu yukarı tarafı beyaza boyamayı düşünüyoruz. Ne düşünüyorsun?”

O ne anlardı sanki.

“Ah, evet. Gerçekten çok güzel görünecek gibi.”

Böyle cevabı herkes verir zaten.

“Değil mi? Sıcak, aydınlık, açık bir havası olur. Evlenmeden önce nişanlınızla böyle konuları önceden konuşmanız iyi olur. Buradaki malikânenin odaları, Mendoza’dakilere kıyasla çok daha küçük. Bu yüzden eşyaları planlıca hazırlayıp eve uygun şekilde düzenlemek önemli olur. Carsel’de böyle bir düşünce yoktu. Ama sen... sen ince düşünen birisin, eminim gayet iyi halledersin.”

Saçmalık...

Yorumlar