This Marriage Is Bound To Sink Anyway 70. Bölüm (Türkçe Novel)

“Senora, bu konsol masasını nereye taşıyalım?”
“Girişin dışına, lütfen.”
Teras koltuğunda oturan Carsel, genişçe açık kalan kapıdan içeriye, belirsiz bir ifadeyle bakıyordu. Tüm vücudu denize sırtını dönmüş, salon tarafına yönelmişti.
Görüş alanının tam merkezinde, Ines salonun bir köşesinden diğerine koşturuyor, parmaklarını kaldırarak emirler yağdırıyordu. Parmakla göstermede usta olduğu, eski günlerdeki gibi hâlâ değişmemişti.
Aslında hangi soylu böyle değil ki? Ama Ines bu konuda özellikle doğuştan emir vermeye alışkın gibiydi.
O kadar asosyal bir kişiliğe sahip olmasına rağmen, pek tanımadığı soylulara bile çenesiyle işaret ederek görevler verişine bakılırsa... Oscar’ın dediği gibi, yönetici sınıfa ait üstün bir meziyetle doğduğu doğruydu. Belki de Oscar’la evlenmesi onun doğasına gerçekten daha uygun olurdu...
Bu düşünceyle aniden keyfi kaçan Carsel, yine Ines’in hareketli ve parlak sarı eteklerini gözleriyle takip etti.
Bugün Ines’in üzerinden yapay ama hoş bir koku yayılıyordu. Zaten güzel kokardı ama bugün geçtiği yerlerde bile iz bırakan bu koku parfüm olmalıydı.
Doğal yağ değil de parfüm demek... Zarif bir hanımefendiye yakışan bir başka davranış. Ama aynı zamanda Inrs’e hiç benzemeyen bir davranıştı.
Carsel aslında parfümün yapay kokusundan hiç hoşlanmazdı. Mendoza’daki soylular, bir süredir yıkanmak yerine parfüme başvurmayı alışkanlık hâline getirmişti. Kadın erkek fark etmeksizin, çiçek kokularıyla çamuru örtmenin yeterli olduğunu düşünür gibiydiler.
Bu yoğun çiçek kokusunun ardında ter kokusu hep biraz hissedilirdi ve kokuya karşı hassas olan Carsel, bu gizli pisliği fark ettikçe tiksinti duyardı.
Bu yüzden, Ines’in tertemiz kokusunun onu bu kadar etkilemesinin sebebi bu olabilir mi diye kendine bir hipotez bile kurmuştu...
Kokunun izi tekrar burnuna doldu. Sanki çok doğal bir şeymiş gibi vücudunun alt kısmında bir sızı hissetti. Bir hizmetkâra yaklaşıp uzaklaşırken Ines’in sırtını izledi ve sonra kaşlarını çattı.
Kadın ne yaparsa yapsın artık kendini durduramayacak hâle gelmişti. Parfüm kokuyor diye arzu duyması... Bu saatten sonra ne bahanesi olursa olsun, kendini ikna etmesi mümkün değildi.
Zaten uzun zaman önce vazgeçmişti ikna olmaktan. Şimdi gelip de başkalarının parfüm kokusuna burun kıvıran hâlini düşünmek komik bile geliyordu.
Makyaj masasındaki aynaya bakarken ince boynuna parfüm sıkan hâlini hayal ederken... Böyle bir şeye neden arzu duyduğunu kendine bile açıklayamıyordu. Hatta neden böyle bir sahneyi hayal ettiğini bile.
Ayna karşısındaki o geceyi hiç aklına getirmiş miydi acaba?
Eğer getirdiyse... Yüzü kızarmış mıydı? Kızarsa, belki bir anlığına utançla yanakları kızarmış hâli... daha da kıpkırmızı, sıcaklıkla parlayan bir yüz... hızla soluk alıp veren dudaklar ve davetkâr biçimde titreyen göğüsler... Tüm bunlar Carsel’in zihnini kemiriyordu.
Lanet olsun. Ines, gece değilse asla istemeyen o kadın... hâlâ dünya onun için fazla aydınlıktı.
Yüzünü buruşturarak berrak gökyüzüne baktı, denizin üzerinde gün batımına dair bir ipucu bile yoktu. Calstera'nın tropik iklime yakın ikliminde günler çok uzundu.
Ama diyelim ki gün batsa... Bu olan bitenler sona erecek miydi ki?
“Senora, şu berjer koltuk ne olacak?”
“O da girişin dışına, lütfen.”
Ines, “atın gitsin” demek yerine nezaketle “girişin dışına” diyordu. Eşyaların neredeyse tamamı giriş kapısına yönelmişti. Buna rağmen her seferinde sanki ilk defa soruluyormuş gibi itaatkarca soran hizmetkârlar ve onlara sürekli gülümseyerek moral veren Inés...
‘...Neden?’
Düşünceler bir anda kesildi ve sadece tek bir basit ama ilkel soru kaldı geriye.
Acaba gündüz yanlış bir şey mi yedi diye gizlice Yolanda’ya sordu ama kadın, hanımının gün içinde her zamanki gibi abur cubur atıştırdığını söyledi.
Oysa sabah hiçbir belirti yoktu. Bu kadar canlı gözleri de yoktu, böylesine enerjik bir planın ipucunu bile vermemişti.
‘Ama... neden böyle davranıyor?’
Neresinden bakarsa baksın şaşırtıcı ve garipti. Bu malikanede böyle erkek hizmetkârların varlığından bile habersizmiş gibi yaşayan Ines’in, şimdi onların adlarını tek tek bilerek emir vermesi... Bu doğal bağ da neyin nesiydi?
“Hugo, şu köşedeki de. Evet, şu... Bir saniye, dur. Tek başına kaldırabilir misin? José’yi çağır... Aaa, tek başına taşıyabiliyormuşsun? Aman Tanrım!”
Hizmetkâr, kibirli bir ifadeyle ama titreyen ellerini saklamaya çalışarak kibarca yanıtladı.
“Bu kadarcık şey benim için hiç zor değil, Senora.”
“Carsel, Carsel!”
“...”
“Bak, Hugo bunu tek başına kaldırdı!”
Bu kadar yüksek sesle konuşması bile garipti. Ama yine de Carsel’in göremeyeceğinden endişelenmiş gibi, bir de yana kayılarak yolu açtı.
Carsel ise hafif sinirli bir ifadeyle cevap verdi.
“Gördüm zaten.”
“Ne kadar güçlü, değil mi?”
Carsel onun sözlerine cevap vermek yerine, hâlâ titreyen hizmetkârın ellerine baktı.
Dişini sıkıp odayı terk etmek tek mantıklı çözümken, Ines’in “baksana” bakmasana demeleri yüzünden hâlâ hareketsiz durmaya çalışan hizmetkâr oldukça zavallı görünüyordu.
“Ne kadar güçlü” diye överken, elindeki şeyi nasıl bırakacaktı ki?
Bu yüzden daha da zavallıydı. Carsel hafifçe gülümseyerek yavaşça başını salladı.
“Değil mi? Belki de malikanedeki en güçlü adam odur.”
“Estağfurullah, hanımefendi.”
Elleri titriyordu ama sözleri yerli yerindeydi. Carsel öyle bir ifadeyle hizmetkâra baktı ki, “bak şuna” der gibi Ines’e göz işareti yaptı.
Ama Ines, Carsel'in bakışına en ufak anlam yüklemeden tekrar hizmetkâra döndü.
“Niye hâlâ buradasın? Hadi, git artık.”
Onun yüzünden adamın hareket edemediğini asla düşünmemiş olacak ki, elini sallayarak acele ettirdi.
Hizmetkâr önce biraz afallamış gibi görünse de, Ines’in diyerek tatlı tatlı gülümsemesi karşısında eridi gitti ve görevine geri döndü.
Ama Carsel , hizmetkârdan farklı olarak hala şaşkın görünüyordu.
“Carsel, malikanedeki herkes çok çalışkan. Bu da bir sorun.”
“...”
“Hugo’ya bak mesela. Yorulmuş olsa da tek kelime etmeden beklemesi...”
Ines’in fazlasıyla abartılı iç çekişi ve başını sallar gibi yapması... Daha da garipti.
Hepsi bu kadar düzgün insanlar olduğu için başının ağrıdığını söylüyordu adeta. Arkada çiçek vazolarını düzenleyen hizmetçi kızlar bu sözleri duyunca yüzlerinde memnuniyet belirdi.
‘...Yoksa bu muydu?’
Kimi zaman anlaşılmayan bir söz, aniden berraklaşır ya... Carsel, Ines'in anlaşılmaz davranışlarını teker teker gözden geçirdi.
Açık açık değil ama herkesin duyabileceği şekilde yapılan dolaylı övgüler... Calstera halkı zaten saftı, başka söze gerek yoktu.
Hizmetçiler akşam yemeği yerken bu anı konuşsalardı—özellikle de o adam, kesinlikle geceleri uyuyamazdı.
İlk baştan beri yüzüne yakışmayan bir gülümseme takınmıştı... Carsel içinden sinirli bir nefes verdi. Aslında yakışıyordu. Baştan sona kadar yapmacık olsa da, bir şekilde doğal görünüyordu. Hatta hiç yapmadığı bu yeni davranış, onu heyecanlandırıyordu...
Kafasını bir kez daha teslimiyetle salladı ve onun nazik sesiyle, girişteki sıcak karşılama sahnesine kadar hafızasında geri gitti.
Evet, tüm bunları bilerek yaptığı açıktı. Davranışlarının ona yönelik olması için çok geçti, aradan on yedi yıl geçmişti. Yani sonuç olarak hedef hizmetkârlardı...
Ama öyleyse bile, neden?
Şüphe başladığı yere geri döndü. Hizmetkârlara neden bu kadar nazik davranıyordu? Başkalarının düşüncesini umursayacak biri olsaydı, asla “Ballestena’nın kuzgunu” diye anılmazdı.
İmparatorluk davetlerinde saray mensuplarını görmezden gelen kibirli kadın...
“Hugo nasıl bu kadar güçlü olabilir? Bak bak, çoktan geri döndü ve o ağır tabloyu tek başına taşıyor!”
Ama tam da analiz etmeye başladığı an, dikkati dağıldı.
O lanet Hugo...
Erkek olmak buydu işte. Hiçbir faydası olmayan bir konuda, anlamsız bir rekabet hissi duymak... ve başka hiçbir şeyi düşünememek.
“Vücudu senin yarın kadar bile değil.”
“...”
Ve Ines, bu aptal düşünceyi körükledi.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder