Eat Run Love - 72. Bölüm

Geçmişi anlatmayı bitirdiğinde Gan Yang fark etti ki, Ding Zhitong’un önünde ilk kez Gan Kunliang’ın aranıp tutuklandığını dile getirmişti.
“O zamanlar bunu öğrenirsen, benim hakkımda kötü düşünürsün diye korkuyordum.” diye açıkladı.
“Nasıl kötü düşünmek?” diye sordu Ding Zhitong.
“Bir dolandırıcının oğlu olarak.” Gan Yang dürüstçe cevap verdi.
“Hımm.” diye başını salladı, “Gerçekten de iyi kandırıyorsun insanları.”
Gan Yang bir ‘tsk’ sesi çıkardı ama ardından hafifçe gülümsedi.
Ding Zhitong biraz durduktan sonra tekrar konuştu. “O zamanlar sürekli bana iş değiştirmemi söylüyordun, hatırlıyor musun?”
Gan Yang geçmişe pişmanlıkla gülerek yanıt verdi. “Sonradan düşündüm de... Sana ‘para kazanmayı bırak, benimle birlikte yaşa’ demek ne büyük yüzsüzlükmüş.”
Ama Ding Zhitong gülmedi. Sözlerini toparlayarak açık ve net şekilde konuştu. “Ben o işi illa yapmak istiyordum çünkü anneme borcumu ödemek istiyordum. Annem New York’ta bir turizm acentesi açmıştı. Cornell’in okul ücretini ödeyebilmek için bir miktar vergi fonunu kullandığı için o parayı acilen geri ödememiz gerekiyordu. Sadece büyük yatırım bankalarında analist olarak çalışırsam bir yıl içinde o kadar para kazanabilirdim...”
Gan Yang ona bakıp sessizce dinledi. Ama ‘Neden bana söylemedin? Sana yardım edebilirdim’ demedi.
Ding Zhitong düşündü ki, eski Gan Yang olsa kesinlikle böyle derdi. Ama artık böyle değildi. Artık, her şeyi tek başına sırtlanmanın ne anlama geldiğini, o duygu ve motivasyonu gerçekten anlayabiliyordu. O yüzden, eskiden itiraf edemediği şeyi, şimdi açıkça söyleyebiliyordu.
Biraz duraksadıktan sonra cümlesini tamamladı. “Senden borç almamın imkânsız olduğunu söylemiyorum. Sadece kendim yapabildiğim için, aramızdaki ilişkiyi bir borç-alacak ilişkisine dönüştürmek istemedim... O zamanlar gerçekten bizim daha ileriye gidebilmemizi istiyordum.”
Gan Yang derinden sarsıldı.
İkisi yeniden karşılaştıktan sonra, Gan Yang ona birçok şey söylemişti ama Ding Zhitong pek az şey anlatmıştı. Ama sadece bu bir cümle... Eksi iki yüz milyonla başlayan o zorlu hayat serüveni, aslında bu tek cümleye bedeldi.
Birçok kez birlikte geçirdikleri o birkaç ayı hatırlamıştı. Sürekli onun tarafından uzaklaştırıldığını hissetmiş, defalarca New York ile Ithaca arasında yalnız gidip gelmişti. Mezuniyetten önceki gece, koliler arasında tek başına dururken kendini perişan ve zavallı hissetmişti. Her zaman daha çok çaba gösterenin kendisi olduğunu düşünmüştü. Ayrıldıktan sonra onun çok çabuk atlatacağını sanmıştı.
Eğer... sadece eğer... o zaman bunları bilseydi...
O şartı ekleyip geçmişe yeniden baktığında, hangi kararı vereceğini hayal bile edemiyordu.
Uzun bir süre konuşamadı, gece karanlığının arkasına saklanmasına şükretti.
Ding Zhitong da ona bu zamanı tanıyıp eski kentin ışıklarının yavaş yavaş azalışını sessizce izledi.
Aslında o da tuhaf buluyordu. Bir zamanlar bu kadar yakınken, bu kadar âşıkmış gibi görünüyorlarken, birbirleriyle ilgili izlenimleri bambaşkaydı.
Onun gözünde; Cornell’deki Gan Yang tasasız, derinliği olmayan biriydi. Muhtemelen Gan Yang da onun, ilişkide hep mesafeli olan taraf olduğunu, daha az seven kişi olduğunu düşünüyordu.
Oysa bu, Ding Zhitong’un o zamanlar bilerek yarattığı bir izlenimdi. Kaybetmekten o kadar korkuyordu ki, doğru düzgün sahip olmayı bile göze alamamıştı.
Ama artık... o, tamamen değişmişti.
“Merhaba, Ding Zhitong.” dedi yanındaki adam nihayet, gece rüzgarında sesi hafifçe kısıktı.
Ding Zhitong başını çevirip yanağını eline dayayarak ona baktı. Bu, onun “MoQi” uygulamasında ona gönderdiği ilk mesajdı. Yeniden başlamak anlamına geliyordu.
Gan Yang onun, “Merhaba, A-Gan.” diye cevap vermesini bekliyordu.
Ama Ding Zhitong... cevap vermedi.
Gözleri hafifçe kızarmıştı, bakışları gittikçe soldu. Sonra tekrar sordu.
“Ding Zhitong, o zaman benimle birlikte koşmak ister misin?”
Sesi gittikçe alçaldı ama aynı zamanda daha da kararlı hale geldi.
Ding Zhitong hafifçe gülümsedi, ayağa kalkıp gitmeye hazırlandı ve yalnızca “Bir dahaki sefere, buranın havası pek iyi değil.” dedi.
Bilinçli olarak dikkat etmemişti belki ama arkasını dönüp gitmeden hemen önce, Gan Yang’ın gözlerinin tekrar parladığını gördü — tıpkı eskisi gibi.
Sonraki üç gün boyunca, birlikte fabrikaları ziyaret ettiler.
Program yoğundu. İlk gün Hanoi’deydiler, sabahın erken saatlerinde şehrin dış kesimlerine hareket ettiler.
Vietnam’da güneş çok erken doğuyordu; gecenin örtüsünü tamamen söküp atıyor, şehri tüm açıklığıyla aydınlatıyordu. Bu da şehrin parçalanmış yapısını daha da gözler önüne seriyordu.
Bazı yerler modern ve ihtişamlı bir metropole dönüşmeye çabalıyor, bazıları ise kolonyal geçmişin izlerini taşıyordu. Geri kalan bölgeler ise oldukça sıradan, hatta biraz da yıkık dökük kasabaları andırıyordu.
Mesela Hanoi Katedrali’nin zamanla yıpranmış grimsi sarı renkteki gotik dış cephesi... Çok uzağında değil, Huan Kiem Gölü’nün ortasında kırmızı Çin tarzı süslemelerle donatılmış bir villa duruyordu.
Araç batıya doğru ilerledikçe, gecekondu mahallelerinden geçen bir tren yolu belirdi. Her yere yığılmış çöpler, çiçekliklerde yem arayan evcil tavuklar, hızla geçen motorlar ve havaya kalkan yoğun toz bulutları...
Şehir dışındaki fabrikanın müdürü Çinliydi, onları gezdirmek için çoktan bekliyordu. Ama Gan Yang, “Gerek yok,” dedi. “buraları zaten çok iyi tanıyorum.”
Fabrika müdürü gülerek, “Evet,” dedi. “sen geldiğinde burada hiçbir şey yoktu.”
Gan Yang başka bir şey söylemedi. Sadece Ding Zhitong ve Li Jiaxin’i yanına alarak fabrikayı dolaştırdı, ardından yakınlardaki bir ara sokakta Çince tabelası olan küçük bir lokantaya götürdü. Üçü dışarıda oturdu. Güneş, ağaç dallarının arasından süzülüyor, hafif esen rüzgar yaprakların gölgelerini dalgalandırıyordu.
Uzakta bir boş arazide yabani otlar uzamıştı, birkaç çocuk top oynuyordu.
Ding Zhitong boş araziye bakarken, yıllar önce buranın nasıl göründüğünü gözünde canlandırabiliyordu.
Başlangıcın her zaman en zoru olduğunu biliyordu; sayısız onay süreci, ithalat-ihracat prosedürleri, tek tek her yeri gezmek, her şeyi adım adım öğrenmek...
Öğle yemeğinden sonra ekip, havaalanına geçip Ho Chi Minh şehrine uçtu.
Yolda Gan Yang, onlara grubun Vietnam’daki genel durumunu anlattı: Şu an Hanoi ve Ho Chi Minh çevresine dağılmış yedi fabrika vardı. Toplam yaklaşık 60 bin işçi çalışıyordu. Her yıl üretim kapasitesi %7 ila %10 oranında artıyordu.
Son birkaç yılda başlayan ticaret savaşları yüzünden birçok şirket Vietnam’a fabrika kurmaya başlamıştı. Bu da maaş ve arazi fiyatlarını yükseltiyordu.
Neyse ki LT grubu buraya erken gelmişti, arsa fiyatları o zaman çok daha uygundu. Ancak planlanan yeni fabrika, sanayi yoğun bölgelerden uzakta, kuzeydeki Vĩnh Phúc Eyaleti’ne yapılacaktı. Arazisi alınmıştı, 2021’de üretime başlaması bekleniyordu.
Bununla karşılaştırıldığında, Çin’de arazi ve insan gücü maliyeti çok daha yüksekti. Son on yılda sıradan üretim hatları azalmıştı ama Ar-Ge ve tasarım yatırımları aynı ölçüde artmıştı.
Örneğin Huazhong Bilim ve Teknoloji Üniversitesi ile ortak kurulan laboratuvar; tüm çekirdek teknoloji, çevreci yenilikçi malzemeler ve yeni kalıp tasarımlarından prototip üretimine kadar her şeyle ilgileniyordu.
Uçağa bindiklerinde, Gan Yang yine Ding Zhitong’un yanına oturdu. Ardından sordu.
“Wang Yi’yi hatırlıyor musun?”
Ding Zhitong başını salladı. Gerçi yıllardır görüşmemişlerdi.
Gan Yang ona baktı ve “Şu an Huazhong’daki o ortak laboratuvarda çalışıyor. Biyomekanik araştırmalar ve testlerden sorumlu.” dedi.
“Gerçekten orada mı?”
Ding Zhitong bir an duraksadı, sanki buna inanmakta zorlanıyordu.
Gan Yang sadece başını gülümseyerek salladı. Aslında kendi de hala buna şaşırıyordu.
Birlikte ayakkabı yapalım diye giriştikleri o şaka gibi fikir, sonunda gerçek olmuştu.
Uçak pistte ilerlemeye başlamıştı. Ding Zhitong, Gan Yang’a dönerek “Geçen gün Chen hoca bana senin Vietnam’a ilk gidişinde ona ne dediğini sordu. Ne demiştin gerçekten?” diye sordu.
Gan Yang koltuğuna yaslanarak güldü. Uçak havalanıp gürültü azaldığında cevap verdi.
“Dedim ki, ne var ki Güneydoğu Asya’da?
Fabrikayı oraya kurduktan sonra, ister Vietnam olsun, ister Myanmar ya da Kamboçya... Müşteri siparişi nereye verirse versin, karşısına çıkacak kişi yine ben olurum.”
2010 kışında, Gan Yang ilk kez Vietnam’a gelmeden önce, kendine bir Vietnamca çevirmen ayarlamıştı.
Çevirmen, Güney Çin Yabancı Diller Üniversitesi’nin Vietnamca bölümünden mezundu. 3+1 sistemiyle okumuş, son yılını Hanoi Üniversitesi’nde geçirmişti. Daha sonra da sık sık Vietnam’a gitmiş, çoğunlukla ticari tercümanlık yapmıştı.
Aynı şehirde yaşamadıkları için Gan Yang, onunla sadece bir video mülakat yapmıştı.
Kadın pek ciddiye almamış gibiydi; kamera karşısında sanki yeni uyanmıştı, saçlarını iki kez karıştırmış, üzerinde pijama gibi çiçekli bir tişört vardı. Arka planda dağınık bir oda görünüyordu.
Tavrı pek profesyonel olmasa da, Vietnam hakkındaki bilgisi gerçekten korkutucuydu.
Gan Yang, o zaman anlamıştı ki; iyi hafızalı bir çevirmen, güncellenen bir ansiklopedi gibiydi.
Hanoi, Haiphong, Danang, Ho Chi Minh... Hangi bölgelerde ne tür üretim sektörleri vardı, fabrikalar nerelerde yoğunlaşırdı, iş yasasından vergi oranlarına, yerel sendika kurallarına kadar her şeyi ezbere biliyordu — rakamlar ve tarihler dâhil!
Kadın birkaç yaş büyük olduğu için, Gan Yang ona “öğretmen” diye hitap etmeye başladı ve o an kararını verdi: bu kişi olmalıydı.
Çevirmen, ücretine %30 zam yaptıktan sonra işi kabul etti. Videoyu kapatmadan önce de özellikle uyardı: “Oraya gidince kesinlikle araba kiralama. Motosiklet kirala, anladın mı? Mutlaka motosiklet.”
Gan Yang pek anlamasa da başını salladı ve çevirmenle birlikte Vietnam yolculuğuna çıktı.
Tam da Vietnam’ı gezmek için en uygun mevsimdi; hava 20 derecelerdeydi, gökyüzü hep güneşliydi ve her yer yemyeşildi.
İkili motosikletle sokak sokak dolaştı.
Çevirmen önde gidiyor, başına güneşten koruyan demir bir kask takıyor, direksiyonu sıkıca tutuyordu.
O ise arkadan takip ediyor, bir sürü yeri ziyaret ediyordu.
Başta alışkın olmadığı için gün boyunca titreşimden kalçası ağrımıştı, motosikletten indikten sonra yürümekte zorlanıyordu.
Ama neden araba kiralama demiş olduğunu o zaman anladı.
En büyük şehirleri bile Çin’in taşra kasabası gibiydi; merkez dışındaki yollar tek yönlüydü, asfalt bile düzgün değildi.
Arabayla gitmek bisikletten bile yavaş olabilirdi.
Çevirmenin dediğine göre, orada insanlar aç kalabilir ama yine de bir motosiklet satın alırdı.
Elbette, şehrin banliyösünde birkaç yabancı sermayeli fabrika vardı ama henüz bir sanayi bölgesi oluşturacak ölçekte değillerdi. En çok görülenler hala yerlilere ait atölyelerdi. Öylesine ilkeldi ki, sanki zaman geriye akmış gibiydi: Renkli çelikten yapılmış bir çatı, içeride hangi yılın ürünü olduğu bilinmeyen makineler, aralarına sıkışmış onlarca işçi—kadınlı erkekli—ara verdiklerinde sırayla aynı kupadan su içiyorlardı.
Ama böyle bile olsa, görmesi gereken her şeyi görmüş, tanışması gereken herkesle tanışmıştı.
Yaklaşık bir ay sonra, küçük kente geri döndü ve arabayla tekrar dağa çıkarak Doktor Chen’i ziyarete gitti.
O sırada artık Çin takvimine göre yeni yıl yaklaşmıştı. Dağın yamacındaki villanın kapısında beyaz kenarlı bahar çiftetellileri (çin tarzı yeni yıl süslemeleri) asılıydı. Doktor Chen ona şekerleme ikram etti, mahalledeki dedeler gibi görünüyordu. Ama iş konuşmaya geldiğinde doğrudan konuya girdi. “Kararını verdin mi?”
Gan Yang başını salladı.
“Peki sonucu nedir?” diye sordu Chen tekrar.
Gan Yang bambaşka bir cevap verdi. “Şimdiki dünyada, marka sahipleri OEM üretim yapmaya razıysa bu bile bir erdem sayılır. Daha yenilikçi olanlar JDM yapıyor, yüzsüz olanlarsa doğrudan ODM’ye geçiyorlar. Yani sadece bir marka veriyorlar, ne fabrika var ne de tüm ürünleri tek bir üreticiye yaptırıyorlar. Hatta aynı bölgede ya da aynı ülkede bile ürettirmiyorlar. Sıfır risk, kesin kazanç.”
“Evet,” diye onayladı Chen, “o yüzden sana vazgeçmeni söyledim ya. Bu oyun ölçek olmadan oynanamaz artık.”
“Ama markalar riskleri dağıtıyorsa, tedarikçi fabrikalar da bunu yapabilir.” dedi Gan Yang, şakayla karışık daha da ileri giderek. “Sonuçta bahsettiğimiz yer Güneydoğu Asya. Fabrikayı oraya taşırız: Vietnam, Myanmar, Kamboçya; nereye gönderirlerse göndersinler siparişi, karşılarına çıkan hep ben olurum. Sürpriz değil mi? Sevindim mi?”
“Paran kaldı mı peki?” diye sordu Chen, lafı dolandırmadan.
Gan Yang gülümseyip dürüstçe başını salladı.
Chen ellerini açtı, cevabı ortadaydı: Paran yoksa neyin risk yönetimi bu?
Ama Gan Yang karşıya bakarak “Ama sizde var.” dedi.
Bu noktada konuşma durdu. Yaşlı adam yavaşça gülümsedi, ne demek istediğini anlamıştı. Bu bir satın alma teklifini reddetme ve ortaklık teklifiydi.
“Delikanlı,” dedi Doktor Chen yine eskisi gibi hitap ederek, “ben 1968’de Vietnam’dan ayrıldım. O zamanlar, ailem Saigon’daki tüm kumaş dükkânlarını kaybetti. 75’te bir akrabamız daha kaçtı oradan, Hong Kong’a gidebilmek için 12 altın külçesi ödediler. Neyse ki şanslılardı, hem o parayı bulabildiler hem de yolda ölmediler...”
“Şimdi durum farklı.” dedi Gan Yang. Şaşırmamıştı. Chen’in anı kitabını okumuştu; bu hikâyeyi biliyordu. Zaten ilk olarak Vietnam’a gitmesinin nedeni de buydu.
“Sen gittin mi Vietnam’a?” diye sordu Chen ona.
“Evet,” dedi Gan Yang. “yeni döndüm.”
O gün uzun uzun konuştular.
Gan Yang, Vietnam’da gördüklerini ve tüm fikirlerini detaylıca anlattı. Özellikle asgari ücret standardı, haftalık 6 iş günü yasası ve üç vardiyalı çalışmanın esnek koşulları üzerine yoğunlaştı.
Garipti, tam da o an aklına yeniden Ding Zhitong geldi.
Onunlayken, fazla mesaiye en çok karşı çıkan kişi kendisiydi. Bu yüzden tartıştıkları bile olmuştu. Hayat işte, şimdi kendisi fazla mesainin yasal, ucuz ve mantıklı olduğu bir yer arıyordu. Kendi elleriyle bir “sweatshop” (sömürü atölyesi) kurmak istiyordu.
New York’ta Feng Sheng’le yaşadığı o rastlantıdan sonra, başka biri olsa belki bir süre hayata küserdi ama o tam tersi, para kazanma hırsıyla yanmaya başlamıştı.
Garip bir duygu vardı içinde. Sanki ayrıldıktan sonra, Ding Zhitong’un geçmişteki tercihlerini daha iyi anlıyordu. Hatta aralarındaki ortak noktalar artmış gibiydi.
O dönem tekrar koşmaya da başladı.
Erken uyanmak artık alışkanlık olmuştu. Gözlerini açtığında saat hep üç civarı oluyordu. Dörtte kalkıyor, koşu bandında kırk dakika koşuyor, duş alıyor, kahvaltı edip işe başlıyordu.
LCD ekranda mesafeyi görünce ilk başta irkiliyordu. Önceden on kilometreyi rahat koşar, yirmide “duvara çarpardı.” Şimdi beş kilometre bile zorluyordu. Eskiden nefes almak gibi doğaldı, ama iki yıl ara verince baştan başlamak zor gelmişti.
Ama o sadece koşmaya devam etti. Durmadan koştu.
Hem Ding Zhitong’un o sözü için, hem de Haruki Murakami’nin Koşmasam Yazamazdım (What I Talk About When I Talk About Running) kitabı için. O kitabı çok önce almış ama okumaya yeni cesaret etmişti.
Her gece yatmadan birkaç sayfa okuyordu, bitirmesi uzun sürdü ama şu cümleyi hiç unutmadı:
“Duvara çarptığında, bitiş çizgisine ne kadar kaldığını düşünme. Sadece önündeki birkaç metreye odaklan. Önce oraya kadar koş, sonra bir kaç metre daha. Böyle böyle ilerle.”
Chen ile iş birliğinin somut şartları ve proje ekipleri iki tarafın avukatları arasında aylarca müzakere edildi. Gerçekten işe koyulmaları 2011’in ilkbahar ortasını buldu.
Gan Yang tekrar dış ticaret fakültesinden bir çevirmenle birlikte Vietnam’a gitti. Sonrasında, ailesine ait ayakkabı atölyesini bir dönem yöneten üniversite arkadaşını da çağırdı. Amaç bağlantılar kurmaktı.
Vietnam hala tanıdık ilişkilerin işlediği bir toplumdu. Tüm resmi dairelerle, özellikle de sendikayla, akraba gibi sık sık temas kurmak gerekiyordu.
Çevirmen defalarca vurguladı.
“Vietnam’daki sendika en zoru. Ama unutma: Sendika babadır!”
Neyse ki küçük patronluk yapmış arkadaşı bu işte uzmandı. Çin’de kira geliri dışında işi olmayan adam Vietnam’a gelince adeta yeniden can buldu. Kısa sürede masaj salonlarının sadık müşterisi oldu, ilgili herkesle dostluk kurdu.
Gan Yang bu kısmı tamamen ona bıraktı. Kendisi sadece sonuçlara ve projenin ilerleyişine odaklandı.
O sırada orası yağmur mevsimine girmişti. Hava bunaltıcıydı, her gün gök gürültülü sağanak yağıyor, hava sanki yıkanmış gibi ferahlıyordu.
Sabahları hâlâ erkenden kalkıyordu. Otelden çıkıyor, beş kilometre koşuyor, sonunda pazara uğruyordu. Küçük bir tezgahta —muzlu krep ya da “pho” çorbası—yanında da çeşit çeşit garip meyve sularıyla kahvaltı ediyordu. Sonunda bir motosiklet aldı. Şort ve parmak arası terliklerle, otel ve fabrika arasında gidip geliyordu. Yerli halktan farksız görünüyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder