Eat Run Love - 71. Bölüm

Vietnam’a gidiş günü çok çabuk geldi.

Gan Yang aktarmalı uçuyordu, koltuğu onlarınkiyle aynı sırada değildi. Doğal olarak yanlarına gelip Ding Zhitong’la konuşması gerektiğini söyledi ve Li Jiaxin’e koltuğunu değiştirmeyi teklif etti. Li Jiaxin hemen kabul etti, Zhitong da karşı çıkmadı. Zaten onunla yüz yüze konuşmaya kararlıydı. Ama önlerinde ve arkalarında başkaları vardı, bazı şeyleri söylemek zordu.

Uçak pistte ilerlemeye başlayınca Ding Zhitong her zamanki gibi iWatch’ına bir saatlik alarm kurdu, battaniyeye sarındı, baş üstü ışığını kıstı ve çantasından göz maskesini çıkardı.

Gan Yang yanında izliyordu. “Ne yapıyorsun?”

Zhitong özür dileyerek “İş gezileri çok yorucu. Gündüz toplantılar, akşam fazla mesai. Uyku yok gibi bir şey. Benim sırrım, uçakta iyice uyumak.” dedi.

Gan Yang, onun hala özel konuşmak istemediğini sandı ve kasten sordu. “Müşteriyle yan yana otursan da uyur musun yani?”

Zhitong umursamadan cevapladı. “Uçağa binmeden önce hep online check-in yaparım, müşterilerle yan yana oturmamaya çalışırım. Özel uçak kiralarlarsa yapacak bir şey yok tabii, herkes karşılıklı oturuyor, uyumak mümkün değil. Ama biz bu kadar yıldır birbirimizi tanıyoruz, sen rahatsız olmazsın herhalde?”

Gan Yang gülümseyip başını salladı. Hafifçe, “Hadi uyu bakalım.” dedi.

İki kişi yan yana oturuyordu, bu sözler sanki kulağının dibinden fısıldanmış gibiydi, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu.

Ding Zhitong onun daha önce de böyle söylediğini hatırlıyordu; ya İthaka’da ya da New York’taki Upper West Side’daki o dairede. İş seyahatinden döndüğünde onu görmeye giderdi ya da işten geç çıkıp sabaha karşı eve varırdı. Belki de ikisi birden olmuştur—çünkü bu tür anlar öylesine çok yaşanmıştı ki, zihnindeki sahnenin hangisi olduğunu ayırt edemiyordu. Yine de göz maskesini taktı; siyah zemin üzerine “Good Night” yazılıydı—bu da onun cevabı sayılırdı.

Başta Gan Yang onun numara yaptığını düşündü, ama biraz sonra eğilip bakınca gerçekten uyuduğunu fark etti. Başını çevirince, Li Jiaxin’in de bir sıra arkada uyuduğunu gördü. Aynı ekipten oldukları belliydi.

Konuşamasalar da bu nadir fırsat, ona onu iyice izleme imkanı vermişti. Hala çok zayıftı, teni bembeyazdı; yüzünü kapatan siyah göz maskesi tenini daha da aydınlık gösteriyor, adeta karla yarışıyordu. Saçları biraz uzamış, köprücük kemiğine kadar inmişti; hâlâ eskisi gibi ince ve yumuşaktı. Değişmemiş gibiydi ama bıraktığı izlenim tamamen farklıydı artık.

Gan Yang buna inanmakta zorlandı. Eskiden o kadar narin ve kırılgandı ki, insan avuç içine alıp saklamak isterdi. Ufak bir derdi ya da açık kalan bir ışık bile uykusunu kaçırırdı. Şimdi ise art arda on barfiks çekebilen, uçakta anında uykuya dalabilen biri olmuştu.

Daha da garip olan şuydu: O, kendini geçmişe takılı kalmış sanıyordu, yarım kalan gençlik aşkını tamamlamak istiyordu. Eğer gerçekten öyle olsaydı, onun hiç değişmemiş olmasını isterdi. En başta tanıdığı haliyle kalmalıydı. Ama yıllar sonra karşısına çıkan bu yeni hali, onda en ufak bir hayal kırıklığı yaratmamıştı.

Uçuş süresi bir saat on beş dakikaydı. Ding Zhitong tam bir saat uyudu. Ona yaslanmadı, battaniyeye ihtiyaç duymadı. Alarm çalana kadar uyudu, sonra uyanıp tuvalete gidip makyajını tazeledi. Yerine döndüğünde emniyet kemeri lambası yanmıştı, kabin anonsu inişi bildiriyordu. Uçaktan indiklerinde bagajları yoktu, doğrudan gümrükten geçip pasaport kontrolüne gittiler. Sırada beklerken bilgisayarını açtı, e-postalarını kontrol etti ve yanıtladı.

Gan Yang bu işlemlerin hepsini izledi. Sormasına gerek kalmadan, bunların yüzlerce kez tekrarlanmış bir rutinin ürünü olduğunu anladı. Onun hâlâ yorulmasından korkuyor, içten içe acıyordu ama artık yardımına ihtiyacı olmadığını da biliyordu.

Fakat Hanoi Uluslararası Havalimanı’ndan çıkınca sıra Ding Zhitong’un hayrete düşmesine gelmişti.

Yüzüne çarpan Güneydoğu Asya’nın sıcak ve nemli havasıydı. Enlem olarak Hong Kong’a yakın olsa da buradaki klima ayarları o kadar soğuk değildi, ortam da yarı açık olduğu için daha farklıydı. Gan Yang burayı çok iyi biliyordu; SIM kartını değiştirdi, zingchat üzerinden şoföre mesaj attı. Çok geçmeden buluştular ve şehir merkezine giden bir Prado’ya bindiler.

Uzakta yeni yerleşim bölgesinin ışıklı binalarını izlerken; araç harap mahallelerden, kalabalık sokaklardan ve seyyar tezgâhlarda sergilenen tropikal meyve cümbüşünün içinden geçti. Tam bir siberpunk havası vardı. Gece yarısı olmasına rağmen her kavşak, sürü halinde geçen motosikletlerle doluydu—hem tanıdık hem de yabancı bir manzaraydı. Arabada çalan müzik bile bu hissi güçlendiriyordu. Melodisi Xiaogang’ın “Alacakaranlık” şarkısına benziyordu ama söyleyen, Vietnamca bir kadın sesiydi.

Şoför birkaç kelime İngilizce biliyordu, Gan Yang da biraz Vietnamca. Üstüne Google Translate yardımıyla, iki yabancıya şehri anlatıyordu. Ding Zhitong bu şehirdeki yüzölçümünün son birkaç yılda birkaç katına çıktığını, eski şehir bölgesinin şu anda tüm Vietnam’daki en pahalı gayrimenkul alanı olduğunu öğrendi. Ba Dinh bölgesinde tüm devlet daireleri ve yabancı büyükelçiliklerin toplandığını da..  Ama en çok aklında kalan şey, Gan Yang’ın farkında olmadan söylediği bir cümleydi.

“Ben ilk geldiğimde burası böyle değildi, sadece eski şehir vardı...”

Şoför sordu. “Hangi yıldaydı o?”

Gan Yang “2010.” diye cevapladı.

Tam o anda neon ışıkları arabanın içini taradı, Gan Yang kısa bir an için Ding Zhitong’a baktı.

Ding Zhitong da ona baktı. 2010... O yılın kasımında New York’tan ayrıldıktan sonra buraya gelmişti. Daha önce onun kendisine yeterince şey anlattığını sanıyordu ama şimdi fark etti ki; onun sonraki hayatını öğrenme arzusu, kendiyle ilgili geçmişlerinden bile daha büyüktü.

Araç eski şehirdeki bir otelin önüne geldi, üçü de giriş yapıp odalarına çekildiler.

Bu kez mesajı önce Ding Zhitong attı.

“Zamanın var mı? Biraz konuşalım.”

Karşı taraf neredeyse anında yanıtladı.

“Çatı barında buluşalım.”

“Bar mı?” diye özellikle sordu.

Gan Yang “Önce biraz su kaynatayım, termos bardağımı alayım.” diye cevapladı.

Ding Zhitong ekrana gülerek baktı. Sonunda planı değiştirip çatıdaki havuz barına gitti, iki meyve suyu söyledi ve onu beklemeye başladı.

Kasım bu bölgede kurak mevsime denk geliyordu, hava yirmi derece civarındaydı, gece rüzgârı serin ve kuruydu. Yukarıdan bakıldığında, eski şehrin alçak evleri düzensiz bir şekilde yan yana dizilmişti. Pencerelerden sızan ışıklar, uzaktaki modern şehirle karşılaştırıldığında bambaşka bir dünyaya ait gibiydi.

Gan Yang duşunu alıp hızla gelmişti. Üzerinde tişört, şort ve koşu ayakkabısı vardı; saçlarında hafif bir şampuan kokusu kalmıştı.

Ding Zhitong aslında ne söyleyeceğini kafasında kurmuştu ama onu görünce ilk sorduğu şey “Koşudan mı geliyorsun?” oldu.

Gan Yang oturup başını salladı. O da ona sordu. “Sen hâlâ koşuyor musun?”

Ding Zhitong da başını salladı, biraz durakladıktan sonra ekledi.

“Senin artık sadece spor salonuna vakit ayırabildiğini sanıyordum...”

Kendi kaç maraton koştuğundan bahsetmedi ama Gan Yang’ın bir sonraki cümlesi onu hazırlıksız yakaladı.

“İlk maratonu başarıyla tamamladığım yıl 2013’tü, Myanmar, Yangon’da.”

Bu söz onu derinden etkiledi. Belki sadece onun bu maraton yolculuğunun olağanüstü zorlayıcı oluşundandı. 2007’den 2013’e, altı yıl geçmişti. New York’tan Yangon’a... Kim tahmin edebilirdi?

Belki Gan Yang da aynı duyguyu hissediyordu. O an ikisi de bir süre sessiz kaldı.

Ama sonunda Gan Yang başını üzüntüyle sallayarak, “Ding Zhitong, bana bunu unuttuğunu söyleme.” dedi.

“Neyi unuttuğumu?” diye sordu Ding Zhitong. Bu adamın hala adıyla soyadını birlikte söylemesine dayanamıyordu.

Gan Yang “Bu senin benden istediğin bir şeydi.” dedi.

“???” Hiçbir şey anlamamıştı.

Gan Yang onun ses tonunu taklit ederek tekrar etti.

“Gan Yang, senden bir şey istiyorum. Bana söz ver. Mutlaka, mutlaka hep koşmaya devam edeceksin.”

Ding Zhitong bir anda hatırladı. Hala eğitimde olduğu zamanda, Wall Street’teki o küçük hizmet dairesinde, onun göğüs ve karın kaslarına dokunurken söylediği sözlerdi bunlar. Gülmeye başladı, yüzü kızardı, gözleri nemlendi. Hiçbir zaman bu üç duygunun aynı anda vücudunda var olabileceğini düşünmemişti.

“Gerçekten.” dedi Gan Yang derin bir nefes alarak konuşmaya devam ederken, “O yıl New York’tan Quanzhou’ya dönmemin sebebi de o sözlerdi. O yüzden yeniden koşmaya başladım.”

2010 sonbaharında, Gan Yang mide endoskopisi yaptırmış, ölmeyeceğini öğrenmişti. Eve döndüğünde Zeng Junjie onunla dalga geçmişti. Önceleri hep babasını küçümsediğini ama aslında Gan Kunliang’dan öğrenmesi gereken bir yönü olduğunu söylemişti: sağlam bir psikolojik dayanıklılığı vardı.

Zamanında kaçak yaşarken bile gayet iyi yaşıyordu. Yakalandığında cebinde sadece birkaç kuruş vardı ama hâlâ üstü başı şıktı; üstelik eğlenceden ve duygusal karışıklıklardan da hiç geri kalmamıştı.

Zeng Junjie hemen ne demek istediğini anlamış, telefonunu çıkarıp spa masajı için randevu almıştı. Onu Dongguan tarzı “birinci sınıf hizmete” götürmek istiyordu.

“Ben ondan bahsetmiyorum...” diye reddetti Gan Yang.

Zeng Junjie ise onun utandığını sanmıştı. “Bak, iki yıldan fazla oldu, hiç sevgilin olmadı, değil mi? Biliyor musun, yetişkin bir erkek üç ay boyunca o işi yapmazsa, testosteron seviyesi çocuk seviyesine düşermiş? Bu durum uzarsa, bir daha normale dönemeyebilirmişsin.” diye ısrar etti.

Gan Yang güldü, “Bunu nereden duydun?”

“Ben beden eğitimi fakültesi, spor bilimi mezunuyum, saçmalıyor muyum sence?!” diye çıkıştı Zeng Junjie.

Bir süre Gan Yang sessizce ona baktı, sanki gerçekten saunaya gidip gitmeyeceğini düşünüyordu. Ama sonunda sorduğu şey bambaşkaydı. “Sence ben şimdi tekrar koşmaya başlayabilir miyim?”

Zeng Junjie bir an afalladı, sonra söylenmeye başladı. “Sapık diyorum, tam sapıksın! Seni saunaya götürüyorum, sen bana koşu mu soruyorsun? Hiç mi normal bir erkeğin arzusu kalmadı sende?”

Ama söylendikten sonra ciddi ciddi cevap verdi. “Yavaş koş, gücünü aşma. Hava kalitesi pek iyi değil, en iyisi kapalı alanda koşu bandında koş.”

Şişko arkadaşı böyle ciddi bir şekilde konuşunca Gan Yang bir an duygulandı. Ama kafasında başka bir ses yankılanıyordu: Koşmaya devam etmelisin. Gan Yang, bana söz ver, sakın koşmayı bırakma. Mutlaka, mutlaka hep koşmaya devam et.

O zamanlar Ding Zhitong sadece onun çok yediğini alaya almış, ileride kesin tombul bir amca olacağını söylemişti. Ama şimdi, zaman geçip de dönüp baktığında bu sözler kalbini sarsıyordu.


Yorumlar