Eat Run Love - 63. Bölüm

“Bence biz yine ‘Antrenman Kutusu’ndan konuşmaya dönelim.” dedi Ding Zhitong, bu anlamsız konuşmaların daha fazla uzamasını istemedi, doğrudan konuya döndü.
“Üzgünüm, bu konuda taviz veremem.” Gan Yang da lafı dolandırmadı. Sesi ve bakışları hala yumuşaktı, ama tavrı netti.
“Gerçekten sadece o bahsettiğin sebepler yüzünden mi?” Ding Zhitong hâlâ vazgeçmiyordu.
Gan Yang başını sallayarak cevapladı. “Eğer şimdi yeni bir finansman turuna girersek, önümüzdeki bir-iki yıl içinde birkaç kat büyüme hedefi koymak zorunda kalırız. O zaman da tüm ritim bozulur. Ayrıca, ‘Antrenman Kutusu’ sonuçta bir araç uygulaması. Onu küçük ama kaliteli tutmayı bile düşündük.”
“Biz?” diye gülümsedi Ding Zhitong. “Sen ve Yuan Chao? Gerçekten onun da böyle düşündüğünü mü sanıyorsun?”
Yuan Chao, Li Jiaxin’in sözleriyle ikna olmuştu. Zaten girişimciliğe atılan herkesin amacı para kazanmak değil miydi?
Gan Yang onun ne demek istediğini gayet iyi anlıyordu. Gülümseyerek cevapladı. “Daha sonra onunla da konuştum. O da senin gibiydi. Para kazanmak istiyor ama aynı zamanda bir işi gerçekten başarmak da istiyor.”
“Peki neden birlikte çalışamıyoruz o zaman?” diye sordu Ding Zhitong.
“Çünkü sizin arkanızdaki yatırımcı öyle değil.” dedi Gan Yang.
Ding Zhitong bir an cevap veremedi. Onun temsil ettiği alıcı taraf, M Bankası'nın kilit müşterilerindendi. Ancak bu yatırımcının geçmişteki sicili pek parlak değildi: Büyük yatırımlar, büyük satın almalar yapmayı severdi. Başarı örnekleri vardı ama işleri berbat ettiği örnekler de çoktu.
Farkına varmadan şarabı bitmişti. Kendine biraz daha koydu, sonra da Gan Yang’ın bardağını doldurmak istedi.
Gan Yang ise beş parmağını bardağın üzerine kapatarak, başını salladı. “Gerçekten daha fazla içemem. Bugünlük bu kadar yeter.”
Ding Zhitong, devam edecek bir şey kalmadığını düşündü. Geçmiş birkaç yılda birçok yöneticiyle, yatırımcıyla yemek yemişti ama bu gece, onu tekrar geçmişe götürmüş gibiydi. Hatta, ne söylemesi gerektiğini bile bilemediği bir haldeydi.
Tamam, buraya kadar. Yarın Qin Chang’e anlatırım. Olmuyorsa vazgeçerim. İçinden pes etti, saate baktı ve elindeki şarabı tek dikişte bitirdi.
“Peki, burada bitirelim.” Elini kaldırıp hesabı işaret etti. İçinde garip bir boşluk hissetti. Belki anlaşma sağlanamadığı için, belki başka bir şey yüzünden.
Garson hesap dosyasını getirdi. O uzanıp alırken Gan Yang sadece sessizce onu izledi, hesap konusunda itiraz etmedi. Açıkça, alıcı-satıcı ilişkisinde olduğunu kabul etmişti. Bu yemek, müşteriyi ağırlama görevinin bir parçasıydı.
Kartı geçirip imzayı attıktan sonra Ding Zhitong garsona dönüp, “Kalan şarap burada kalsın.” dedi. Sonra da Gan Yang’a açıklama yaptı. “Bizim iş arkadaşları sık gelir buraya.”
“Öyle mi?” Gan Yang başını salladı. “Yani sizin kantin gibi bir şey.”
Ding Zhitong bir an afalladı, sonra ne demek istediğini kavradı. Aradan onca yıl geçmişti ve ona yine “kantin yemeği” ısmarlamıştı. Ne soğuk bir espriydi... ama yine de güldü.
İkisi birlikte restorandan ayrıldılar, IFC alışveriş merkezinin içinden çıkmak üzereydiler. Hemen yan tarafta Four Seasons Oteli vardı. Ding Zhitong adımlarını yavaşlattı, bir kez daha söylemek üzereydi: Buraya kadar olsun artık.
Ama Gan Yang sordu. “Sen nerede kalıyorsun?”
“Çok yakın, yürüyerek gidilir.” dedi Ding Zhitong.
Gan Yang, “Ben seni bırakayım.” dedi.
“Gerek yok, ben kendim giderim.” diye reddetti Ding Zhitong.
“Olmaz öyle şey, bırakacağım seni.” Ellerini ceplerine sokmuştu, otomatik kapıdan dışarı adım atarken başını bile çevirmeden seslendi: “Yürüyoruz—”
Aynı eskisi gibi. Tıpatıp aynı cümleler. Unutmuş gibi davransa da, aslında hepsini hatırlıyordu. Her dakikasını, her saniyesini.
Gece yarısını çoktan geçmişti. IFC’nin dışındaki yaya üst geçidinde hâlâ birkaç geç kalan beyaz yakalı vardı, ama gündüz saatlerine kıyasla ortalık oldukça sakindi. Ding Zhitong yolda suskunluğu bozmak için konuyu eve getirdi.
2010’da Hong Kong’a ilk geldiğinde Sheung Wan’daki bir apart otelde kalmıştı.
O zamanlar işe alım ekibi ne diyorsa doğruydu: Dünyanın en büyük finans merkezleri arasında yalnızca Hong Kong'da kira desteği gibi bir güzellik vardı. Kaldığı yer, Sheung Wan sebze pazarı ve Çin malı dükkanlarının olduğu sokağa çok yakındı. Oradan Central’daki finans merkezine yürümek sadece on dakikaydı. Aylık kirası neredeyse yirmi bin yuan idi ama alanı sadece otuz metrekareydi. Avuç içi kadar bir yatak odası, minik bir mutfak ve banyoyla balkonu vardı. Banyodaki elektrikli su ısıtıcısı bile duvara gömülüydü, sırf birkaç santim yer kazansın diye. Tam anlamıyla o Şanghay atasözünü karşılıyordu: “Salyangoz kabuğunda tapınak kurmak.”
Aynı tarzda bir dairede Song Mingmei de bir süre kalmıştı Hong Kong’dayken. “Lüks versiyon gecekondu bu.” diyerek alay etmişti. “Distopik bir filmdeki sahne gibi; dışarıda klon avlıyorsun, sonra eve dönüp sentetik yemek yiyorsun. Bunalımın kralı.” Ama Ding Zhitong o dönem çok da umursamamıştı. Zaten eve sadece uyumaya dönüyordu. Hatta bazen aylarca perdeyi bile açmadığı oluyordu.
Sonra terfi ettiğinde taşınmıştı. Yine apart otel ama bu kez biraz daha genişti. En azından banyoya girerken artık tek ayakla klozete basmadan kapıyı kapatabiliyordu.
Bu da onun sık kullandığı esprilerindendi. Tanımadığı insanlarla sohbet açmaya çalıştığında sessizliği kırmak için anlatırdı.
Gan Yang da güldü buna ama gülüşünde bir şeyler farklıydı. Sanki aralarında incecik bir perde vardı da hemen ötesinde geçmişin gölgesi duruyordu.
Finans bölgesinden uzaklaştıkça sokaklar daha da ıssızlaştı. Sohbet tükendi. Neyse ki artık dairesinin kapısına gelmişlerdi. Yakındaki metro çıkışı birkaç gün önce bir protestoda hasar görmüş, etrafına sarı güvenlik şeritleri çekilmişti, hâlâ tamir edilmemişti.
Ding Zhitong konuyu dağıtmak için konuştu. “Her gün yürüyerek gidip geliyorum zaten. Metroya binmediğim, Wanchai ya da Admiralty’e uğramadığım sürece sıkıntı yok...”
Ama Gan Yang onu dinlemedi bile. Bir adım yaklaştı, elini tuttu ve aniden onu öptü.
Dudakları hafifçe değdi. Ding Zhitong’un zihni bir saniyeliğine bomboş kaldı. Sonra onu iterek sordu. “Ne yapıyorsun sen?”
Cam kapının ardında güvenlik görevlisi kapıyı açmaya gelmişti.
Gan Yang elini bıraktı, ona bakarak “Hadi çık yukarı. Bir dahaki görüşmeye...” dedi.
Ding Zhitong bu olanı neye yoracağını bilemedi. Arkasını döndü, hiç bakmadan asansöre bindi. Dairesine vardığında, kapıyı açtı. Şehrin soğuk ay ışığı içeriyi dolduruyordu. Birden aklına bir şey geldi. Işıkları bile açmadan perdelere koştu, camı açtı ve dışarı baktı.
On birinci katta oturuyordu. Yukarıdan aşağı baktığında, dar sokağın karşısında biri duruyordu. Onun pencereye çıktığını görünce el salladı.
Aynı anda telefonu titredi. Açtı. Karşıdan Gan Yang’ın sesi geldi.
“Ding Zhitong, neden sen de bana el sallamadın?”
Ding Zhitong ne diyeceğini bilemedi. “Gan Yang, senin derdin ne? ‘Bu kadar yeter’ diyen sendin. Şimdi ne yapıyorsun, kaçan kovalanır mı oynuyorsun?”
“Hayır, gerçekten artık içemiyorum.” dedi Gan Yang, sesi hafifçe gülerek devam etti. “Bir ara mide ülseri geçirdim. Öyle bir hale geldi ki, araba bile süremiyordum. Hatta kanser mi acaba diye korktum...”
Bu gerekçeyi hiç beklememişti. Ama daha çok şaşırdığı şey kendi tepkisiydi.
Gece karanlığında, birden ağlayacak gibi oldu. Gözleri doldu. Ama toparlandı, sesini düzeltti ve sadece hafifçe dalga geçti.
“Ayrılık acısını alkolle bastırıyordun yani?”
O yine güldü, sonra başını sallayıp devam etti.
“Aslında borç istemek için içmiştim. Küçük yerlerde işler böyle yürür, bilirsin. Doktor stresten de olabilir dedi ama en iyisi tamamen bırakmamı söyledi.”
“Peki neden yine de içtin o zaman?” diye sordu Ding Zhitong. Sesindeki hafif titremeyi saklayıp saklayamadığından emin değildi. Aklına “Gece Şanghay”daki o sahne gelmişti. O zaman da sadece su içmişti, Barbie gibi duran kadın da aynısını yapmıştı. Bu adamı düşünen çoktu zaten. Onun bir kişi eksik ya da fazla olması fark etmezdi.
“Cesaret toplamak için.” dedi. Yukarı bakıp gülümsedi. “Tıpkı İthaka’daki o gece gibi. Seni yurda bıraktığımda da öpmek istemiştim.”
Cümle eksikti ama onun ne demek istediğini hemen anladı: az önceki öpücükten söz ediyordu.
“Sana göre konuşacak bir şey kalmamıştı.” diye hatırlattı.
“İş başka, duygular başka.” dedi Gan Yang.
“Bizim aramızda işten başka bir şey yok.” dedi Ding Zhitong, bir kez daha — ona mı kendine mi söylediğini bilmeden.
Gan Yang bu tepkiye şaşırmadı. “Biliyorum.” dedi. “İkimizin de kendi yapacağı şeyler var. Ben yarın Şanghay’a dönüyorum. Ama neden bana el sallamadın?”
Ding Zhitong, konuyu yine buraya getirmesine şaşırdı. Başını yana çevirip boşluğa gülümsedi. Sonra çaresizce aşağıya el salladı. Camı kapatıp telefonda “Tamam. Artık gidebilirsin.” dedi.
Gan Yang hâlâ başını kaldırmış pencereye bakıyordu. Birkaç saniye daha öylece durdu, sonra arkasını dönüp yürümeye başladı.
Ding Zhitong yüz ifadesini seçemiyordu. Camın ardında bir süre öylece durdu. Aşağıda yürüyüp giden adamın siluetine baktı. Üzerinde beyaz gömlek, düzgün ütülü koyu gri pantolon, ceketi koluna atılmıştı. Gözleri onun hâlâ aynı olduğunu inkâr edemiyordu. Atletik ve düzgün fiziği, geçmişten bugüne hiç değişmemişti.
“Bundan sonra yok.” bu cümleyi kim bilir kaç kez kurmuştu. Ama İthaka’dan bugüne kadar onun hangi yollardan geçtiğini, neler yaşadığını hala merak etmeden duramıyordu.
Pencerenin yanındaki duvara yaslanarak WeChat’i açtı, arkadaşlık isteğine tekrar baktı ve birkaç gün önce onun gönderdiği isteğin süresinin dolduğunu fark etti. Bu düşünceden kendini vazgeçirmeye çalışıyordu ki, kırmızı bildirim noktası yine belirdi. Bir an irkildi, sanki eski sevgilisini gizlice izlerken yakalanmış gibi hissetti. Hemen telefonu kapatıp bir kenara fırlattı. Ancak ertesi gün, tekrar telefonu eline alıp isteği kabul etti. Sadece o anda onun profiline baktığını fark etmesinden korkuyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder