Eat Run Love - 62. Bölüm

Anlaşma yapılırken bir saat geçmişti ama aslında konuşulan pek bir şey olmamıştı.

Ding Zhitong içinden sövüyordu ama yüzünde en ufak bir değişiklik yoktu. Hafifçe eğilip Gan Yang’a yaklaştı, alçak sesle sordu.

“Nerede kalıyorsun?”

Gömleğinin yakası iki düğme açıktı, köprücük kemiği görünüyordu, takı takmamıştı. 15 derece oda sıcaklığında bedeninden yayılan ferah bir koku vardı.

“Four Seasons...” Gan Yang’ın kalbi de dalgalandı, sesi boğazına düğümlenmiş gibiydi.

“Olur.” dedi Ding Zhitong o pozisyonda kalıp ona bakarak başını salladı. “Akşam birlikte yemek yeriz.”

Sonra ayağa kalkıp toplantı odasının kapısını açtı ve Li Jiaxin’i arayıp misafiri uğurlamasını istedi.

Li Jiaxin, Gan Yang’ı toplantı odasından çıkarırken, Ding Zhitong cam duvarın önünde duruyordu. Elinde beyaz tahta silgisi vardı. Gan Yang’a dönüp “Birazdan sana davet gönderirim, akşam görüşürüz.” dedi.

Ve ardından duvardaki 2008’den 2010’a kadar yazılmış tüm yazıları tek tek sildi.

Gan Yang onun arkasından bakarken kendine gülümsedi. Hiçbir zaman bunun kolay olacağını düşünmemişti, ama hayal kırıklığı yaşamadığını söylemek de imkânsızdı.

Li Jiaxin, misafiri binadan çıkarıp ofise döndükten sonra heyecanla sordu.

“Az önceki görüşme nasıl geçti?”

“Bitmedi, akşam devam edeceğiz.” Ding Zhitong detay vermeden kısaca cevapladı.

“Akşam yemeği mi? Mekân ayarlayayım mı?” diye sordu Li Jiaxin.

“Yok, sadece ben ve Müdür Gan olacağız. Senin gelmene gerek yok.” dedi Ding Zhitong.

İnsanlar muhtemelen bunu garipseyecekti ama açıklama yapmak istemiyordu. Daha önce de sanki bazı işleri gizli ilişkilerle hallediyormuş gibi hakkında dedikodu çıkmıştı... Kaldı ki bu sefer durum daha da karışıktı.

Akşamüstünden gün batımına kadar Ding Zhitong bilgisayar başında çalıştı. Masasında hâlâ toplantı notları duruyordu. Başta bakmaya cesaret edemedi. Ama buluşma saati yaklaştığında kaçış yolu kalmadı, sonunda açıp baktı. Notlarda yalnızca parçalanmış kelimeler, yıllar ve sayılar vardı. Okudukça gözünün önünde sanki Gan Yang tekrar yazıyor ve konuşuyormuş gibi oldu.

Sadece iş odaklı, ticareti tamamlama açısından bakmaya çalıştı ama içinden geçenlere engel olamadı. Acaba sonrasında neler yapmıştı? Nasıl bir hayat geçirmişti? Düşünceleri başka yönlere savruldu.

O akşam IFC’nin üçüncü katındaki bir restoranda buluştular.

Eskiden burası çok yoğundu ama son zamanlarda turist azalmıştı. Üstelik hafta sonu da değildi, her zaman dolup taşan terasta bile birkaç masa vardı sadece. Restoranın içinde kimse yoktu.

Ding Zhitong bilerek tenha bir köşe seçmişti. Sipariş verdikten sonra bir de şarap söyledi. Dışarısı serindi ama gece rüzgârı Victoria Limanı’ndan nem taşıyordu, içeriden daha nemli hissediliyordu. Gan Yang ceketini çıkarmış, kravatını gevşetmişti, gömleğinin bir düğmesi de açıktı. Toplantı odasındaki gerginliğinden eser yoktu.

Ding Zhitong’un üzerinde yalnızca ipek bir gömlek vardı. Uzandı, onun kadehine şarap koydu. Sonra “Öğleden sonra bana söylediklerini düşündüm.” dedi.

Masanın üstünde yalnızca küçük bir lamba vardı, sadece önlerindeki alanı aydınlatıyordu. Bu ortamda ve bu ifadeyle, Gan Yang onun ne söyleyeceğini kestiremiyordu. Kadehini alıp bir yudum içti ve devamını bekledi.

Ding Zhitong konuşmaya devam etti.

“Li Jiaxin bana söylemişti, antrenman kutusunun bir sonraki finansman turuna karşı çıkan ikinci büyük hissedar, A tipi hisselerin ilk halka arzında zarar etmiş; bu yüzden bu tür sermaye piyasası işlemlerine karşıymış. Şimdi nihayet ne demek istediğini anladım.”

“Ne demekmiş?” diye sordu Gan Yang ona bakarak.

“Şirketin hâlâ biraz zamana ihtiyacı varken, finansman anlaşmasında belirtilen hedeflere ulaşmak için ürün kategorilerini genişletmek, üretimi artırmak, stokları elden çıkarmak zorunda kalıyorlar. Enerjilerini işlerini düzgün yapmak, tedarik zincirini ve iç yönetimi iyileştirmek yerine bu işlere harcıyorlar. Anlaşmadaki süre dolduğunda hedefe ulaşılamazsa, geriye kemik bile kalmıyor.” Ding Zhitong sadece olanı söylüyordu. Sektöre girdiğinden beri böyle yükselip sonra çöken, sermayenin paçavra gibi bir kenara attığı şirketler bir iki tane değildi.

Gan Yang çaresizce gülümsedi, onun hâlâ özel meseleleri konuşmaktan kaçındığını anlamıştı.

Ama Ding Zhitong konuyu değiştirdi.

“Geçen sefer bana ayrıldıktan sonra nasıl olduğumu sormuştun, şimdi hâlâ bilmek istiyor musun?”

Uzakta birileri doğum günü kutluyordu, soğuk havai fişeklerle bir anda beyaz ışıklar parladı, yüzündeki ifade bile belirsizleşti.

Gan Yang ona bakarak konuştu.

“Döndükten sonra bu konuda düşündüm. Bu tür şeyler ancak insanın kendi içinden gelirse olur, başkasına dayatamazsın. Ne zaman anlatmak istersen, o zaman söyle.”

Ding Zhitong onun böyle bir cevap vermesini hiç beklememişti, kalbinde bir kayma hissetti. Uzun zamandır böyle bir duygu yaşamamıştı ama ağzından yine de önceden tasarladığı sözler döküldü.

“Madem sen bugün bana anlattın, o zaman ben de kendimden biraz bahsedeyim.”

Gan Yang dinliyordu.

“2008’in ikinci yarısıydı sanırım, işler gerçekten kötüye gitmişti.” Onun ayrıldığı dönemden anlatmaya başladı ama sesi hafifti, sanki bir hikâye anlatır gibiydi.

“Eskiden aynı dönemde işe başlayan analistlerin en fazla üçte biri elenirdi. Ama o iki yıl farklıydı. Yılın başında terfi etmiş, ödül almış insanlar bile işten çıkarıldı. Destek departmanları çok yoğundu; her gün cep telefonları, Blackberry’ler, dizüstü bilgisayarlar, giriş kartları toplanıyordu. İşlem katındaki Bloomberg klavyesi kapının önünde dağ gibi yığılıyordu. Ofisteki masalar bomboş kalıyor, işler devredilmeden kalanlar doğrudan üstleniyordu, endişelenmeye vakit bile yoktu...”

“O zaman senin sıralaman kaçtı?” diye araya girdi Gan Yang.

Bir yudum içki aldı ve “En yüksek puanı aldım. Birinciydim.” dedi.

“İki yıl da mı?” diye sordu Gan Yang.

Başını salladı. O iki yıl aslında pek de iyi geçmemişti ama konu iş olunca biraz gururluydu, onun tepkisini bekliyordu.

Gan Yang hiçbir şey söylemedi, sadece ona baktı.

Ding Zhitong birden düşündü, eğer karşısında Wilson olsaydı, şimdi kesin şöyle derdi: “Tammy, harikasın!” Ama Gan Yang böyle biri değildi. Ona sadece biraz gurur, biraz da acıma dolu bir bakışla bakıyordu.

Kalbinde bir anlığına atlamış gibi yeniden o kayma hissi oldu. Ding Zhitong onun gözlerinden kaçtı, uzaktaki Victoria Limanı'nın gece manzarasına bakarak şaka yollu konuştu.

“İlk sene yüksek puan aldığımda JV meselesi yüzünden üst yönetimin beni yanına çekmek istediğini düşündüm. İkinci sene de birinci olunca, aslında gerçekten iyi olduğumu hissettim.

Gan Yang cevap veremedi. Birinin bugünkü konumuna kolayca gelmediğini elbette biliyordu, özellikle Çinli bir kız Wall Street’te bir “beyaz yakalı” yatırım bankasındayken. Ama bunu bizzat ondan duymak, hem de bu kadar hafif bir dille anlatınca, bambaşka bir etki yaratıyordu. Bir anlığına geçmiş aklına geldi — onun için uykusuz geçen bir geceden sonra Denver’dan New York’a, oradan da Ithaca’ya uçtuğu doğum günü; sabah yatağında sarılıp yatışları.

Ama Ding Zhitong hiçbir şey fark etmemiş gibi anlatmaya devam etti.

“...IBD analistleri aslında bölümün ortak malı gibidir. Bugün bu VP ile, yarın başka biriyle çalışırsın. Şanssızsan kimse sana bir şey öğretmez, iki yılı çıkaramazsın ve yönetici olmak daha da zordur.

Ama ben çok iyi bir mentora denk geldim, şu anki patronum. O da Çinli bir öğrenci olarak yurtdışına gelmiş, hiçbir bağlantısı yokken her şeyi kendi emeğiyle inşa etmiş biri. Ama bazılarının aksine, öğrendiklerini başkalarına öğretmekten kaçınmaz çünkü kendisi de böyle yükseldi. Ekibin içinde en iyi koordinasyon kuran kişiydi ve bana gösterdi ki, başkalarını düşünmekle kendini düşünmek çelişmek zorunda değil.

Dışarıda bizim sektör hakkında hep agresif, sesi yüksek olanların başarılı olduğu söylenir. Sen de bizi sadece para kazanmak isteyen bencil insanlar sanıyor olabilirsin. Ama aslında biz hem para kazanmak istiyoruz, hem de bazı şeyleri gerçekten başarmak. Bu ikisi her zaman çelişmek zorunda değil.”

Gan Yang nihayet fark etti, onunla geçmişi yad ediyordu ama aynı zamanda kendi duruşunu da koruyordu. Bir an için hayal kırıklığına uğradı ama sonra işin giderek daha ilginç hale geldiğini düşündü.

“İlk yaptığın projeyi hatırlıyor musun?” diye sordu.

“XP Energy.” diye anında cevapladı Ding Zhitong. Tabii ki hatırlıyordu. O dönemde Denver’dan Ithaca’ya doğum gününü kutlamaya gitmişti. Fazla mesai yaptığı için ona yalan söylemişti, sonra da yorgunluktan yatakta ilgisiz davranmıştı. Bir de ICU’da nefesi duran JV vardı.

“Bu şirketin sonu ne oldu?” diye sordu Gan Yang bilerek.

Ding Zhitong gözlerini kısıp baktı. Neyi ima ettiğini hemen anlamıştı.

2008’in Haziran ayında petrol ve doğalgaz fiyatları zirveye ulaştığında, XP Energy özel bir hisse ihracıyla finansman sağladı, hisse fiyatı 14.000 dolara kadar çıktı. Evet, 14 bin. O dönemde tüm üst düzey yöneticiler milyonlarca dolar prim aldı. CEO tek başına yüz milyonu geçti; yat aldı, ada aldı, bir NBA takımı satın alıp evinin önüne taşıdı, kendi eğlencesi için maç oynattı. Sonra bu hisse, 2009’daki krizle birlikte hızla düşerek 0.3 dolara kadar indi. Evet, 0.3 dolar.

Sonrasında bu iniş çıkışı analiz eden sayısız uzman oldu. Gerçekte olan şuydu: Herkes petrol ve doğalgaz fiyatları artacak diye düşündüğü dönemde, hisse ihracı ya da şirket tahviliyle para toplandı, delicesine arazi alındı, ölçek büyütüldü, beklenen üretim miktarıyla hisse fiyatı şişirildi. Ama gerçekte şirketin elinde para yoktu, üretim de garanti değildi. Fiyatlar düşünce ya da 2008’deki gibi bir kriz çıkınca, finansman kesildi, sistem bir anda çöktü. Adeta bir saadet zinciri gibiydi.

“Bir de Hong Kong’a gittikten sonra yaptığın ilk yatırım ne oldu?” diye sormaya devam etti Gan Yang.

“Yaptığım projeleri araştırmışsın?” diye karşılık verdi Ding Zhitong. Bu adamın açıkça hazırlıklı geldiği belliydi.

Hong Kong’a gittiğinde yaptığı ilk yatırım, bir e-ticaret platformunun birinci tur finansmanına katılmaktı.

Bu platform kendini beş yıl önce kurulmuş, beş milyon aktif üyeye sahip; tasarım, satın alma, yönetim ve pazarlamayı kendi yapan bir marka olarak tanıtıyordu. Ayrıca küresel tedarik zinciri olan ve tamamı İngilizce isimlerle tescillenmiş on yedi-on sekiz adet kendi markasına sahipti.

Ding Zhitong daha detaylı incelemeye başlar başlamaz, kendi sitesinden birkaç sipariş verdi. Ürünler eline ulaşır ulaşmaz, bunun tek seferlik bir iş olduğunu anlamıştı. Sokaktan rastgele bir pazara giden teyzeye ürünü gösterseydi o da aynı sonuca varırdı.

Birkaç yıl sonra, bu platform gerçekten iki kez üst üste halka arz girişiminde başarısız oldu ve ardından sessizce piyasadan silindi.

Ding Zhitong bir ara canı isteyip tekrar siteye bakmıştı. Ana sayfa hâlâ açılıyordu, ama yarım yıl öncesine ait reklam afişi hâlâ duruyordu. Tüm bağlantılar alakasız bir İngilizce siteye yönlendiriliyordu. Yorumlarda pek çok kişi, yükledikleri ön ödemeli kartların ne zaman geri alınacağını soruyordu.

O dönemde bu projedeki tüm ekip üyeleri prestijli okullardan mezundu. Hukukçular ve muhasebeciler de öyleydi. Ne kadar kötü bir iş olursa olsun, bu insanların elinde yatırım sunumu hâline getirilip paketlendiğinde, gerçekten buna inanan, hatta parasını koyan insanlar çıkıyordu.

Tam da o zaman, Ding Zhitong bir keresinde duyduğu bir cümleyi hatırladı: “Nasıl olsa herkes hikâye anlatıyor, neden benimkine inanmasınlar? Üstelik benimki biraz daha mantıklı.”

“Ben bu kadar çok proje yaptım, sen neden özellikle bu ikisini seçtin?” Aslında, sorunlu olanlar yalnızca bu ikisi değildi, bunu o da biliyordu.

İkisi de her şeyin farkındaydı ama Gan Yang lafı dolandırmadı, sadece gülümsedi.

Ding Zhitong kendiyle dalga geçerek, “İşte bu kadar çirkin... Ama ne yapabilirim? Bu işi bu kadar uzun süre yaptıktan sonra başka bir sektöre geçmek için çok geç.” dedi.

“Niye geç olsun ki?” diye sordu Gan Yang. “Sizin yatırım bankacıları zaten PE'ye (özel sermaye fonlarına) geçmiyor mu?”

Ding Zhitong başını salladı, bu lafları ciddiye almıyordu.

Evet, yatırım bankacılığından özel sermaye fonlarına geçiş yapan çoktu ama onlar genelde bir-iki yıllık analist seviyesindeki insanlardı. PE’ler satın alma işlemlerinin taraflarından biri olarak, birleşme ve devralma modellemesi yapabilecek insanları arardı. Ama yönetici seviyesine gelindiğinde rekabet gücü azalırdı—aynı işi yapıyor olsan da, daha pahalıya mal oluyordun. Ding Zhitong gibiler için, bu yolda emekli olana kadar devam etmekten başka çare yoktu.

Gan Yang ise hala ona bakarak, “LT Capital’e gel. Seni istiyorum.” dedi.

Söylediği şey oldukça muğlaktı, bu sefer de Ding Zhitong güldü. O kadar tuhaf hissetti ki başını çevirip terasa vuran ay ışığındaki denize bakmak zorunda kaldı.

Ama Gan Yang ciddi ciddi sordu. “Neye gülüyorsun?”

“Sen kendini Blackstone ya da Sequoia mı sandın?” dedi Ding Zhitong, alayla. “Hem PE de bu iş kolunun içinde sonuçta.”

Biri Cao Cao, biri Yan Song—ikisi de farklı yüzle sahneye çıkan aynı oyun oyuncularıydı. Kim daha erdemli tartışmasına girmeye gerek yoktu. Eğer hâlâ ortak bir yanları varsa, o da para konusundaki takıntılarıydı.

Gan Yang ise onun biraz önceki sözlerini aynen iade etti. “Senin de dediğin gibi—hem para kazanmak istiyorum, hem de bir işi gerçekten başarıyla tamamlamak.”

“Nasıl bir iş?” diye sordu Ding Zhitong.

Gan Yang ona gülümseyip başını salladı. “Şimdi söyleyemem.”

“Peki ne olursa söylersin?” diye sordu Ding Zhitong da ona bakarak.

Gan Yang yanıtladı. “LT Capital’e gelirsen, o zaman söylerim.”

Gece rüzgarında Ding Zhitong’un saç uçları hafifçe dalgalandı. Karşısındaki adama bakarken, birden durumun ilginçleştiğini fark etti.

Ben senin paranı istiyorum, sen de beni mi istiyorsun?


Yorumlar