Eat Run Love - 61. Bölüm

Bazen insan bir işe başlarken hiçbir nedeni yoktur; ancak uzun zaman geçtikten sonra aslında neden öyle yaptığını fark eder. Bu durum, sebep-sonuç ilişkisini tersine çeviren gizemli bir yasa gibidir ya da sanki kaderin bir yazarı vardır ve o, ileride yaşanacaklar için çok önceden ipuçlarını yerleştirmiştir.

O sabah, Gan Yang marka temsilciliğinde örnek ürünü gördü.

Yeni malzeme daha pürüzsüz, daha esnek, daha hafif olduğunu iddia ediyordu; gerçekten de eldeki hissi öyleydi. Ancak bu, ona başarısız spor ayakkabı koleksiyonunu hatırlattı. Hâlâ Manhattan Adası’ndaki bir depoda duran ve her ay 30 dolara kiralanan bu kutular, ona ne kadar çok “yeni malzeme, yeni yapı” ortaya çıktığını hatırlatıyordu. Her seferinde bunlar “çağı değiştiren kara teknolojiler” olarak lanse edilir ama sonra, tesadüfi ya da kaçınılmaz sebeplerle spor ayakkabı tarihinden silinirlerdi.

O anda karar vermedi. Temsilcilikten çıkar çıkmaz Wang Yi’yi aradı. Ne oranın New York’ta gece yarısı oluşunu umursadı ne de neredeyse bir yıldır görüşmemiş olduklarını.

Pansiyona döndüğünde Wang Yi ile yarım gün boyunca görüntülü konuştular. Her olasılığı tartıştılar ve sonunda aynı fikirde birleştiler.

Eğer emlak işinde önemli olan “konum, konum, konum” ise, spor ayakkabıda asıl mesele “ağırlık, ağırlık, yine ağırlık”tı.

Dayanıklılık ve konfor sağlandıktan sonra, ağırlığın sadece bir gram bile azalması çok değerliydi. Bu yeni teknoloji, onların her zaman savunduğu görüşe uygundu: Malzeme inovasyonu ve en sade yöntemle geleneksel yapıyı değiştirmek. Gerçekten de şimdiye kadarki en hafif ve en sağlam koşu ayakkabısını üretmeleri mümkün olabilirdi.

Ama, burada hâlâ bir “ama” vardı.

Bir ayakkabı üretim bandından çıktıktan sonra, kaderi adeta kaotik evren yasalarına girerdi. Marka temsilcisinin dediği gibi on yıl boyunca çok satan mı olacaktı; yoksa AVIA, Shox, Mega Bounce gibi, garip sebeplerle onun “başarısız spor ayakkabı koleksiyonuna” katılan bir örnek mi olacaktı? Kimse emin olamazdı.

“Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu Wang Yi.

“Biraz daha düşüneyim.” diye yanıtladı Gan Yang.

Ama videoyu kapattıktan sonra yeniden marka temsilciliğine gitti ve ön anlaşma yaptı. Bu yeni ekipmandan bin adet sipariş edecekti ama marka sadece ilk yılki siparişi garanti edebiliyordu.

O akşam küçük şehre döndü. Ofise girer girmez tekrar kustu. Bunun sebebi önceki gecenin alkolü müydü yoksa aldığı büyük riskin ardından gelen aşırı stres mi, bilmiyordu.

Diğer herkes gitmişti ama hâlâ birine yakalanmaktan korkuyordu. Sendeleyerek kapıyı kapattı, ışığı açmaya cesaret edemedi. Kirlenen ceketini çıkardı ve yazı masasının arkasındaki yere çöktü. Sadece orada saklanınca dışarıdan görünmüyordu.

Fabrika sahasının soğuk ışıkları içeri süzülürken aniden Ding Zhitong'u hatırladı. Bir an, sanki o yanında oturuyormuş gibi geldi. Yüzünü tutup, “Bu kadar büyütülecek ne var? Ne çok korkmuşsun.” der gibiydi.

“Sen hiç korkmuyor musun?” diye sordu ona.

O da ona bakarak sordu. “Benim kim olduğumu biliyor musun?”

“Kim?” Ne demek istediğini anlayamadı.

“Kumar Tanrısı Ding Zhitong.” dedi tek tek heceleyerek. “Wall Street’te çalışan herkesin içinde bir kumarbaz yatar.”

Gan Yang gülümsedi. Birden her şey ne kadar saçma geldi. O aslında onu korumak istemişti ama sonunda onun kendisinden daha cesur olduğunu fark etti. Belki de gerçekten öyleydi.

Ama Ding Zhitong sadece gülümsedi, sonra kollarını açıp onu kucakladı, başını omzuna yasladı ve kulağına fısıldadı.

“Üstelik sen de biliyorsun, bu tamamen kumar değil.”

Başını sallayıp içinden tekrarladı.

“Evet, biliyorum. Bu tamamen kumar değil.”

Ama gerçekte onunla konuşan tek kişi Wang Yi’ydi.

O uzun sohbetten sonra, ikisinin arasında eski duygular yeniden filizlendi.

Wang Yi internetten okuldaki şeyleri anlattı. Danışmanın verdiği projeyi sonunda bitirdiğini, yıl sonunda mezun olacağını söyledi. Geçen yıl bu zamanlar ölmeyi düşündüğünü ama şimdi geriye bakınca o zorlukların hiç de önemli olmadığını anladığını söyledi.

Gan Yang bunları dinlerken duygulandı. Kendi durumundan söz etmedi ama Wang Yi’nin söyledikleri onu teselli etmişti.

“Sonradan Ding Zhitong'la hiç görüştün mü?” diye sordu aniden. Kendi bile bu sorunun ne kadar ani ve kaba olduğunu fark etti. Sanki önceki tüm sözler hiç edilmemiş gibi davranmıştı.

Wang Yi alınmadı ama bu soruya şaşırdı. Duraksadıktan sonra cevapladı.

“Görüşmedim ama geçen hafta bir kez aradım. Mezun olacağımı söyledim. İyi görünüyordu, tezimi bastırınca bir kopyasını yollamamı istedi.”

Gang Yang bir süre sustuktan sonra “Eğer başı derde girerse, ya da bir şeye ihtiyacı olursa, mutlaka bana haber ver.” dedi.

Wang Yi gülümsedi.

“Benim için sorun değil, ama o çok meşgul. Zamanlarımız hiç uymuyor, bir yemeğe bile çıkamadık.”

Gan Yang bunun ne demek olduğunu anladı ve ısrar etmedi. Sonuçta ikisi çoktan ayrılmıştı, onun eski sevgilisiyle görüşme zorunluluğu yoktu. Ama onun iyi olduğunu bilmek bile yeterliydi.

Tüm aklını ve enerjisini bağlayan şey, bu andaki büyük kumardı.

Neyse ki, bu sefer de kazanmıştı.

O zamanlar, 2008 krizi hâlâ etkisini sürdürüyordu. Finansal fazlalık, tüketim eksikliği, negatif enflasyon oranı... Yerel fabrikalar birer birer kapanıyordu. Ama sadece o, o bin özel üretim makinesiyle yeterince sipariş alabilmişti ve üretim hattını tam kapasiteyle çalıştırıyordu.

Başkan Liu’nun durumu da giderek toparlanıyordu. OEM işi her zaman katı kurallarla yürürdü. Sadece bir kalite denetim süreci bile başlı başına bir kitap olurdu. Gerçek kriz anlarında, sahaya inip çözüm üretecek kişi yine o deneyimli isimdi.

Ama Gan Kunliang da boş durmuyordu. Bir süre durulup sonra yeni fikirlerle ortaya çıktı. Önceki kırgınlıkları unutur gibi yaklaştı.

“Yangyang, herkes şu an emlak işine giriyor. Bizim bu hızla bankadan birkaç kredi alıp birkaç arsa kapatmamız gerek.”

O yıl konut fiyatları tavan yapmıştı. Eskiden üretimle uğraşan birçok kişi işi bırakıp konut toplamaya başlamıştı. Örneğin Zeng Junjie’nin yaya caddesindeki restoranı kapanmıştı. Başka bir küçük patron da fabrikasını kapatmıştı. Her ikisi de ellerindeki parayla ev almıştı: Yerelde, başkentte, hatta Şanghay’da. Anahtar dolu bir demetle dolaşıyorlardı.

Ama Gan Kunliang’ın iştahı bu kadarla kalmamıştı. Gerçekten, dışarıda onun yapmak istediği işi yapan çok kişi vardı ve büyük kazanç sağlıyordu. Ancak kaldıraç oranı da o kadar büyüktü ki, biraz dikkatsizlikle hapse girmek işten bile değildi.

Gan Yang yine onu bastırmak zorunda kaldı. Ona bir önceki nezarethaneyi hatırlattı ve şirketin işlerine müdahale etmesini tamamen engelledi.

O dönemde Gan Yang, ya fazla mesaiden ya da iş yemeklerinden dolayı sık sık ofiste gece geçiriyordu. Uykudan uyanıp telefonuna baktığında, saat hep gece üçü geçiyordu. O da madem öyle, dörtte kalkacak şekilde uyumaya devam ediyor, sonra işe koyuluyordu. Dışarısı aydınlanıyor, sonra tekrar kararıyordu. O ise gün boyu oradan oraya koşturuyor, ne zaman acıktığını bile kestiremiyor, ancak o an boşluğu varsa yalnız başına bir dışardan yemek siparişi verip oturarak yiyordu.

Gan Yang kendi kendine alay edercesine düşünmüştü: Günün birinde borçlarını öder, biraz da para kazanırsa, bu hayat düzeni başarı hikâyesi olarak anlatılır. Ama ya ödeyemezse, sonunda iflas sürecine girip adı mahkeme icra listesinde yayınlanırsa, işte o zaman sabah dörtte kalkmak sadece kaygı bozukluğu olarak görülürdü.

Sanayi sektöründe durgunluk vardı ama gayrimenkul sektörü canlanmıştı. Küçük şehirde her yerde inşaat vardı, birkaç yeni manzara yolu yapılmış, birçok yeni bina dikilmişti. Havada lastik kokusu azalmıştı ama yakın-uzak toz bulutu daha da yoğunlaşmıştı. Rüzgarsız kış günlerinde uzaktan bakıldığında neredeyse masalsı bir cenneti andırıyordu.

Gan Yang uzun zamandır koşuya çıkmamıştı, dışarıda yürümeye bile nadiren fırsat buluyordu. Gerek işe giderken, gerekse evdeyken sürekli iç mekânda, hava temizleyici açık haldeydi. Dışarı çıkınca doğrudan arabaya biniyor, sadece camdan dışarıdaki sokak manzarasını izliyordu.

Bir iş gezisinde, havaalanındaki bir kitapçıda Haruki Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım adlı kitabının 2009’da yayımlanan sadeleştirilmiş Çince baskısını gördü. Bir tane aldı ama hiç cesaret edip okuyamadı. Tıpkı müzik dinlememesi gibi... Üniversitede severek dinlediği şarkılardan bile kaçınıyordu. Duygularını serbest bırakmaya bir başlarsa, artık kendini kontrol edemez diye korkuyordu.

2008, 2009, 2010...

Ding Zhitong orada oturmuş onu dinliyordu. Tüm süre boyunca ya bilgisayardan not alıyor ya da beyaz cam duvara yazılmış yazılara bakıyordu. Göz kırpmazsa o ufak tefek yaşarma hissi yavaş yavaş geçip giderdi; gözyaşları kimse fark etmeden gözlerinde kururdu.

Aslında bunun için Gan Yang’ı suçlamaması gerektiğini biliyordu. O zamanlar Gan Yang ona gerçeği söylememişti, üstelik bunu kendince onun iyiliği için yaptığını sanmıştı. Ama o aldırmıyordu, onu suçlamak istiyordu. Kendisini en çok korkutan şey şuydu: Ya o zaman farklı bir seçim yapsaydı, şu anda aralarındaki her şey nasıl olurdu?

2008, 2009, 2010.

Gerçek şu ki, onları birbirinden ayıran tam olarak bu üç yıldı. Yeminlerde "ölüm bizi ayırana dek" denir, ama gerçekte bu genelde "borç bizi ayırana dek" olur. Gerçekten de, dünyadaki her şeyin sebebi paradır.

Neyse ki, Gan Yang da onun gözlerinden kaçıyordu. Beyaz duvarda yazacak yer kalmayınca dizinin biriyle yere çöktü, en sonunda ona baktı; sanki onun cevabını bekliyordu.

Toplantı odası üst düzey yöneticilerin ofisleriyle aynı taraftaydı; camdan bir akvaryum gibi şeffaftı, dışarıdan geçen biri her an onları görebilirdi.

Ding Zhitong’un yüzü ifadesizdi ama içinde bir dalgalanma vardı. Yine de bilgisayara bakarak “Zaman neredeyse doldu, az sonra başka bir toplantım var.” dedi.

Gan Yang hâlâ diz çökmüş duruyordu.

“O zaman akşam birlikte yemek yiyelim.”

Ding Zhitong bu teklife olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermedi, sadece “Ayağa kalk, patronum karşı odada oturuyor.” dedi.

Gan Yang yüz ifadesini bozmadan bir kez daha teklifini yineledi.

“Akşam birlikte yemek yiyelim.”

Soru cümlesi değildi.


Yorumlar