Eat Run Love - 53. Bölüm

Ding Zhitong, Gan Yang’ın onu görüp görmediğini bilmiyordu, ama o dev ekranda yalnızca onun kalp ritmi bozulmuştu.


---


Aralarını açma planı başarısız olmuştu, Ding Zhitong da başka çare kalmadığı için Li Jiaxin’den "Training Box" CEO’suyla bir toplantı daha ayarlamasını istedi. Mümkünse LT Capital temsilcisi de toplantıda olmalıydı. Onun her zaman benimsediği görüş şuydu: İnsanların davranışları ve tutumları sonuçta paraya dayanır. Bu yüzden her şey müzakereye açıktır. Ne talebin varsa, oturup yüz yüze konuşurdun.

Li Jiaxin bu görevi aldı ve gitti.

Ding Zhitong check-in işlemini tamamladı, güvenlikten geçti, terminalden ofistekilere götürmek üzere biraz hediye aldı: birkaç poşet yosun, kuru meyve ve kurutulmuş kalamar. Mağazadan yeni çıkmıştı ki, Wilson’ın ona doğru geldiğini gördü.

Sabah yaşananları hatırlayınca biraz utanmıştı. Kırkına yaklaşmış bir kadın olarak, kamuya açık bir alanda bekarların cinsel yaşamı üzerine bu kadar rahat konuşmak biraz abartıydı.

Ama daha bir şey diyemeden Wilson gülümsedi ve açıklama yaptı.

“Ne tesadüf, ben de bu akşam Singapur uçağına biniyorum.”

Bu laf biraz gereksizdi ama nihayet bir sohbet başlatılmıştı. Biniş kartlarını karşılaştırdılar, kapıları yakın çıkınca beraber beklemeye karar verdiler.

Wilson’ın Çince aksanı oldukça iyiydi, sadece Singapur'a özgü bazı alışkanlıkları vardı. Tayland bahtı bozdurmaya gittiğinde, 10 bin yerine "on bin" değil de “on adet bin” diye söyledi.

Ding Zhitong şakayla karışık “En son bunu birinin ağzından duymam, ‘Jing Ke'nin Qin Shi Huang’ı Öldürme Girişimi’ dizisindeydi.” dedi.

“‘Jing Ke'nin Qin Shi Huang’ı öldürmesi’ ne demek?” diye sordu Wilson, beklendiği gibi.

Ding Zhitong da anlattı: Bu, Savaşan Devletler Dönemi hikâyelerinden biridir. Bir suikastçının hikâyesi. Yi Nehri’ni geçip Qin Shi Huang’ı (Qin İmparatoru) öldürmeye gider ama başarısız olur ve Xianyang Sarayı’nda öldürülür. Yabancılar bu tür hikâyeleri dinlemeyi sever. Song Mingmei’nin zamanında kullandığı bir taktikti bu; şimdi Ding Zhitong bu yönteme tamamen hâkim olmuş, hatta gittikçe ustalaşmıştı.

Hikâye bitince, Hong Kong uçağının binişi başladı.

Ding Zhitong vedalaşmak üzereydi ki, Wilson aniden ona dönüp sordu.

“Bir Cross-Fit yarışması var. Katılmak ister misin?”

“Benim Cross-fit yaptığımı nereden biliyorsun?” dedi Ding Zhitong, şaşkınlıkla.

Wilson da çok şaşırdı ve “Ben de bilmiyorum, sadece bir kadın takım arkadaşımız eksikti, senin kesinlikle yapabileceğini düşündüm.” dedi.

Ding Zhitong gülümsedi. Geçtiğimiz haftaki eğitimde kaçınılmaz olarak bazı spor faaliyetleri olmuştu ve şu anki halinden bir miktar antrenman yaptığı belli oluyordu.

Wilson umutlandı ve konuşmaya devam etti. Bu yarışmanın M şirketiyle bir spor yardım vakfı tarafından ortaklaşa düzenlendiğini, bu sefer Şanghay’da yapılacağını, amacı ise uzak ve az gelişmiş bölgelerdeki köy okulları için spor ekipmanı sağlamak ve spor dersi destek sistemleri kurmak olduğunu anlattı.

Ding Zhitong onun yanlış hatırladığını düşündü ve hatırlattı. “Ben Şanghay’da değilim.”

Wilson hemen savunmaya geçti. “Hatırlıyorum hatırlıyorum, Hong Kong’daydın. Ama yine de seni davet etmek istiyorum.”

Hong Kong’a giden uçakta neredeyse kimse yoktu. Ding Zhitong boş bekleyen biniş kapısına bir göz attı ve sonunda kararsız bir şekilde, “Tarih ve yeri bana yolla, zamanım var mı bakarım.” dedi.

Wilson memnun kalmıştı ve ancak o zaman vedalaştı.

Uçağa bindikten sonra Ding Zhitong her zamanki gibi battaniyeye sarınıp uyumaya hazırlanırken, uyumadan önceki alışkanlığıyla az önceki konuşmayı kafasında tekrar gözden geçirmeye başladı. Qin Chang’ın ona öğrettiği “oyalanma taktikleri”, artık onun için bilinçsiz bir alışkanlık haline gelmişti.

Wilson, hayır işlerinden sorumlu bölüm olan Philanthropy Management’ta (Yardımseverlik Yönetimi) çalışıyordu. Bu, yatırım bankasında oldukça özel bir konumdu. Ding Zhitong’a göre bu birimin “Harry Potter”daki “Sihir Bakanlığı” gibi biraz gerçeküstü bir havası vardı. Kısaca görevleri, zengin kişilere bağış planlamaları yapmaktı; hangi projelere, ne zaman, nasıl bağış yapılmalı, büyük bir bağışın birkaç yıla yayılması gibi. Her ne kadar bu tür planlamaların önemli bir amacı vergi kaçırmak değil, azaltmak olsa da; sürekli başkalarının parasını kazanmaya çalışan kendisine kıyasla, bu iş daha yüce görünüyordu.

Güneydoğu Asya’daki zenginlerin fazlalığı sebebiyle Wilson genellikle Singapur’da bulunuyordu. Bu eğitimden önce Ding Zhitong onunla hiç iletişim kurmamıştı ama şirketin tanıtım videolarında onu birkaç kez görmüştü. Tahmin edileceği üzere, görüntüsü oldukça iyiydi: boyu en az 1.90, kestane rengi saçları ve gözleri vardı, yüzünden eksik olmayan bir gülümsemesiyle tam anlamıyla nazik bir dev gibi görünüyordu.

Yarı uyanık haldeyken o gülümseme gözünde yeniden canlandı. Ding Zhitong aniden sabah Song Mingmei’nin “üçüncü sıranın sağdan beşincisi” dediği kişinin muhtemelen o olduğunu fark etti.

Üç saat sonra uçak Hong Kong’a indi.

Ding Zhitong telefonunu açar açmaz Li Jiaxin’in araması geldi. Çok da iyi olmayan bir haber veriyordu. “LT Capital’ın durumu biraz karmaşık. Fon yöneticisiyle görüşebildim ama açıkça bu konuda konuşulmayacağını söyledi. Bu projede red oyu veren aslında onların yatırımcılarından biriymiş.”

LP, yani “sınırlı ortak”, yalnızca sermaye koyan ve kar eden ama yönetimde yer almayan ortak anlamına geliyordu.

“O burberry giyen ‘tek boynuzlu at’ mı?” diye şaşırdı Ding Zhitong, bir yandan telefonda konuşurken bir yandan da valizini çekerek uçaktan indi.

“Ah evet~” Li Jiaxin onayladı ve gülmemek için kendini zor tuttu.

“Bana onun kartvizitini gönder, ben gidip onunla konuşayım.” dedi Ding Zhitong, kendine güvenerek.

Ama Li Jiaxin “Kartviziti yok, sadece soyadının Gan, İngilizce adının Forrest olduğunu biliyoruz. LT Grubu’nun yönetim kurulunda yer alıyormuş...” dedi. (Çevirmen Notu: Arkadaşlar en başlarda yaptıkları telefona bir isimle kaydetme olayını hatırlarsınız. Onu nasıl çevirmem gerektiğini bir türlü çözememiştim... Forest dediği bizim Gan Yang oluyor.)

Devamını Ding Zhitong duyamadı. Kabin görevlisinin uyarısıyla kendine geldi ve ilerlemeye devam etti. Bu hissi ne zamandır yaşamadığını hatırlamıyordu ama son kez hissettiği zamanın 2009 Ocak ayında, Gan Yang’ın ona son kez telefon açtığı gün olduğunu çok iyi biliyordu.

Sonra düşününce daha da ironik geldi.

O zamanlar Gan Yang mezun olmak üzereydi ama henüz işi yoktu. Ding Zhitong onun için endişeleniyordu ve böyle bir senaryo hayal etmişti: zengin babası belki yatırım arayan bir VC ya da PE fonuna para yatırır, onu da bir LP yapardı. Tahmin ettiği gibi olmuştu. Kumarbaz Ding Zhitong yine doğru tahmin etmişti.

“...‘Antrenman Kutusu’nun bir sonraki yatırım turuna girip girmeyeceği Yatırım Komitesi kararına bağlı bir konu. Bir LP olarak onun ne hakkı varmış ki karşı çıkıyor?” Li Jiaxin hâlâ söyleniyordu.

Ding Zhitong araya girdi. “LT’nin fon belgelerinde itiraz mekanizması belirtilmiştir. Eğer ortaklar toplantısında onun temsil ettiği pay yeterince yüksekse, ses çıkarabilir.”

Bunu çok olağan bir şekilde söylese de içten içe huzursuzdu—bu adam nasıl bu kadar zengin olabiliyordu?! Birden hayatın çok anlamsız olduğunu düşündü. On bir yıldır canını dişine takarak çalışıyordu ama hâlâ inşaat işçisi gibi hissediyordu. Artık çalışmak istemiyordu. Sadece karanlık perdeleri çekip yatağa kıvrılıp ölümü beklemek istiyordu.

“Peki şimdi ne yapacağız?” diye sordu Li Jiaxin tekrar.

Ding Zhitong kısa bir süre düşündü, sonra aniden ölmek istemediğine karar verdi. Telefonundaki e-postada Wilson’dan gelen davet mektubu duruyordu. Hemen onu Li Jiaxin’e iletti ve şöyle dedi: “LT Capital’ı da davet et, özellikle o tek boynuzluyu. Önce gayriresmî bir ortamda sohbet ederiz, neden karşı çıktığını anlarız.”

“O adam gelir mi ki?” Li Jiaxin inanmadı.

Ding Zhitong açıklamak istemedi, sadece şöyle dedi. “Bu adam benim okul arkadaşım sayılır.”

“Ha? Tanışıyor musunuz? Aynı isim ve soyad olmasın?”

“Deneyelim, benim kartvizitimi de ekle.”

Yanılmadığını biliyordu. Tek bilmediği, Gan Yang’ın onun adını gördüğünde nasıl tepki vereceğiydi. Belki kabul ederdi, o zaman bir fırsat daha doğardı. Belki de reddederdi, o zaman konu kapanmış olurdu, fazlasını düşünmesine gerek kalmazdı. Aslında ilkini istemeliydi ama ikincisi daha hafif hissettiriyordu.

Bu cevabı iki gün bekledi. Artık cevap gelmeyeceğini düşündüğü anda, Li Jiaxin’den Şanghay’dan gelen e-posta ulaştı: karşı taraf kabul etmişti.

Yarışmadan bir gece önce Şanghay'a ulaştı. Orada hâlâ yaz havası vardı; dolunay gökyüzünde parlıyordu, nemli ve bunaltıcı bir sıcaklık hakimdi.

Havaalanından çıkıp taksiye bindiğinde şoför nereye gideceğini sordu. O da “Madang Caddesi” dedi.

Dongman’daki dairesine dönmek istemiyordu. Uzun süre kimsenin yaşamadığı evde; mobilya, kumaş eşyalar ve hatta su borularındaki bakır pas, özellikle yazın, kapalı alanda kendine has bir koku oluşturuyordu. Bu kokuyu her duyduğunda kendine gülerek şöyle diyordu: “Tıpkı yalnızlığım gibi.” Eğer yalnızlığın da bir kokusu olsaydı, herhalde böyle kokardı. Yine de bu sefer daha da uç bir yere kaçmadı. Li Jiaxin, Xintiandi’deki Langham Oteli’nde kalıyordu. O da oraya gidip onunla buluşmaya karar verdi. Ertesi gün Luwan Spor Salonu’ndaki yarışmaya gitmeleri kolay olacaktı.

Takım yarışı olduğu için her takımda üç erkek bir kadın vardı. Onun dışında yarışmaya katılanlar arasında üç erkek takım arkadaşı daha bulunuyordu.

Bunlardan biri Li Jiaxin’di. Diğeri ise biraz kural dışı sayılabilecek biriydi; M Bankası’nın Şanghay şubesindeki spor salonunda çalışan bir fitness eğitmeniydi. Bu iki kişi de otuz yaşının altında, spor alışkanlığı olan insanlardı, dolayısıyla amatör seviyedeki bir Cross-Fit yarışması onlar için pek zor görünmüyordu.

Üçüncü kişi ise Wilson’dı. Yaşı otuzu geçmişti ama üniversite yıllarında Amerikan futbolu oynadığını, sonrasında da triatlon yarışlarına katıldığını söylüyordu. Duyunca insan hafife almaya cesaret edemiyordu.

Spor salonuna girdiklerinde dört kişi çantalarını bırakıp üstlerini değiştirdiler. Ding Zhitong kadın soyunma odasından çıktığında üzerinde yalnızca sade bir spor kıyafeti vardı; üstü ve altı siyahtı, ayakkabıları da öyleydi. Omuz hizasındaki düz saçlarını arkada düzgün bir alçak atkuyruğu yapmıştı.

Cross-Fit sporuyla uğraşanlar arasında zaten yabancı çoktu, bu yarışmaya da pek çok yabancı şirket çalışanı katıldığından ortam neredeyse Birleşmiş Milletler’i andırıyordu.

Avrupa aksanlı bir yabancı onu görür görmez uzaktan seslendi: “Hey! Ninja girl!”

O ise duymamış gibi yaptı, ifadesizce arkasını döndü. Ne var ki o adam üstüne üstlük onun yanına doğru yürümeye başladı, belli ki sohbete devam etmek istiyordu. Zhitong bu tarz yaklaşım biçimlerinden hep rahatsız olurdu. Her seferinde de merak ederdi, bu insanlar kendi ülkelerinde de karşılarındakinin tepkisini böyle mi anlayamazdı? Kendi çekiciliklerini bu kadar mı yanlış değerlendiriyorlardı? Yoksa sadece Uzak Doğu’ya gelince mi bu özgüveni kazanıyorlardı?

Neyse ki Wilson da dışarı çıkmıştı. Üstelik olanları görmüştü. Hemen gelip aralarına girerek fark ettirmeden adamı uzaklaştırdı.

Zhitong minnettar kaldı. Wilson’ın üstünde eskimiş bir tişört vardı; koyu mavi zemin üzerine sarı büyük bir “M” harfi basılıydı. Hemen sordu.

“Michigan Üniversitesi mi?”

“Go Blue!” Wilson başını sallayıp üniversitenin Amerikan futbol takımı sloganını söyledi gülümseyerek.

Bunun üzerine okullarından biraz sohbet ettiler. Yüksek lisansa yeni başlamış biri olarak Zhitong genelde Cornell’den olduğunu söylemeye çekinirdi ama bugün Wilson’la karşılaşınca, gerçekten üniversiteler arası spor müsabakasına katılıyormuş gibi hissetti; gençliğinin geri geldiğini sandı bir an.

Zaman yaklaşmıştı. Herkes iç kısma geçip kayıt yaptı, yarışma kuralları ve kalp atışlarını ölçen göğüs bantları dağıtıldı.

O yıl Luwan Spor Salonu’nda dünya çapında bir Cross-Fit yarışması yapılmıştı. Bu sefer kullanılan tüm ekipmanlar da büyük ihtimalle o zamandan kalmaydı. Kapalı basketbol salonuna on civarında yarış parkuru kurulmuştu. Smith makinesi, koşu bandı, kürek aleti, halter diskleri... Her şey eksiksiz ve profesyonel görünüyordu.

Üstelik yarışma kuralları da orijinal Cross-Fit’e uygundu. Katılımcılara yarışma başlamadan içerik açıklanmıyordu. Ne yapılacağı ancak yarışma gününde salonda duyuruluyordu. Yani önceden hazırlanmak mümkün değildi.

Ama organizatörler, katılımcıların düzeyini hesaba katmıştı elbette. Yarışmaya katılanların çoğu finans kuruluşlarından veya ilgili kurumlardan gelen çalışanlardı. Hareketler basitti ve zorluk seviyesi de ciddi ölçüde düşürülmüştü. Isınma olarak koşu bandında bin metre koşulacak, ardından dinlenmeden yapılacak üç tur hareket setiyle yarış tamamlanacaktı. Dört kişi sırayla yapacaktı. Hepsini en önce tamamlayan takım kazanacaktı.

Zhitong görev listesine göz gezdirdi. Hemen hemen giriş seviyesi bir günlük antrenman yoğunluğundaydı. Kadınların barfiks çekmesi gerekmiyordu, şınav da diz üstü yapılabiliyordu. Deadlift ve kettlebell ağırlıkları da erkeklerin yarısı kadardı.

Kendini rahat hissediyordu ama yanlarındaki fitness eğitmeni alışkanlık gereği özellikle ona dönüp uyardı.

“Birkaç basit hareketmiş gibi görünse de dinlenmeden yapınca en az kırk dakika, bazen bir saati bulur. Yoğunluğu çok yüksek. Mutlaka iyi ısının ve bitince en az on dakika esneme yapın...”

Li Jiaxin her zamanki gibi Zhitong’u savunmaya geçti.

“Sen Tammy’yi çok hafife alıyorsun, o...”

Zhitong ona bir bakış atınca Li Jiaxin hemen sustu.

Wilson ise ellerini beline koymuş dikkatle dinliyordu, söylediklerine tamamen katılıyordu. Sonra herkesle yumruk tokuşturdu. Ona geldiğinde, gür bir sesle bağırdı.

“Go big red go!”

Bu, Cornell buz hokeyi takımının sloganıydı.

Zhitong güldü. Ona karşı daha da iyi bir izlenim oluşmuştu içinde.

Parkurlar paylaştırıldı, takımlar başlangıç çizgisine geçti.

M Bankası’nın dört kişilik ekibi de yerini aldı. Hakem onlara kalp atış bantlarını takmalarını söyledi. Yarış boyunca izlenecek ve veriler tribün yanındaki dev ekrana yansıtılacaktı. Kalp atışı dakikada 180’i geçerse ekran kırmızıya dönecek, alarm çalacak, yarışmacının hemen durup dinlenmesi gerekecekti.

Zhitong bandı göğsüne taktı. Yanındaki Li Jiaxin şakayla karışık, “Bu, yarışta kalp krizi geçirmememiz için sanırım.” dedi.

Tam o anda ekrandaki kutucukta onun rengi kırmızıya döndü. Kalp atışı birden 198’e fırladı, ardından dengesizce dalgalanmaya başladı.

“Tammy, bu bant bozuk mu? Hey, hakem! Bant arızalı mı acaba? Daha başlamadık bile...” Li Jiaxin hakemi çağırdı.

Hakem gelip kontrol etti.

“İmkânsız, az önce kontrol ettik.”

“Yok, bir sorun yok...” Zhitong bandı çıkardı. Daha fazla dikkat çekmek istemediği için bir an önce ortalık sakinleşsin istiyordu.

“Ama sen...” Li Jiaxin hâlâ şüpheliydi.

“Gerçekten sorun yok.” dedi Zhitong, onu ikna etti. Biraz sakinleştikten sonra bandı tekrar taktı, kalp atışı yavaş yavaş normale döndü.

Az önce tanıdık birini görmüştü. Yıllardır görmediği birini. Çoktan yüzünü unutmuş olduğunu sanıyordu ama adam karşısına çıkınca her şey dün gibi gelmişti. En küçük ayrıntıyı bile unutmamıştı.

Üç parkur ötesinde, Gan Yang orada duruyordu. Üzerinde de en sade spor kıyafeti vardı. Tepeden tırnağa siyah, ayakkabıları da dahil.

Zhitong onun kendisini fark edip etmediğini bilmiyordu ama ekrandaki kalp atışı düzensiz olan tek kişi kendisiydi.


Yorumlar