Eat Run Love - 45. Bölüm

Başkan Liu ona bakarak şöyle dedi:

“Ama senin de kendi hayatın var, değil mi?”


---


Ne görüntülü konuşma, ne telefon; sadece mesajlaşma.

Birkaç gün sonra Ding Zhitong, Gan Yang’daki değişimi yavaş yavaş fark etti. Ama bunda bir gariplik sezmedi. Gan Yang hâlâ mesaj atıyor; ne yediğini, işten çıkıp çıkmadığını soruyor, geç yatmamasını hatırlatıyordu. Üstelik bu iletişim şekli onun hayat ritmine daha uygundu. Anında cevap vermesi gerekmiyordu; zamanı varsa uzun uzun yazıyor, yoksa bir emojiyle geçiştiriyordu.

Seyahat tarihleri netleştiğinde, kâbusundaki o kötü rastlantı yaşanmadı. Onu havaalanından karşılamaya gidebilir, birlikte bir gece geçirip ertesi gün ayrılabilirlerdi. Bu iyi haberi Gan Yang’a telefonla verdiğinde, ondan neşeyle bir “Harika!” duymayı ummuştu. Ancak cevap, uzun bir sessizlik oldu.

“Ne oldu?” diye sordu.

Tam o sırada diğer taraftan yumuşak bir ses geldi.

“Tongtong...”

Yanıt vermedi, devamını bekledi.

Karşıdan derin bir nefes duyuldu, sonra yavaşça “Evde hâlâ halledilmemiş işler var. Uçak biletimi... iki hafta ertelemem gerekebilir.” dedi.

“...Ne işi?” diye afallayarak sordu.

Gan Yang ise gülümsedi, sanki tekrar o rahat ses tonuna dönmüştü. Biraz da sitem eder gibi açıkladı.

“Annemin şirketle ilgili bazı işleri. Öyle ciddi bir şey değil ama bizzat benim ilgilenmem gerekiyor. Bunca zaman sonra eve gelmişim, tabii ki peşimi bırakmaz, her şeyi bitirmeden göndermez beni. Merak etme.”

Ding Zhitong, onun detay vermek istemediğini anlamıştı. “Bizzat ilgilenmen lazım” dediyse, muhtemelen para ya da hisse paylaşımı söz konusuydu. Para meselelerine o dışarıdan biri olarak karışamazdı. Yine de gülümseyip takılır gibi konuştu.

“Ben neden endişeleneyim ki? Sadece vize işin ne olacak diye düşündüm.”

Haziran sonuydu. Gan Yang’ın OPT başvurusu hâlâ onaylanmamış, çalışma kartı da gelmemişti. Planlanan zamanda ABD’ye dönemezse, öğrenci vizesinin son 60 gününe kalacaktı. Bu süre içinde giriş reddi yeme ihtimali oldukça yüksekti.

Bunların hepsini Gan Yang da biliyordu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra yanıt verdi.

“İşleri hallettikten sonra, yeni vize başvurusu yaparım.”

Ding Zhitong ona “Sen okuldan mezun oldun, hangi vize türüne başvuracaksın?” diye sormak istedi.

Ama daha söyleyemeden, telefondan derin bir nefes sesi geldi, ardından fısıldar gibi konuştu.

“Tongtong, seni çok özledim...”

“Ben de seni.” diye yanıtladı. Sevgililer arasında son derece sıradan bir cümleydi, ama nedense, boğazında düğümlenmişti. O sözü söylemek için bütün cesaretini toplamış gibiydi.

Sonradan geriye dönüp düşündüğünde, o anda içten içe bir şeyler sezdiğini ama bilinçli olarak bazı şeyleri görmezden geldiğini düşünüyordu. Sadece somut meseleleri düşünüyor, başka hiçbir şeye kafa yormuyordu.

Günler böyle geçip gitti. Haziran bitti, temmuz başladı. Ding Zhitong iş gezisine çıktı, Batı Amerika’yı dolaşıp sonra New York’a geri döndü.

Ama Gan Yang hâlâ dönüş tarihini netleştirmemişti. Her ne kadar aralarında bu konu açık açık konuşulmamış olsa da, ikisi de biliyordu ki bu gidişle oradaki işi neredeyse sonlanacaktı. Sonradan geri gelse bile, sadece birkaç haftalık kısa sürelerle kalabilecekti.

Bir daha onunla görüntülü konuşmadı. Hatta telefon görüşmeleri de çok kısaydı artık. Ama neredeyse her gün ona bir kez “Seni seviyorum, seni özledim.” diyordu. Öncekinden çok daha sık.

Ding Zhitong bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Sormaya da cesareti yoktu. Sadece bekliyordu.

Tam da bu günlerde, işyerinde küçük bir dedikodu dolanmaya başladı.

IBD bölümü, temmuz ayında bir ikramiye verecekmiş.

M Bankası’nın eski uygulamasına göre yıllık primler genellikle ertesi yılın şubatında verilir, bazen de temmuza sarkardı. Ama bu sefer işler farklıydı. Departmandan yayımlanan resmi yazıda, bunun yılın ilk yarısına ait bir prim olduğu belirtilmişti.

Son birkaç ayda piyasaların hali ortadaydı. Herkes neyin ne olduğunu biliyordu. İnsanlar aralarında konuşuyordu: 2008’in geri kalanı muhtemelen daha da kötü geçecek, üst yönetim de dağıtılabilir parayı önceden dağıtmak istemişti. O yüzden bu “yarı yıllık ikramiye” çıkmıştı ortaya. Ding Zhitong gibi yeni işe başlayan analistler ise sadece bu nimetten “tesadüfen” faydalanan küçük piyonlardı.

Haberin yayılmasından paranın resmi olarak alınmasına kadar birkaç gün geçmişti. O günlerden birinde, Ding Zhitong öğle yemeği için Song Mingmei ile sözleşmişti. Restoranın kapısında tesadüfen Guan Wenyuan’a rastladılar.

Her ne kadar Ding Zhitong ile Guan Wenyuan aynı departmanda çalışıyor olsalar da, daha önce hiç aynı proje grubunda yer almamışlardı. Üstelik Guan Wenyuan, bilinçli olarak Çinli iş arkadaşlarından uzak duran tiplerdendi; Ding Zhitong’la sadece baş selamı verecek kadar tanışıyorlardı. Asıl Song Mingmei, onunla oldukça samimiydi. Onu uzaktan görür görmez el sallayıp birlikte oturmaya çağırdı.

Böylece üç kişi birlikte öğle yemeği yediler. Sohbet sırasında Guan Wenyuan bolca şikâyet etti; çalışma saatlerinin çok uygunsuz olduğunu ve yaptığı işin hayal ettiğinden çok farklı, fazlasıyla dağınık ve sıkıcı olduğunu söyledi.

Ding Zhitong bunları dinledi ve Song Mingmei ile bir bakıştı, ister istemez içi burkuldu.

Bu dönem borsa ve tahvil piyasası nispeten istikrarlıydı; bataklığa saplanmış yatırım bankaları için nadir rastlanan bir finansman fırsatıydı bu. M Bankası da elbette bu fırsatı kaçırmadı, birkaç kurumla sermaye yatırımı görüşmeleri yapıyordu; C Bankası da yatırımcılardan biriydi. Pekin’den gelen bir proje ekibi geçici olarak 38. kattaki idari ofiste çalışıyor, sık sık alt kattaki sigara içme alanında sohbet ederken görülüyordu.

Yani Guan Wenyuan’ın kalıcı iş teklifi alması kesindi. Asıl mesele onun bunu isteyip istememesiydi. Sıradan bir öğrenci için kaçırılmayacak bir fırsat, onun içinse burun kıvırılacak bir tercihti. Aynı şekilde, daha önce L Bankası’nın teklifini imzalayıp sonra vazgeçmişti. Bu dünyada VIP’lerin yürüme şekli buydu işte.

Öğle yemeğinden sonra işe döndüler, fakat Song Mingmei hemen ardından tekrar telefon açtı.

Ding Zhitong şaşırıp ne olduğunu sordu.

Song Mingmei ender görülen bir tereddütle konuştu.

“Ben aslında sana bir şey soracaktım...”

“Ne?” diye Ding Zhitong onu acele ettirdi. Cümle yarım kalmıştı ama sonrasını tahmin etmiş gibiydi.

Beklendiği gibi geldi o soru.

“Senin Gan Yang geri döndü mü?”

“Hayır.” Ding Zhitong tek kelimeyle cevapladı. Şimdilik düşünmek istemediği meseleleri dışlamaya devam ediyordu.

“Hiç söyledi mi neden dönmediğini?” Song Mingmei ısrar etti.

“Biraz söyledi... Ailesiyle ilgili bir şeymiş.” Ding Zhitong gayet kısa cevapladı, gerçekte bildiği de bundan fazlası değildi.

“Peki sen ne düşünüyorsun?” diye sordu Song Mingmei tekrar.

“Nasıl yani ne düşünüyorum?” Ding Zhitong anlamazdan geldi.

“Burada mı kalacaksın, yoksa onunla birlikte geri mi döneceksin?” dedi Song Mingmei, iki seçenek sundu.

“Saçma sapan konuşma.” dedi Ding Zhitong.

Karşı taraf başka bir şey demedi. Anlamış gibiydi.

O gece, Ding Zhitong çok geç saate kadar çalıştı. Eve döndüğünde dişini fırçalamaya bile üşendi, koltuğa uzandı ve uyuyakaldı. Çok geçmeden rüyasında Gan Yang geldi, yanına oturdu, onun ayakkabılarını çıkardı ve halının üstüne usulca bıraktı.

Birdenbire uyandı, bunun sadece bir rüya olduğunu fark etti.

“背信” – yani sözünü tutmamak.

O an, gece karanlığındaki şehir manzarasına bakarken bu kelime geldi aklına.

Bazı insanlar bu dünyada farklı şekilde yürürlerdi. Sözünden dönmek de onların normaliydi.


---


Birkaç gün boyunca, Gan Yang, Long Mei ve Liu Yongjuan üç kişi ofise kapanıp hesap kitap yaptılar.

Bir tomar siyah dosyada sözleşmeler, makbuzlar, çeşitli belgeler vardı. Mali ve hukuk departmanlarından çalışanlar girip çıkıyor, art arda kısa toplantılar yapılıyordu. Zaman öyle hızlı geçiyordu ki, bir bakmışsın hava kararmış, bir bakmışsın gece yarısı olmuş.

Gan Yang ise sadece kenarda oturup dinleyebiliyordu; dört yıl boyunca ne öğrendiğini sorguluyordu. Başlarda alacak, borç ve genel muhasebe sistemindeki işlemleri bile ayırt edemiyordu.

İki orta yaşlı kadın hâlâ onu yıllar önce masada ödev yapan çocuk gibi görüyordu. Ara sıra “Aç mısın? Hadi git bir şeyler ye.” ya da “Geç oldu, sen eve git uyu.” gibi şeyler söylüyorlardı. Long Mei’nin ofisinde her zaman bir sürü atıştırmalık olurdu. Bazen çekmeceyi açıp bir Oreo uzatırdı.

Ama o hiç ayrılmadı. Eline ne geçtiyse baktı, yapabileceği ne varsa yaptı.

Başkan Liu şakayla karışık “Sen deli misin çocuk, hâlâ bana inanmıyor musun? Burada nöbet mi tutuyorsun?” dedi

“Hayır...” Gan Yang hemen reddetti. “Sadece bakmak istedim. Zaten eve gitsem de uyuyamam.”

“Senin de uyuyamadığın zamanlar oluyormuş ha?” Başkan Liu onun açığını yakaladı. “Merak etme, atlatamayacağın bir şey değil bu.”

Her ne kadar böyle dese de, onun kalmasına göz yumdu. Ne de olsa en büyük katkısı dışarıdan yemek siparişi vermek ya da damacanayı değiştirmekti.

Şirketin halka arzıyla ilgili, Başkan Liu açıkça bir şey söylememişti. Ama Gan Yang net bir şekilde görebiliyordu ki, o ve Long Mei – tabii ki esas olarak Long Mei – Başkan Liu'yu başvuru belgelerinde “teknik düzenleme” yapmaktan vazgeçmeye ikna etmişti.

Ama yine de sorunlar vardı. Mesela Gan Kunliang.

Müdür Gan'ın hitabet gücünü duymuştu. Reform döneminin başında Çin’de milyonlarca yuanlık dolandırıcılık davasına karışan ilk kişilerden biriydi. Her ne kadar suçu toplu yatırım dolandırıcılığı olsa da, etkisi hâlâ küçümsenemezdi.

Birkaç gün boyunca yapılan hesaplamalar sonucunda iki grup rakam çıktı ortaya.

Bir yanda eldeki tüm para: banka hesaplarındaki nakit, tahsil edilecek alacaklar, hâlâ kullanılabilir kredi limitleri...

Öte yanda harcanması zorunlu olan para: ofis giderleri, hammadde, işçi maaşları ve ceza sonrası hemen yenilenmesi gereken atık su arıtma sistemi...

Bir de hisse geri alımı eklendiğinde, açığın Gan Kunliang’ın tahmin ettiği iki milyarı da aştığı ortaya çıktı.

Gan Yang’ın başı bu sayıları hesaplarken zonkluyordu.

Başkan Liu bunu fark edip onu teselli etti:

“Bu kadar çıkacağı kesin değil, hepsi pazarlık edilebilir.”

Pazarlık nasıl yapılırdı? Gan Yang’ın hiçbir fikri yoktu. Bu işi yaptıran kendisiydi ama şimdi gerçekten başladığında, ilk pes etmek isteyen de yine kendisi olmuştu.

Üstelik Gan Kunliang da boş durmuyordu. Sürekli devreye giriyor, ana şirkete gidip Başkan Liu'yla konuşuyordu. Onu halka arz başvurusunu şu anda asla bırakmaması konusunda uyarıyordu.

Yılın ilk yarısında borsa çökmüş, yeni halka arzlar yavaşlamıştı. Ama Olimpiyatlar yaklaştıkça borsa bir miktar toparlanmıştı. Kumar ruhlu Müdür Gan, yine umut görmüş olmalıydı. Ona göre eğer “bir kez daha risk alırlarsa”, iş hâlâ kurtarılabilirdi.

Gan Yang ofis dışında bekliyor, cam duvarın ardından içerideki konuşmaları endişeyle izliyordu. Müdür Gan dışarı çıkar çıkmaz içeri girip karşı argümanlarını söyleyecekti—çünkü herkes biliyordu ki, bu küçük boğa piyasası sadece hükümetin durumu istikrara kavuşturma çabasıydı. Olimpiyatlar biter bitmez her şey yeniden dibe vuracaktı. Hatta bazıları, Çin Menkul Kıymetler Düzenleme Kurulu’nun daha önce birçok kez yaptığı gibi yeni halka arzları durdurarak piyasayı kurtarmaya çalışacağını öngörüyordu. Eğer şimdi tedbir almaz, başvuru belgelerinde yalan beyanlara devam ederlerse, o zaman işleri düzeltmeye bile vakitleri kalmayabilirdi.

Başkan Liu ikna edilememişti ama Gan ailesindeki hissedarlar onun sözleriyle çoktan ikna olmuştu.

Gan Kunliang önce iki kardeşini alıp gelmiş, damgayı zorla almak için doğrudan işe girişmişti. Sonra işi iyice ileri götürüp yaşlı babasını da taşıyıp getirmişti ve adam bastonunu Liu’nun yüzüne doğrultarak bağırmıştı.

“Hiç mi vicdanın yok? Daha kırklı yaşlardasın, yoksa gözün dışarılarda mı? Sen Gan değilsin, Gan ailesinin başı olmaya layık değilsin!”

Bu noktada, Gan Yang nihayet saf su bidonlarını değiştirmek dışında başka bir işe de yaradığını fark etti. Annesinin önüne geçip büyükbabasına “Ben Gan’ım. Layık mıyım değil miyim, sen söyle!” dedi.

Baston çoktan vücuduna inmişti ama sonunda yere indirildi.

Böylece, önceden belirlenen takvime göre yatırımcılarla tek tek görüşmeye başlayabildiler.

En büyük iki yatırım fonundan, yerel zenginlere kadar herkesle görüşüp vade uzatımı, geri alım yöntemleri ve ödeme planlarını müzakere ettiler.

Aynı zamanda, Long Mei de ya borç tahsilatı için ya da para bulmak için sürekli koşuşturuyordu. Bazı alacaklar yargıya intikal etmişti bile, açılan dava sayısı onlarcaydı.

Borç tahsilatı ise, hiç kolay değildi.

Bu gibi dönemlerde herkes ödeme süresini sonuna kadar kullanırdı, hatta bazıları üstüne üstlük kendileri erteleme talep ediyordu.

Para bulmak da aynı şekilde zordu.

O yıllarda yerel sosyetik hanımlar arasında platin çanta almak moda olmuştu. Oysa Direktör Long Hermès’e girdiğinde sadece ipek fular, çay seti, ahşap oymalar, hatta mahjong taşları alır, hediyelik diye bankalara götürürdü.

Bu sayede yerel bankalarla çok iyi ilişkiler kurmuştu.

Ama işler bu raddeye gelince, tüm bunların yetersiz kaldığını fark etti.

Para denilen şey, çoğu zaman sadece işler yolundayken işe yarar, zor günlerde yardım etmekte ise yetersiz kalırdı.

Tam da bu günlerde, Gan Yang Çin ehliyetini almak için trafik müdürlüğüne gitti, Liu ve Long’a şoförlük yapmaya başladı.

Artık burada uzun süre kalacağını biliyordu, ama Ding Zhitong’a bunu hâlâ açıklamamıştı.

Her gece yatağa yattığında, “Yarın söylemeliyim.” diyordu ama gün sonunda bir kez daha söylemeden geçip gidiyordu.

Bunun neden böyle olduğunu kendisi de bilmiyordu.

Bazen dışarıda yürürken ya da arabayı sürerken bu konuları tekrar tekrar düşünüyor, örneğin ona gerçeği söyledikten sonra ne olacağını kafasında kuruyordu.

Bir süre ayrılacaklardı, belki bir yıl, belki iki, belki daha fazla... ama nihai sonuç tamamen belirsizdi.

Bu düşünceler arasında, çoğu zaman kendini maraton koşucusu gibi nefes alıp verirken yakalıyordu.

Burundan derin bir nefes alıp, ağızdan tamamen boşaltıyordu—sanki bu şekilde nefes almak, dolandırıcı gibi ezici bir baskı altındaki ruhunu biraz olsun yatıştırıyordu.

İşte bu şekilde, günler günleri kovaladı.

Ta ki Liu hastaneye kaldırılana kadar.

Belirti: Şiddetli baş ağrısı.

Doktora gidince, Gan Yang bu baş ağrılarının aslında çok uzun süredir sürdüğünü, ama Liu’nun kimseye söylemediğini öğrendi.

Bu seferkinin fark edilmesinin nedeni, ağrının artık sıradan bir ifadeyle geçiştirebileceği boyutu aşmış olmasıydı.

Annesiyle birlikte tetkik sonuçlarını beklerken, bu dönemdeki tüm çabalarının aslında ne kadar önemsiz şeyler olduğunu fark etti.

Yeter ki kader bir kez daha onunla dalga geçmesin, geri kalan her şey önemsizdi.

Ama Liu öyle düşünmüyordu.

Bekleme salonunda bile hâlâ plan anlatıyordu:

"Şu anki eğilime bakarsak, Avrupa ve Amerika’dan gelen siparişler azalmaya devam edecek. Son yıllarda Japonya siparişlerimiz azdı, bu yıl yeniden yoğunlaşmamız gerek. İşten çıkarmalar kaçınılmaz, atıl durumdaki tesisler ve ekipmanlar da tamamen elden çıkarılmalı. Düşük kârlı giysi üretimini bırakmalı, daha çok spor kıyafetlerine odaklanmalıyız. Spor ayakkabılar daha kârlı. Hukuk departmanına sözleşmeleri incelet, uygunsa siparişle birlikte devret, o zaman satış fiyatı da o kadar kötü olmaz. Ayrıca üretim hatları durmamalı. Başkaları ne düşünürse düşünsün, bizim tavrımız net olmalı—bu sadece alacaklıları sakinleştirmek için değil, bir sonraki finansman için de önemli."

Gan Yang şaka yaptı.

“Bu ne ya? Vasiyet gibi konuşuyorsun. Ben bunları ezberleyemem. Sonra yavaş yavaş anlatırsın.”

Liu gülüp elini onun başına koydu. “Sen yaparsın. Ama keşke tüm bunları hiç bilmeseydin.”

“Niye ki?” Gan Yang anlayamamıştı.

Ona bu kadar uzun süre hiçbir şey söylememiş olmasına zaten çok sinirlenmişti.

Liu içini çekti, bir süre sessiz kaldıktan sonra yanıtladı.

“Çünkü sen iyi bir çocuksun. Öğrendiğin an, kesinlikle hemen geri gelirdin. Yanımda kalırdın, tıpkı şimdi olduğu gibi.”

“Tabii ki geri dönerdim.” dedi Gan Yang kararlı bir şekilde. Bu onun için zaten tartışmaya açık bir konu değildi.

Liu ona baktı, kısa bir sessizlikten sonra devam etti.

“Ama senin de bir hayatın var...”

Gan Yang bunu duyunca konuşmadı. O an aklına yine Ding Zhitong geldi.

Sonunda tetkik sonuçları çıktı, korktukları gibi değildi.

Doktorlar bir hastalık tespit edememişti.

Büyük olasılıkla uzun süreli stresin yol açtığı psikolojik kökenli baş ağrısıydı.

Stres kaynaklarından uzak durması, ruhsal olarak rahatlaması önerildi.

Hastaneden çıktıktan sonra Gan Yang, arabayı kullanarak annesini eve götürdü. Ve işte tam o yolda, iki şeyi tamamen netleştirdi.

Birincisi, Liu’nun artık dinlenmesi gerektiğiydi. Kalan işleri onun devralması gerekiyordu.

İkincisi, Ding Zhitong’un da kendi hayatı vardı. O her ne kadar sürekli kendine “Ben tam bir para delisiyim” dese de, Gan Yang onun karakterini çok iyi biliyordu.

Eğer ona her şeyi açıklasaydı—şu an sırtında iki yüz milyon yuandan fazla borç olduğunu söyleseydi—Ding kesinlikle ondan ayrılmazdı.

Hatta böyle bir durumda, onunla kalmakta daha da ısrarcı olurdu.

Ama onların ilişkisi, onunla Liu arasındaki ilişki gibi değildi.

Bazı şeyleri yalnızca kendine şart koşabilirsin, başkasına dayatamazsın.

Gerçekten böyle mi devam etmek istiyordu?

Gerçekten onun da bu ağır yükü birlikte taşımasını mı istiyordu?

İçinden bir ses bunun içinde hafif bir ahlaki baskı olduğunu fısıldıyordu.


Yorumlar