Eat Run Love - 39. Bölüm

Ding Zhitong, Zweig’in o ünlü sözünü hatırladı: “Kaderin sana sunduğu tüm hediyelerin çoktan bir bedeli belirlenmiştir.”
---
Görüşme ekranından çıkınca telefonunda iki cevapsız çağrı olduğunu fark etti, ikisi de Feng Sheng’dendi.
“Beni mi aradın?” diye geri döndü. Sesi neredeyse normale dönmüştü.
“...İyi misin?” Karşı taraf lafı dolandırmadan sordu. Belli ki olan biteni duymuştu.
“Sen bunu nereden biliyorsun?” diye şaşırdı Ding Zhitong. Tüm gün boyunca en çok duyduğu cümle “Kişisel görüş bildirmeyin” ya da “Yetkilendirilmemiş açıklamalardan kaçının” olmuştu. Ama belli ki bu olayın yayılması kaçınılmazdı.
Nitekim Feng Sheng ona, haberin ikincil piyasa trader’ları arasında yayıldığını söyledi.
Sokakta olan ne olursa olsun, ilk olarak yatırım bankalarının menkul kıymet departmanlarında kulaktan kulağa yayılırdı. Çünkü tüm trader’ların Bloomberg terminalleri vardı ve anlık mesajlaşma sistemi sadece müşteri veya meslektaşlarla pozisyon paylaşmak için değil, aynı zamanda dedikodu yaymak için de kullanılırdı.
“Peki sen bunun ben olduğumu nasıl bildin?” diye sordu Ding Zhitong. Hâlâ hayret içindeydi.
“Duyduğuma göre birinci yılındaki Çinli bir kadın analist, JV’yle birlikte hastaneye gitmiş ve bu yüzden uyum departmanı tarafından sorguya alınmış. IBD’de kaç tane Çinli kadın var ki?” diye karşılık verdi Feng Sheng.
Ding Zhitong acı acı güldü. Sokaklarda dolanan Çinli öğrencilerin çoğu ya araştırmacıydı ya da kuant işlemlerle uğraşan “madencilerdi”. IBD’nin onu işe almasının nedeni belki de sadece siyasi doğruculuk gösterisiydi. Uluslararası öğrenci, Asyalı, kadın... Üçü bir arada.
“İyiyim ben. Gerçekten, teşekkür ederim.” Samimi bir şekilde konuştu.
“Yemek yedin mi?” diye sordu Feng Sheng. Cevap beklemeden de ekledi. “Song Mingmei birazdan buraya geliyor. Hep birlikte bir şeyler yiyelim.”
“Olur.” dedi Ding Zhitong, kendi kendine telkinde bulunarak, “karnımı doyurduğum sürece her şey hallolur.”
Gan Yang’ın gelmesine daha birkaç saat vardı ve böyle kasvetli bir akşamda, boş bir evde tek başına kalmaktan gerçekten korkuyordu.
Bu yüzden, ikisi yakınlardaki bir Japon restoranında buluşmak üzere sözleştiler. Birkaç çeşit yemek söylediler ve Song Mingmei’nin gelmesini beklediler. Masadaki sohbet hâlâ JV’nin etrafında dönüyordu. Ding Zhitong’un gizli bilgi vermesine gerek kalmadan, Feng Sheng’in bildikleri onunkinden bile fazlaydı. Örneğin, aile bireyleri gazetecilere doktorların açıklamasını iletmişti: Ölen kişinin bir süredir sürekli grip ve ateşle boğuştuğu, dinlenemediği için bağışıklığının zayıfladığı ve bu yüzden hastalığın iyileşmeyip ölümcül boyuta ulaştığı düşünülüyordu. Bu durumda işveren olarak M şirketi elbette kendini savunmak isteyecekti. Çalışma saatleri giriş-çıkış sistemi ve e-postalarla sabitken, geriye sadece ölüm nedenini çalışanın fiziksel durumuna bağlamak kalıyordu.
“Yani demek istiyorlar ki..?” Ding Zhitong, daha önceki konuşmalarda geçen soruları ve işe girmeden önce yapılan ilaç testini hatırlayıp, konunun madde kullanımına çekildiğini sezdi.
Feng Sheng başını sallayıp ekledi: “Fazla mesai için modafinil, uykusuzluk için fentanil... Herkesin bildiği bir sır bu.”
Ding Zhitong ona bakakaldı, bir süre sessiz kaldı. Song Mingmei de buna benzer şeyler söylemişti: Böyle şeylerin sana çok uzak olduğunu sanma. JV’nin alışılmış hâllerini hatırlayınca, gerçekten de ihtimal dışı görünmüyordu.
Ama Feng Sheng yanlış anladığını düşünüp hemen açıkladı. “Merak etme, ben kullanmadım. Ne kadar zorlansam da, kahve benim sınırım.”
“Venti artı ekstra espresso shot mı?” diye şakayla karşılık verdi Ding Zhitong. İçgüdüsel olarak, ikisinin de aslında aynı yoldan geçtiğini hissetti.
Feng Sheng de gülümsedi, dört parmağını kaldırarak “Dört shot lütfen.” dedi.
Dört kat yoğunlukta Americano artık bir alışkanlık hâline gelmişti.
Kahkahalar dindikten sonra, Feng Sheng başka bir şeyi hatırladı. “Bir de, hâlâ öğrencilik kredilerini ödeyememiş diyorlar...”
Bu sözler Ding Zhitong’u sarstı, kendini biraz daha onun yerine koymaya başladı.
Feng Sheng ise bunu tiye aldı. “Zaten parasız olmasak, kim bu işi yapar ki?”
“Peki ya sen niye yapıyorsun?” diye iğneledi Ding Zhitong. Mezuniyet töreninden sonra ailesini görmüştü, belli ki hali vakti yerindeydi.
Bir anlığına Feng Sheng sadece gülümsedi, hiçbir şey söylemedi. Ding Zhitong bu sorunun sınırı aştığını düşünerek başını eğdi, tabağındaki yemeği karıştırmaya koyularak bu mahcubiyeti savuşturmaya çalıştı.
Ama Feng Sheng sonunda yavaş yavaş, kırık dökük cümlelerle konuştu. “Benim ailem... dört kuşak öncesine kadar yabancı bir bankada işbirlikçilik yapmış. O zamanlar önemli biri sayılırmış. Son yıllarda bu tür Cumhuriyet dönemi hikâyeleri popüler oldu ya; yazarlar, gazeteciler falan sık sık gelir röportaj yapmaya. Ama o parıltılı geçmişten bugüne geriye bir tek Fengyang Caddesi’ndeki eski bir Batı tarzı ev kaldı. Üç kuşak, beş aile, toplam on iki kişi hâlâ o evde yaşıyoruz. Eski Şanghay’da yedi iki ev halkı nasılsa, bizde de pek farkı yok. Kimse evi onarmak istemiyor, satın alacak parası olan da yok, taşınmaya razı olan da yok. Bir amcam var, kırk yedi yaşında, bekar, hâlâ o evde. Dışarda sürekli soyumuzun ne kadar soylu olduğunu anlatır, biri ciddiye alıyor mu bilmiyorum. Liseye başladığımdan beri korkum hep şuydu: Bir gün ben de onun gibi olur muyum...”
Ding Zhitong onu sessizce dinleren içinden geçirdi: Gerçekten de, herkesin kendi nedeni var.
“Sen öyle olmazsın...” dedi sonunda, onun yerine garanti verdi. Gerçekten de Feng Sheng’in öyle biri olmayacağına inanıyordu, çünkü o zeki ve hırslı biriydi.
“İşte bu yüzden yoruluyorum ya.” dedi Feng Sheng, gülümseyerek iç çekti.
Bu ton, mezuniyet töreninde onun anne babasının söylediklerini hatırlattı ona: Altmış yıldır bekliyoruz, sonunda yine biri Ivy League’e girebildi. Tüm umutları, onun üstündeydi.
“Peki benim niye yaptığımı biliyor musun?” diye sordu Ding Zhitong birden.
Feng Sheng cevap vermedi, sadece gözlerinin içine bakarak anlatmasını bekledi.
Tam akşam yemeği saatiydi, restoran kalabalıktı, her yanda uğultular vardı; ama onların oturduğu köşe sanki dış dünyadan yalıtılmış gibiydi. Böylece, içini dökebileceği bir sessizlik buldu.
“Annem 90’ların başında yurt dışına çıktı. Sonra kendisinden yaşça epey büyük biriyle evlendi. Adamın maddi durumu iyiydi; New York’ta evi vardı, arabası vardı, anneme seyahat acentesi açması için yatırım yapacağını söylüyordu. Yeniden evlendiğinde herkese büyük laflar etmişti, kızını ABD’de okutacağını söylemişti. Şanghay’daki akrabalar, arkadaşlar kıskandı. Herkes onun gerçekten bunu yapıp yapamayacağını izliyordu. Ama aslında hiç de iyi geçinmiyorlardı. Adam, yaptığı her harcamayı onunla tek tek hesaplıyordu. Annem Amerika’ya gittikten sonra var gücüyle tur rehberliği yaptı, yıllarca birikim yaptı ama yine de para biriktiremedi. Ortaokul, lise... beni hiçbir zaman yanına alacak imkânı olmadı. Ta ki üniversiteye kadar. Artık daha fazla bekleyemedi, bana dedi ki: ‘Parayı buldum, sen başvurunu yap.’ Buraya geldikten sonra öğrendim ki, o parayı seyahat acentesinin vergi fonundan çalmış, öyle toparlamış. Üvey babamın hâlâ haberi yok. Annem için bu mesele hafif bir şey gibi; diyor ki ‘Bir yıl gecikmeyle vergiyi öderim olur biter.’ Ama ben onun için endişeleniyorum. Boşanması bir yana, ya vergi kaçakçılığından iflas ederse, hatta hapse girerse... Bu yüzden, bu yıl içinde o parayı mutlaka kazanmak zorundayım. Toplam sekiz bin dolar.”
Bu noktaya geldiğinde hafifçe gülümsedi. Sonunda o küçük hedefini dile getirmişti. Şanslı hissediyordu çünkü Feng Sheng ne neden diye sormuştu ne de şaşkınlık göstermişti. Ve tam bu sırada, Song Mingmei kapıdan içeri girdi.
Aralarında garip bir uyum vardı sanki; o konu bir daha açılmadı, konuşulmamış gibi davranıldı.
Song Mingmei masaya oturduktan kısa süre sonra, Ding Zhitong’a Gan Yang’dan bir telefon geldi. Ne zaman varacağını bildirdi.
Artık hava kararmıştı. Ding Zhitong onun otoyolda olduğunu bildiği için uzun konuşmaya cesaret edemedi. Kısa bir konuşmanın ardından telefonu kapattı.
Yanında oturan Song Mingmei, gülümseyerek takıldı. “Bugün sanki biraz fazlalık gibi geldim, ne dersin?”
“Saçmalama.” dedi Ding Zhitong, onu ciddiye almamasını isteyerek.
Ama Feng Sheng çoktan garsonu çağırmış, masanın tüm hesabını ödemişti bile. “Ofise dönmem gerek.” diyerek vedalaşıp ayrıldı.
Ding Zhitong onun bu davranışının ortamı daha fazla meşgul etmemek için olduğunu anladı, bu yüzden daha da minnettar hissetti. Ama ısrar da edemedi. Song Mingmei’yle birlikte teşekkür edip onu uğurladı.
Geride kalan iki kadın, sohbet tarzını değiştirdi.
O da aynı amaçla, Ding Zhitong’u rahatlatmak içindi. Ama Song Mingmei belli ki bu konuda daha ustaydı. JV’den hiç bahsetmedi. Sadece bir yandan yemek yerken bir yandan da kendi planlarını anlattı. Yazın Bay Bian ile Panama tatili planı mesela, ya da Bay Deng’in web sitesi, kendi fikirlerini uyguladığı için gün be gün yükselen tıklanma sayısı gibi.
Birlikte yedikleri yemeğin ardından dışarı çıkıp bir taksi çevirdiler. Song Mingmei, Ding Zhitong’la birlikte Upper West Side’daki eve dönerken yolda anlatmaya devam etti.
İkisi de daireye vardığında gece iyice ilerlemişti, salonun penceresinden dışarıda parlayan ışıklar görünüyordu.
Ding Zhitong ayakkabılarını çıkarıp kendine biraz şarap koydu. Yine alışık olduğu karton kutudaki California kırmızısıydı. Song Mingmei’ye de ister misin diye sordu.
Song Mingmei yüzünü buruşturdu ama yine de başını sallayıp bir kupa dolusu şarabı kabul etti.
Biraz sarhoşluk çöktükçe sohbet de derinleşti.
Ding Zhitong ona bakıp sonunda sordu.
“Senle Deng... şimdi aranızda tam olarak ne var?”
Song Mingmei bu sorudan kaçındı, konuyu tersine çevirdi.
“Peki ya senle Gan Yang? Bu ay mezun oluyor, yakında birlikte yaşamaya başlayacaksınız. Nasıl hissediyorsun?”
“Fena değil...” Ding Zhitong başını eğip şaraptan bir yudum aldı. Bu mesele anlatması zor bir konuydu. Üstelik sanal da değildi, gerçek bir birlikte yaşamdan bahsediyorlardı.
Song Mingmei bir şeylerin ters gittiğini hemen fark etti, kısık sesle sordu.
“Fena değil derken, ne açıdan fena değil?”
Ding Zhitong bu soruyu gülerek geçiştirmeyi düşündü ama Song Mingmei sabırla cevabını bekledi.
Sonunda pes edip, “Birlikte yaşamaya başladıktan sonra aramız nasıl olacak...bilmiyorum” dedi.
“Nerede uyumsuzluk var?” Song Mingmei göz kırparak ima etti.
“Uyumsuzluk yok.” diye savundu kendini Ding Zhitong. “Sadece... sen de biliyorsun, IBD’de (yatırım bankacılığı bölümünde) çok fazla mesai yapılıyor..”
Sözleri ima doluydu ama Song Mingmei hemen anlamıştı.
“Eee, ne olmuş yani? Bir keresinde bir kitapta okumuştum, bazı kadınlar bu konularda çok soğuk olurmuş; adam üstlerinde meşgulken onlar gazete okur, yün örermiş. Sonuçta senin yatman yeter, çıkıp üstüne binmeni mi bekliyor sanki?”
Ding Zhitong bu kadar açık konuşulmasına hazırlıklı değildi, ağzındaki şarabı az kalsın püskürtüyordu. Zorlukla yutkundu, sonra Song Mingmei’ye bakıp başını salladı.
Evet, Gan Yang sınav olsun, iş bulmak olsun, hep “yeter ki olsun” kafasındaydı. Ama bu konuda ise tam tersi. Onun dikkatini vermesini, kendini tamamen adamış olmasını, pozisyon değiştirmesini, gerçekten doruğa ulaşmasını istiyordu. Terlemeden, çaba göstermeden olmuyordu.
Song Mingmei kulaklarını kapatıp, “Yeter artık! Bu kutlamalık bilgileri kendine sakla. Yanımda hava atma.” dedi eğlenerek.
“Sen sordun ama!” Ding Zhitong itiraz etti.
Song Mingmei kahkaha attı, yarı ciddi yarı şaka bir sesle karşılık verdi.
“Bu dünya gerçekten adaletsiz! Sen erkek, o kadın olsaydı, bu dertlerin hiçbiri olmazdı. Senin yoğunluğun kariyerin için, çok meşru bir sebep. O isterse canı sıkılsın isterse patlasın, katlanmak zorunda kalırdı.”
“Aman yapma, cinsiyet çatışmasına çevirme konuyu.” dedi Ding Zhitong elini kaldırarak. “Cidden mesele cinsiyet değil. O kadın ben erkek olsaydım ve beni gece yarılarına kadar fazla mesaiye bıraksaydı, üstüne eve dönünce hala ilişki bekleseydi... ben tahminen görevimi bile yerine getiremezdim, sevgilim çoktan kaçmış olurdu.”
Song Mingmei fırsatı kaçırmadı.
“Peki o zaman bu ne sorunu?”
“Para.” Ding Zhitong yine aynı cevabı verdi.
“Yine mi para?” Song Mingmei artık usanç içindeydi.
Ama Ding Zhitong karşılık verdi.
“Dünyada hangi mesele parayla ilgili değil ki?”
“Sen de amma abartıyorsun.”
“Ben böyleyim işte, doğruyu söylüyorum.”
“Peki sence o haksız mı?” diye sordu Song Mingmei birden.
Ding Zhitong tereddütsüzce başını salladı. Gan Yang haksız değildi. Sadece onun için endişeleniyordu, birlikte ciddi bir hayat kurmak istiyordu. Ama ne yazık ki şu anki Ding Zhitong için “hayat” bile lüks bir şeydi.
“Peki o adamı seviyor musun?” Song Mingmei yeniden sordu.
Ding Zhitong başını yine tereddütsüz salladı. Hatta içinden “çok ama çok seviyorum” diye ekledi. Ama ağzından çıkan cümle bir dönüş barındırıyordu.
“Az önce ona telefon ettiğimde gerçekten onu görmek istedim. Ama şimdi... şimdi korkuyorum. Gelirse istifa etmemi söyleyecek diye...”
Song Mingmei ona baktı ve teselli etti.
“Eğer gerçekten seviyorsan, bu tür anlaşmazlıklar geçici olur. Onunla güzelce konuş, her şey yoluna girer.”
Ding Zhitong bir kez daha başını salladı. Bu sözler onu duygulandırmıştı çünkü Song Mingmei ona şöyle bir laf etmemişti: “O zaman istifa et gitsin, zaten sevgilinin şartları iyi.”
Bir sürü saçmalık konuşulduktan sonra ortam biraz yumuşadı. Ama sessizlik çöktüğünde fark ettiler ki sorunlar hâlâ yerli yerindeydi.
O anda, Ding Zhitong’un aklına Stefan Zweig’ın o meşhur sözü geldi: “Kaderin sunduğu her armağan, çoktan bir bedelle etiketlenmiştir.”
Bu söz genellikle genç kızların para karşılığı bedenini satmasıyla ilgili kullanılırdı. İlk bakışta onların durumu bu değil gibi görünse de – sonuçta onlar her şeye kendi çabalarıyla ulaşmıştı – ama derinlemesine düşününce, aslında fark yoktu. Onlar cariye değil belki ama uzun vadeli ucuz iş gücü, bir nevi piyasanın köleleriydi.
Bugün ceset torbasında taşınan kişi JV’ydi. Sorgulanan kişi kendisiydi. Ama yerler kolayca değişebilirdi.
Neyse ki Song Mingmei onu anlıyordu. Omzuna dokunup kinuştu.
“Olumlu tarafından bak. En azından işin garanti artık.”
Ding Zhitong yeniden sarsıldı. Bu söz acımasızca duyulsa da, doğruydu.
JV'nin başına gelenler ortalığa yayılmışken, medya karşısında onun sessiz kalmasını sağlamak için M şirketi onu en azından olayın sıcaklığı geçene kadar işte tutmak zorundaydı.


Yorumlar
Yorum Gönder