Eat Run Love - 40. Bölüm

Birlikte yemek yiyebilir, birlikte koşuya çıkabilir, birlikte sarılıp uyuyabilirlerdi.

Ye, koş, sev. Mükemmel.


---


O akşam saat dokuzda, Gan Yang Manhattan Upper West Side’a vardı. Ding Zhitong’un onu aramasının üzerinden sadece üç saat geçmişti.

Ithaca’dan New York’a Ding Zhitong daha önce birçok kez gitmişti. Gidiş tek başına dört saat sürerdi. Düşününce, bu defa ne kadar hızlı geldiği ortadaydı.

Song Mingmei durumu anladı ve veda edip hemen kalktı.

Gan Yang teşekkür etti. Song Mingmei ise boş durmadı, çıkmadan önce ondan bir şey istedi. “MoQi” uygulamasındaki Forrest Gump ismini ve avatarını gerçek ismi ve fotoğrafıyla değiştirecekti. Ayrıca ortaokuldan bu yana okuduğu tüm okulları ve şu anki iş yerini de doğru şekilde girmeliydi. Aynısı Ding Zhitong için de geçerliydi.

Ding Zhitong şaşırdı, şaka yollu sordu.

“Sen şimdi Deng'in işine bu kadar mı yatırım yapıyorsun? Yeni yatırım mı geldi?”

Song Mingmei gülümsedi ve şöyle dedi.

“Artık ben de hissedarıyım, tabii ki ilgileneceğim.”

Ding Zhitong, ikisi arasındaki son konuşmayı hatırladı. O zaman bahsedilen hisseler... meğer gerçekten eline geçmişti.

Song Mingmei gittikten sonra, Ding Zhitong yatak odasına gidip üstünü değiştirdi. Pijamasını giyip dışarı çıktığında, Gan Yang’ın yine mutfakta bir şeylerle meşgul olduğunu gördü. Her zamanki gibi buzdolabındaki solmuş sebzeleri ve meyveleri çöpe atıyor, son kullanma tarihi geçmiş sütleri lavaboya döküyordu.

Onun yok olduğu günlerde, Zhitong sadece eve gelip duş alıyor, en fazla üç dört saat uyuyup sonra tekrar savaşmaya gidiyordu. Evde ne yemek pişmişti ne de buzdolabı açılmıştı sanki; mutfak da evin geri kalanı gibi soğuktu, ıssızdı.

Ding Zhitong nedense kendini suçlu hissetti. Sessizce arkasından yaklaştı, kollarını onun beline doladı, yüzünü sırtına yasladı. Gan Yang arkasını dönüp ona baktı, elindekileri bıraktı ve onu kucakladı. Üzerinde sadece tişört ve kot pantolon vardı, Zhitong’un üstünde ise uzun bir gömlek şeklinde bir gecelik. İki beden birbirine sıkıca yapışmıştı. Tenlerinin sıcaklığı, kalp atışları, nefesleri… her şey gerçekti. Bu sıcaklık, tüm günün baskısı altında titreyen Zhitong’un içini ısıtmaya yetmişti.

Penceredeki camda yansımaları görünüyordu. Ding Zhitong bu pozisyonu seviyordu; gözlerini kapattı, konuşmadan, kıpırdamadan kaldı.

“Konuşmak ister misin?” Ama Gan Yang sessizliği bozdu.

“Do you want to talk about it?” Ding Zhitong içinden güldü. Yedi yıl Amerika’da yaşayan biri olarak belli ki bu tür Batılı alışkanlıklar edinmişti. Dürüst olmak gerekirse, bu aslında oldukça iyi bir yöntemdi. Ne düşünüyorsan açık açık konuşabiliyordun. Ne var ki, şu anki Zhitong, nasıl cevap vereceğini bilemiyordu. Feng Sheng’e kolayca söylediği o küçük hedef ve arkasındaki nedenler, iş Gan Yang’a gelince dilinin ucuna bile gelmiyordu.

Odanın içi öylesine sessizdi ki bu boşluk daha da uzun geliyordu. Sonunda yine Gan Yang konuştu: “Geçen sefer bahsettiğim şeyi hiç düşündün mü?”

Ding Zhitong neyi kastettiğini elbette biliyordu: İş değiştirme meselesi. Şakayla karışık cevap verdi: “Senin o ‘aynı şeyleri tekrar eden ucuz iş gücüsün’ dediğin konuşmadan mı bahsediyorsun?”

Gan Yang zaten yol boyunca ne diyeceğini düşünmüştü. Bir adım geri çekildi, ona bakarak sordu: “Sen çoktan bana parayı ne kadar sevdiğini söylemiştin. Ama yine de sormak istiyorum: Para mı daha önemli, insan mı?”

“Para.” Ding Zhitong cevabı pek ciddiye almamıştı ama tonlaması oldukça netti.

Gan Yang cevapsız kaldı. Ellerini onun yüzüne koydu, sözcüklerini yeniden toparladı. “Senin vücuduna hiç değer vermediğini biliyorum. O zaman şöyle sorayım: Para mı daha önemli, ben mi?”

Bu... bir ültimatom muydu? Ding Zhitong sessiz kaldı. İlk anda gülmek istedi, içinden “Bu adam kendini ne sanıyor da parayla kıyaslıyor?” diye geçirdi. Ama beyninin başka bir köşesinden şu cümle de yükseldi: Elbette sensin. Ama şu an bu işi bırakamam.

Tam o anda, Kapitaldeki o cümleyi hiç olmadığı kadar derinden anladı: Ekonomik altyapı, üst yapıyı belirler. Ona o küçük hedefi ve arkasındaki hikâyeyi anlatsa bile, Gan Yang’ın vereceği cevap muhtemelen yine şu olurdu: “Ne kadar para? Ben sana veririm, olur biter.”

Sonunda hiçbir şey demedi. Sadece ona baktı, kollarını onun boynuna doladı ve öne eğilip onu öptü.

“Ding Zhitong, bu numarayı bırak artık...” Gan Yang ciddi bir ifadeyle geri çekildi. Bu kadının, konuşmaktan kaçınmak için yine cinsel yakınlık yoluna başvurduğundan şüpheleniyordu.

Ama Ding Zhitong tek kelime etmeden sadece onu öpmeye devam etti. Gözlerini dudaklarına dikti, parmaklarını onun ense kökündeki saçlara geçirdi, dudaklarıyla nazikçe dokundu, sonra derinleşti. Bir nefes verip bir nefes aldı, dilini onun diline değdirerek... ne söylemek istiyorsa hepsini bu uzun, derin öpücüğe sığdırdı.

Mesela, “Bu konuda anlaşamasak da seni seviyorum.”

Mesela, “Biraz daha bekler misin? Bana biraz daha zaman verir misin? Benden vazgeçme...”

Gan Yang’ın anlayıp anlamayacağından emin değildi. Bildiği tek şey, bir saniye önce “Bu numarayı bırak” diyen adamın, bir saniye sonra onu kucağına aldığıydı. Ama ne yapacağını bilemez gibiydi. Ada mutfağındaki tezgâha mı götürsün? Kanepeye mi? Banyoya mı? Yatağa mı? Göz göze geldiler, Zhitong ise onun omzuna kapanıp güldü. Bacaklarını beline doladı, sanki düşecekmiş gibi sımsıkı tutundu.

Kısa bir ayrılığın ardından bedenleri yeniden birleşti. Nefesleri iç içe geçti, öpücükleri de. Tutkuyla dolu anlar geçtikten sonra, yavaş yavaş sakinleştiler. Ding Zhitong başını yastığa koymuş kıpırdamıyordu. Ama Gan Yang yeniden üzerine eğilip sordu. “Tongtong, gelecekteki planlarını bana söyleyebilir misin?”

“Ne planı?” Ding Zhitong onun ne demek istediğini tam anlayamamıştı. “Plan” deyince aklına iş görüşmelerinde sorulan klişe sorular geldi; beş yıllık, on yıllık planlar... O tür şeyleri ezbere bilirdi. Ama gerçek bir gelecek planı sorulunca... iki yıl analistlik, üç yıl müdürlük dışında pek bir şey düşünmemişti. Sonuçta bu çağda hayal kurmak biraz komik geliyordu.

“Yani, para kazanıyorsun ya, neden kazanıyorsun onu merak ediyorum.” diye açıkladı Gan Yang. “Para bir araç, amaç değil. Bu kadar çabalıyorsan bir nedeni vardır mutlaka.”

Beklediği soru buydu. Ding Zhitong durdu, sonra yanıtladı: “Aslında ben para kazanıyorum, çünkü Doğu Manhattan’da bir daire almak istiyorum.” Bu onun hazır cevabıydı. O kadar acil olmasa da öncelik sırasında ikinci sıradaydı.

“Shangdong mu?” O yanlış anlamıştı.

Ding Zhitong gülümsedi ve yavaşça açıkladı. Onun bahsettiği “Doğu Man” aslında Şanghay’daki “Oriental Manhattan” adlı bir projeydi.

Küçükken, ailesiyle şehrin dışında yaşıyorlardı. Orası teknik olarak şehir içi sayılırdı ama küçük bir kasabayı andırıyordu. En hareketli caddesi, düpedüz “Bir Numaralı Yol” diye adlandırılmıştı. Fotoğrafçı, postane, büyük mağaza... hepsi o caddedeydi. İki yerel otobüs hattı da ev, fabrika, hastane ve okulu birbirine bağlıyordu.

Sonra annesi yurtdışına çıktı, babası da Zhitong’un nüfus kaydını şehir merkezindeki anneannesinin evine aldı. Sözde, kıza acıyordu, onu köyde yanında tutmak istememişti. Ama aslında bu nüfus kaydına bir kişi daha ekleyip kentsel dönüşümdeki tazminattan pay almak istiyordu. Yanhua yurtdışına çıktığına göre yerine Zhitong geçirilmişti, yoksa zarara girerlerdi. O dönemin tüm küçük şehir insanları gibi, onların da her kararının ardında para yatıyordu. Ama kaderin cilvesine bakın ki, kentsel dönüşüm ofisinin tabelası o sokak başında beş-altı yıl asılı kaldı, Zhitong’un kaydı da çoktan dondurulmuştu. Bugüne dek en ufak bir gelişme bile olmadı.

O birkaç yıl boyunca, Ding Zhitong anneannesiyle aynı odada yatıyordu. Odanın kırmızı çerçeveli penceresinden bakınca tam karşısında o siteyi görebiliyordu. Temeli kazılırken başlayıp kat kat yükselmesini izledi, adeta gözlerinin önünde inşa edildi. Bu yüzden, o yaşlarda gözünde ilk “lüks konut” buydu.

Üniversiteye başladıktan sonra oraya pek uğramaz olmuştu. Ne yıkım sırasını bekleyen anneannesinin küçük evi, ne de babasının şehir dışındaki eski lojmanı... Ama bazen hâlâ Dongman’ın kapısından geçiyordu. Her seferinde de kendini orada yaşarken hayal ederdi; anne babasıyla, büyükannesiyle ya da anneannesiyle değil—yalnız başına. Gözünü her sabah açtığında evde bir sürü insan ve dağınık eşyalar görmek zorunda kalmadan.

Bu sözleri söyledikten sonra yine dilini tutamadığını düşündü. Ne kadar da küçük hesapların peşinde bir hayaldi bu; kulağa biraz da bencilce geliyordu.

Ama aslında tam da öyleydi: küçük hesaplı, bencil biriydi. Gam Yang’ın gerçekten onu tanımayı isteyip istemediğinden, tanıdıktan sonra da hâlâ ondan hoşlanıp hoşlanmayacağından emin değildi. O an içini dökmeye karar verdi—ona daha önce söylediği gibi—sözler açık açık söylendikten sonra ayrılık bile boşa gitmiş sayılmazdı.

Yan dönüp ona baktı ve sonunda konuştu.

“Gan Yang, aslında ben tam da böyle biriyim; gerçekçi, hatta dertli biriyim. Sen bana buraya birlikte taşınalım dediğinde, ben günlerce bu evin aylık kirası ne kadar diye düşünüp durdum. Bir yandan ‘Yok, bana söyleme, öğrenirsem geceleri uyuyamam’ diye karar veriyordum, sonra birkaç saat geçince ‘Hayır, yine de söyle, bilmezsem daha da kötü, hayal kurmaktan içim sıkılıyor’ diyordum..."

Gan Yang buna kahkahalarla güldü ve her zamanki o cümlesini söyledi.

“Ding Zhitong, sen ciddi ciddi hasta mısın?”

Ama Ding Zhitong ciddiyetle ona bakarak devam etti.

“Senin bana kira ödememde yardımcı olabileceğini biliyorum, hatta bana para gönderebileceğini de. Ama bizim ilişkimizin o şekle dönüşmesini istemiyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musun?”

“Anlıyorum.” Gan Yang sonunda gülümsemeyi kesti, göz göze geldiler ve başını salladı.

Ding Zhitong devam etti.

“Şu iki yıllık analyst programını tamamlamak istiyorum. Sonrasında bu mesleğe devam mı ederim yoksa başka bir işe mi geçerim, henüz karar vermedim. Ama bu iki yıl boyunca elimden geldiğince düzgün yemek yemeye, iyi uyumaya, kendime iyi bakmaya çalışacağım. Belki sana yeterince zaman ayıramam, ama yine de birlikte olmamızı istiyorum. Sen ne düşünüyorsun?”

“Sen yine de birlikte olmamızı istiyorsun?” Gan Yang bu cümleyi özellikle vurgulayıp yeniden sordu.

Ding Zhitong başını salladı.

“Peki, benim neyimi istiyorsun? Paramı mı, beni mi?” O tipik sorulardan birini sordu, gözlerinde belli belirsiz bir gülümseme vardı.

Ama bu klasik seçmeli soruya Ding Zhitong hazır cevabı seçmedi. Ona bakarak şöyle dedi:

“Seni istiyorum, çünkü sen özelsin. Tanıdığım hiç kimseye benzemiyorsun. Sana gerçekten, çok ama çok hayranım. Yapmak istediğin şeyleri belki şu an tam olarak anlamıyorum ama bir gün başaracağına inanmak istiyorum.”

Bu sözleri söyledikten sonra Gan Yang’ın yüz ifadesini göremedi, çünkü o anda Gan Yang kollarını sımsıkı sarıp onu kendine çekmişti.

Bir süre öylece birbirlerine sarılıp kaldılar. Ta ki Ding Zhitong, hafif bir burun çekme sesi duyana kadar.

Kıkırdayarak sordu.

“Hey, sen yoksa ağlıyor musun?”

Gan Yang boğazını temizleyip reddetti.

“Hayır ya.”

Ding Zhitong buna inanmadı, kollarından kurtulup yüzüne bakmak istedi.

“Neden ağlıyorsun ki?”

Gan Yang onun hareket etmesine izin vermeyerek kaçamak bir şekilde yanıtladı.

“Ben ağlamıyorum ki, sadece biraz...”

“Biraz ne?” Onu konuşturmakta ısrarlıydı.

“Yani...” diye mırıldandı, “Biraz duygulandım sadece. Daha önce kimse bana böyle şeyler söylememişti...”


---


Ertesi sabah şafakla birlikte Ding Zhitong erkenden uyandı. Belki de gördüğü ama gözünü açar açmaz unuttuğu bir kâbus yüzündendi, belki de son zamanlarda sürekli uykusuz kaldığı için artık bölük pörçük uykulara alışmıştı.

Uyumadan önce perdeleri kapatmamıştı. Bu sayede gökyüzünün ağır ağır aydınlanmasını, uzaktaki binaların ve yakındaki ağaçların sabahın o huzurlu, mavimsi tonundan sıyrılışını seyredebildi.

Gan Yang hâlâ arkasında derin bir uykudaydı; bir kolu onun beline dolanmış, nefes alışları ritmli ve sakindi. Belki de tam da bu dünyadan kopuk gibi hissettiren huzurlu ve güvenli an yüzündendi ki, Ding Zhitong, dün geceki kaygılarının aslında yersiz olduğunu düşündü.

Tıpkı dün geceki o sözler gibi, aralarında aşılması zor bir engel yoktu. Sadece bir yıl ve seksen bin dolar vardı. Zaman geçecekti, para birikecekti. O zaman eğer Gan Yang gerçekten ülkesine dönüp ayakkabı yapmak isterse, o da onunla giderdi. Birlikte yaşayacakları bir yer seçerlerdi. Gan Yang hayal ettiği işi yapar, o da başka bir iş bulurdu—belki şimdi kazandığı kadar kazanamazdı ama artık haftada yüz saatten fazla çalışmak zorunda da kalmazdı. Birlikte yemek yerlerdi, birlikte koşuya çıkarlar, gece sarılarak uyurlardı. Ye, koş, sev—mükemmel bir hayat.

Bu düşüncelerle tekrar huzur içinde uykuya daldı. Ta ki şehir yeniden uyanana dek.




Yorumlar