Eat Run Love - 35. Bölüm

Kendi dışında kimse, onun bir zamanlar içine kapanık ve çekingen biri olduğunu hatırlamazdı.


---


O dönem, Song Mingmei yıllar öncesinden bir olayı sık sık hatırlıyordu.

O zamanlar on yaşındaydı, dördüncü sınıfa gidiyordu. Sınıfında, notları kendisininkine yakın olan bir kız vardı. Ama kız biraz daha güzeldi, sınıfta daha popülerdi, okulda da daha tanınıyordu. İkisi aslında rakipti ama birlikte oynamaktan da hoşlanıyorlardı. Hatta kıyafet tarzlarını bile birbirinden kopyalıyorlardı. Gerçi genellikle diğer kız onu taklit ediyordu. Çünkü Song’un ailesi daha varlıklıydı ve çok titiz bir annesi vardı. Kızına her zaman en iyisini alır, ondan yüksek beklentilerde bulunurdu.

Ama işte o çok titiz anne, bir gün Song’a demişti ki: “O kızdan uzak dur. Böyle saf saf takılma onunla.”

“Niye?” diye sormuştu Song. Kendisinin neden “saf” olduğunu anlamamıştı.

Annesi ona şöyle açıklamıştı: “Çünkü siz aynı sınıftasınız, ders başarınız da aşağı yukarı aynı, hem ikiniz de kızsınız.”

“İkimizin de kız olması ne olmuş yani?” diye sordu Song Mingmei tekrar.

Annesi örnekle açıkladı. “Mesela okulun başarılı öğrencilerini seçerken, bir sınıftan en fazla bir erkek bir kız aday gösterilebiliyor. Yani o bir kişilik kontenjan için seninle yarışıyor. Yakında ortaokula geçeceksiniz, bu ödülün ne kadar önemli olduğunu sen de biliyorsun...”

Bu sözler Mingmei’yi güldürdü. Annesinin sözünü keserek karşılık verdi. “Neden illa bir erkek bir kız olmalı? Sanki kurbanlık kız ve oğlan çocukları seçilip sazan ruhuna sunuluyor!”

Annesi onun hazırcevap olduğunu bildiğinden, lafı uzatmadı. “Sen izle de gör.” dedi sadece.

Sonrasında, o yılki değerlendirme gerçekten başladı. Sınıflarından seçilen adaylar da beklendiği gibi bir “erkek ve kız çifti” oldu. “Kız çocuk” rolü Song Mingmei’ye düştü. Yanında seçilen erkek çocuk ise, gerek başarı gerekse yetenek bakımından onun en yakın arkadaşının çok gerisindeydi.

O, en yakın arkadaşı adına içerlemişti ama arkadaşı onunla konuşmaz olmuştu. Arkadaşı, Mingmei’nin kendi hakkını çaldığını düşünüyordu; bunu hak ederek değil, sadece güzel olduğu, konuşkan ve girişken olduğu, sık sık sahneye çıktığı ve okulda daha tanınır biri olduğu için kazandığını sanıyordu. Song Mingmei de buna sinirlendi. Çünkü güzel olmak, konuşkan ve girişken olmak, sık sık sahneye çıkmak — bunlar da onun kendi yetenekleri değil miydi?

Yıllar sonra, ortaokulda benzer bir durumla tekrar karşılaştığında, nihayet farkına vardı: O hakkı elinden alan kişi kendisi değil, “erkek ve kız” seçme geleneğiydi.

O günden sonra, hep kendini “kadın” kimliğiyle sınırlandırılmış bir rekabetin içinde bulduğunu düşündü. Şimdiyse işler daha da abartılmıştı. Üzerine bir de “Asyalı” etiketi eklenmişti. Birinci yılındaki bir analist olarak, kafasının hemen üstünde “bambu tavan”ın durduğunu çok net bir şekilde görüyordu — hem de o kadar alçaktı ki...

Etrafına baktığında, bu konuyu açıklayabilecek tek kişi gibi görünen kişi Bian Jieming’di. Ona her zamankinden daha fazla merak duyuyordu. Acaba Bian Bey bu noktaya nasıl ulaşmıştı?

Song Mingmei onu bulduğunda, Bian Jieming Batı Yakası’ndan yeni dönmüştü. Eskisi gibi yine birlikte öğle yemeği yediler. Mingmei ona son zamanlardaki işlerini, tüm ekibe dışarıdan aldığı yemekleri ve kahveleri, sonradan gelen ve öne çıkan Nathan’ı anlattı. Aslında fikir danışmak istemişti ama Bian Jieming sadece gülümsedi ve onu dikkatle dinledi, pek bir açıklama yapmadı.

Yemekten sonra, Bian Jieming onu yeni aldığı daireyi görmeye davet etti. Mingmei, bunun yine bir “amca”nın güç gösterisi olduğunu düşünüp biraz hayal kırıklığına uğradı ama yine de görmek istedi. Sonuçta burası Park Avenue üzerindeydi, bir göz atmakta fayda vardı.

Yağmur yağıyordu. Bina girişinde pirinç düğmeli üniforma giymiş kapı görevlisi, arabalarına kadar gelip zarifçe bir şemsiye açtı. İkisi birlikte lobiye girdiler. Asansör zaten zemin kattaydı, içinde orta yaşlı (elli yaşını geçmiş görünen) bir hanımefendi vardı. En üst kat olan çatı katının düğmesi yanıyordu.

Asansöre girdiklerinde, Mingmei nereye çıkacaklarını bilmiyordu, Bian Jieming de düğmelere dokunmadan sadece duruyordu. Asansör kapısı kapanınca, hanımefendi birkaç kez dönüp onlara baktı. Sonunda dayanamadı, Mingmei’ye dönüp, “Canım, yukarıda seyir terası yok.” dedi.

Mingmei bir an duraksadı, sonra ne demek istediğini anladı. Hanımefendi herhalde onların yağmurdan kaçtığını ve manzara seyretmeye çıktıklarını sanmıştı. Nathan’ın ona verdiği o his yine gelmişti — son derece kibar ama bir o kadar da tepeden bakan bir üslup.

Ama Bian Jieming hemen sohbete başladı, gülümseyerek hanımefendiye. “Sanırım artık komşu olacağız.” dedi.

Bu sefer hanımefendi afalladı. Bir an durduktan sonra, kısık sesle bir şeyler mırıldandı. Mingmei tam olarak “Tanıştığımıza memnun oldum” mu dediğini duyamadı ama yüz ifadesinden çok da memnun kalmadığı anlaşılıyordu.

Konuşa konuşa en üst kata ulaştılar. Bian Jieming onu asansörden çıkarıp daireye götürdü, kapıyı kartla açtı, oturma odasındaki boydan boya camın önüne geçti ve gerçekten de güç gösterisi başladı. Onun anlatmasına gerek kalmadan, Mingmei sağ tarafın Beşinci Cadde, ortadaki yerin Central Park olduğunu anladı. Empire State Binası da sanki hemen uzanıp dokunabileceği kadar yakındı.

Görüntü o kadar tanıdık ama aynı zamanda da yabancıydı. Başta yüksekten dolayı böyle hissettiğini sandı ama bir şeyler yine de farklıydı. G grubunun ofisi de oldukça yüksekteydi ama orada hiç böyle hissetmemişti. Sonra fark etti: Bu ses meselesiydi. Manzarayı bu kadar net görebiliyor, neredeyse dokunacak gibi hissediyordu ama şehirden tek bir ses bile gelmiyordu. Ne yağmur, ne trafik, ne de sirenler — New York’un hiç değişmeyen o arka plan gürültüsü bir anda susturulmuş gibiydi.

Bian Jieming onu evin içinde gezdirdi. Mingmei ana yatak odasındaki duşun da cam duvarın hemen yanında olduğunu fark etti. Orada duş alsa, Empire State Binası’na tırmanan turistler onun çıplak vücudunu görebilirdi muhtemelen.

Yanında duran Sibirya mermeri küvetin değeri:80.000 dolar. Tüm evin aylık aidat ve bakım masrafları: 8.000 dolar. Bian Jieming bunların hepsini açık açık anlattı, hiçbir şeyi gizlemedi.

Eğer gizliden gizliye hava atıyor olsaydı, Mingmei bunu o kadar da ilginç bulmayacaktı. Ama bu kadar açık sözlü olması onu daha da meraklandırdı. Bu adam neyin peşindeydi?

İkisi oturma odasındaki koltukta oturmuş, yağmurun arasından şehri seyrediyordu. Bian Jieming geçmiş günleri anlattı. Dedi ki, o da ilk kez Ohio’da okula başladığında sık sık saçma sapan sorulara maruz kalırmış. Örneğin: “Çin’de sadece işçi, çiftçi ve asker mi var?” “Sadece kadro çocukları mı eğitim alabiliyor?” “Sen de kadro çocuğu musun?”

Mingmei o zaman fark etti ki, az önce anlattığı her şeyi o aslında dikkatle dinlemişti. Ama onun yaşadığı sorunları gerçekten anlayıp anlamadığı hâlâ meçhuldü. Çünkü ikisinin durumu aynı değildi.

Bian Jieming ise hiçbir şey olmamış gibi, sanki komik bir anı anlatıyormuş gibi gülümseyerek devam etti. “Başta ben de kızıyordum ama sonra düşündüm de, onları anlamalıyım. Sonuçta o insanların büyük çoğunluğu o eyaletten bile dışarı çıkmamıştı.”

“Peki sonra ne oldu?” diye sordu Song Mingmei. Hâlâ şüpheliydi. Acaba gerçekten onun sorusunu anlamış mıydı?

Bian Jieming cevapladı. “Kendini zayıf bir konuma koyarsan, bu tür şeyleri hakaret olarak algılarsın. Ama farklı bir bakış açısıyla düşünürsen, onların bunu yapmasının tek nedeni cehalet.”

“Ama bence Nathan’ınki öyle değil.” dedi Song Mingmei, ses tonu sakindi. Gerçekten bir fikir tartışmasıydı bu.

“Evet, doğru.” diye kabul etti Bian Jieming. “Sana ‘çin çan çon’ diye bağıracak olanlar belki de sokaktaki evsizlerdir, aldırmazsın geçer. Ama G grubunda karşılaştığın insanlar ve yaşadıkların, ırkçılıktan ziyade mikro saldırganlık. Bana güven, ben senden çok daha fazlasını gördüm...”

Song Mingmei başını salladı. Bian ondan on yılı aşkın bir süre önce gelmişti, o zamanki koşulların ne kadar zorlu olduğunu tahmin etmek zor değildi.

Bian Jieming anlatmaya devam etti. “Burada en çok önem verilen şey politik doğruculuktur. Üniversitelerde ve şirketlerde aşırıya kaçan ifadeler kolay kolay duyulmaz. Şikâyet yolunu seçmen neredeyse imkânsız. Düşün biraz, bazı insanlar gerçekten iyi niyetli. Onlar için sen İngilizceyi ana dili olarak konuşmayan, çok uzaklardan, çok yoksul bir ülkeden gelen birisin...”

“Üstelik bir kadınsın.” diye ekledi Song Mingmei.

“Evet, bir de kadınsın.” Bian Jieming gülerek onayladı. “Bu noktaya kadar gelebilmiş olman zaten inanılmaz zor bir şey. Üstelik seninle iletişim kurmaları da ne kadar açık fikirli ve iyi insanlar olduklarını gösteriyor, değil mi?”

Evet, Song Mingmei ciddileşti. Tam da bu his işte!

Gerçekten de Bian Jieming anlatmayı sürdürdü. “Asıl dikkat etmen gereken şey, bu tür kibar görünen tavırlar. Diyelim ki sen sadece sıradan bir iş yaptın, ama biri seni fazlasıyla övdü. Çünkü aslında senin daha iyisini yapabileceğine inanmıyor. Onların gözünde senin tavanın bu kadar. Eğer sen de onlar gibi düşünürsen, o tavan gerçekten de o kadar olur.”

Song Mingmei onu dinlerken kendi hatasını fark etti. Başta bunun sadece Bian’ın bir güç gösterisi olduğunu sanmıştı ama adamın aslında ona kültürel özgüvenden söz ettiğini anlamıştı.

Etkileyiciydi.

“Peki, ben ne yapmalıyım?” diye sordu. Aslında cevabı az çok tahmin ediyordu.

Bian Jieming hemen cevap vermedi. Ta ki onu The Carlyle Hotel’deki yatırımcı davetine götürdüğü o güne kadar.

The Carlyle Hotel, 1930 yılında inşa edilmiş otuz beş katlı eski bir binaydı. O dönemde oldukça etkileyici olsa da modern bakış açısından artık lüks sayılmazdı. Girişteki döner kapı oldukça dardı, tavanlar alçaktı, içeride her köşe zamana direndiğini gösteriyordu.

Yine de, birileri hep şöyle derdi: Wall Street’te başarı sadece parayla ölçülür ama burada asıl belirleyici şey sınıftı. Manhattan’da Carlyle ile “New York’un Beyaz Sarayı” unvanı için yarışabilecek tek yer Waldorf’tu. Ama Kennedy’nin burada Marilyn Monroe ile gizli buluşurken yakalanması sayesinde Carlyle öne geçmişti.

“Biri seni neden Carlyle’a davet etti?” diye doğrudan sordu Song Mingmei, hiç çekinmeden.

Bian Jieming rahatsız olmadı, cevapladı. “Bir Çinli zengin, Amerika’da otel satın almak istiyordu. Ben de onun adına Carlyle’la görüşmeye gittim.”

“Kim?” Merak etti.

“Bunu söyleyemem.” Bian Jieming gülerek başını salladı.

“Peki başka hangi otelleri almak istiyordu?” diye üsteledi.

“Onu da söyleyemem.” Yine başını salladı.

“Sen bunu nasıl başarıyorsun?” diye sonunda açık açık sordu.

“Konuşmam.”  Bian Jieming gülerek ağzına fermuar çektiğini gösteren bir el hareketi yaptı.

“Ya duyduklarımı anlamayıp patavatsızca konuşur da sana zarar verirsem, güvenini boşa çıkarırsam?” diye bilerek üzerine gitti Song Mingmei.

Bian Jieming ise başını salladı, çok emin bir ifadeyle “Sen yapmazsın.” dedi.

O geceki davette Bian, onu pek çok kişiyle tanıştırdı. Hatta G Bankası’ndaki özel projeler ekibinden o ortakla da karşılaştılar. Song Mingmei, o kişinin ilk defa adını ve yüzünü hatırladığını düşündü. Bian’ın kalabalığın arasında rahatça konuştuğunu izledi. İngilizcesinde biraz aksan vardı ama kendine güveni tamdı, havası yerindeydi. Elbette biliyordu ki, oradaki insanların onunla konuşmasının asıl sebebi Bian’ın arkasındaki yatırım fırsatlarıydı. Konuştukları projelerin tamamı Çin’le ilgiliydi.

Çıkarken gece yarısı olmuştu. Bu tür ortamlarda zaten adam akıllı yemek yenmiyordu, ikisi de açlıktan midelerini tutuyordu.

Bian Jieming şoföre arabayı 45. Cadde'ye, Beşinci ile Altıncı Cadde arasındaki “Xi’an Famous Foods”a sürmesini söyledi. 2.5 dolarlık Roujiamo (Çin usulü etli sandviç), 4.5 dolarlık soğuk erişte ve Qishan usulü baharatlı elle çekilmiş erişte söylediler. Önlerindeki buharı tüten yiyecekler, New York sokakları ve üzerlerindeki smokin ile gece elbisesi... Her şey komik bir tezat oluşturuyordu.

Yemek yerken sohbet etmeye devam ettiler. Bian ona eskilerden bir anısını anlattı. Yanında gelen bir Çinli öğrenci, Amerikalı arkadaş edinmek için diğer Çinlilerle görüşmeyi tamamen kesmişti. Sonuç? Hiç arkadaşı olmamıştı.

“Ne gerek var?” diye gülerek anlattı. “Yüzüne bakınca Çinli olduğunu herkes anlar zaten. Senin markan da, asıl rekabet gücün de her zaman Çin olacak. Ben mesela, hiç ‘uyum sağlayacağım’ diye uğraşmadım. Buraya para kazanmaya geldim. İnsanlar neden didinir durur? Üç beş kuruş için. Beraber kazanabildiğin kişi, işte o senin arkadaşındır.”

Song Mingmei ona tamamen katıldı. Bian Jieming zeki biriydi. Maybach’ı, Midtown’daki şirketi, lüks dairesi... Bunların hiçbiri gökten düşmemişti.

“Benimle gelen arkadaşlardan kimisi üniversitede kaldı, kimisi restoran açtı, kimisi de ülkesine döndü.” Bian anlatmayı sürdürdü. “Hepsi benim bu noktaya gelişimi kolay sanıyor, çünkü ‘sen böyle birisin’ diyorlar. Ama öyle değil. Ben eskiden böyle değildim. İlk geldiğimde çok uzak yerlere işe giderdim. Giderken heyecanla, dönerken boynu bükük...”

Birlikte pek çok kez yemek yemişlerdi, çok şey konuşmuşlardı ama bu söz, Song Mingmei’yi en çok etkileyenlerden biri olmuştu.

Kendisinden başka kimse onun bir zamanlar içine kapanık ve çekingen olduğunu hatırlamıyordu.

Daha küçükken böyle bir eğilim gösterdiği anda dans kursuna verilmişti. Ne zaman fırsat olsa dışarı çıkarılıp insanlarla tanıştırılır, büyüklerin nasıl selam verdiğini, nasıl sohbet ettiğini, nasıl sipariş verdiğini, davetlerde nasıl oturduğunu izlerdi.

“...Bence sen anlıyorsun.” dedi Bian Jieming, ona bakarak.

Song Mingmei bir şey söylemedi, sadece başını salladı.

“Üşüyor musun?” diye sordu Bian. Ceketini çıkarıp onun omzuna örttü.


Yorumlar