Eat Run Love - 32. Bölüm

Gan Yang her zaman Liu’nun iş yapma zihniyetinin 90’larda takılı kaldığını, aile anlayışınınsa Qing Hanedanlığı’ndan kalma olduğunu düşünürdü.


Banyo sıcacıktı, sıcak su buhar yapmıştı, sanki bahar gelmişti.

Ding Zhitong bilerek hiçbir şey yapmadı, Gan Yang’ın onun kıyafetlerini çıkartmasına ve onu küvete oturtmasına izin verdi. Gerçekten sadece onu yıkadığını, suyun sıcaklığını sorarak onu ısıtmak istediğini, böylece üşütmemesini sağlamaya çalıştığını fark ettiğinde, kendi aklından utandı. Banyodaki süngeri onun elinden kapıp hızla yıkandı ve hemen küvetten çıktı.

Gan Yang ona bir havlu verip sardı, saçlarını kuruttu, sonra da kendi tişörtlerinden birini bulup ona giydirdi. Bu tişörtü Zhitong daha önce de giymişti; biraz büyük ve uzundu, adeta bir gecelik gibiydi. Aslında kendi valizinde pijama olduğunu söyleyecekti ama tişörtü giyince kendini çok rahat hissetti. Eskimiş pamuklu kumaş yumuşacıktı, üzerinde onun kokusu kalmıştı.

Her şey bittiğinde, Gan Yang onu yatağa gitmesi için ikna etti. Odaya girince ışığı bile açmadan yorganı kaldırdı, Zhitong’u içine soktu, kendisi de adeta bir duvar gibi onu sararak hemen arkasına uzandı. Yorgan hafifti, yumuşaktı ve sıcacıktı. Her nefeste tanıdık bir koku doluyordu içine. Çok rahattı, ama gecenin yorgunluğu yüzünden biraz da huzursuzdu. Gözlerini kapattıktan kısa süre sonra tekrar açtı, karanlıkta onu izledi. Yanındaki kişi gözlerini kapamış, son derece ciddi bir şekilde uyuyormuş gibi görünüyordu. Zhitong ona sokuldu, bedenleri birbirine değdi. Onun da huzursuz olduğunu biliyordu; hatta biraz değil, çok huzursuzdu. Karanlıkta onun dudaklarını buldu, dokundu, ovuşturdu, ardından hafifçe ısırdı.

Gan Yang onun ensesinden tutup hareket etmesini engelleyerek uyardı.

“Böyle yapmaya devam edersen, hiç uyuyamayız.”

Zhitong içinden 'Bu adam nasıl bu kadar anlayışsız olabilir?' diye geçirdi. Sonra kulağına hafifçe fısıldadı.

“Ben... biraz uyuyamıyorum...”

Nefesi boynuna dokundu, Gan Yang bu sözlerle daha da gerildi. Arkasında duran kolu bile fark edilmeden daha sıkı sarıldı. Ama sesi hâlâ umursamazdı.

“Peki, uyumana nasıl yardım edebilirim?”

“Sen ne dersin?” Zhitong soruya soruyla karşılık verdi, cevabı açık ve netti.

Ama o hâlâ rol yapmaya devam etti.

“Sen söylemezsen, ben ne yapacağımı nereden bileyim?”

Karşısındaki bu oyuna ortak olmayınca, sırtını dönüp, “O zaman boşver, uyuyalım.” dedi.

Gan Yang işte o zaman rolü bıraktı, tamamen yorganın altına girdi ve onun üzerindeki bol tişörtü yukarı sıyırdı. Zhitong hafifçe inledi, çünkü tişörtün altında hiçbir şey giymemişti.

Perdenin dışından hafif bir aydınlık süzülüyordu. Gan Yang onun bacağını kaldırdı, içine girdi. Dudakları onun dudaklarındaydı. Beden hareketleri tutkulu ve yoğunken, öpüşmeleri yumuşak ve nazikti. Sanki tüm duyuları ele geçirilmişti, kontrolün sınırında salınıyordu ama hiç korkmuyordu, acele etmiyordu. Ne saatin kaç olduğunu düşünüyordu ne de ne kadar uyuyabileceğini. Biri arar mı, gelen e-postalar birikmiş mi... bunların hiçbirini umursamıyordu. Sadece onu öpüyordu, o da onu... birbirlerine hem veriyor, hem alıyorlardı.


***


Tekrar uyandığında, başucundaki dijital saat sabah 11.30’u gösteriyordu. Ding Zhitong biraz sersemlemişti. Başta uykuyu fazla kaçırdığı için paniğe kapıldı ama sonra nerede olduğunu hatırladı. Gan Yang onu belinden sarmış, hâlâ onun arkasındaydı ve daha yeni uyanmıştı.

Yüzünü ona döndü, koluna başını koyarak sordu.

“Sen bugün neden bu kadar geç kalktın?”

O da yüzünü onun saçlarına gömerek, şikâyet eder gibi konuştu.

“Hepsi senin yüzünden. Hani demiştin ya bu hafta görüşmeyeceğiz diye, iki gece üst üste uyuyamadım. Bugün biraz fazla uyusam ne olur?”

“Gerçekten mi?”

Ding Zhitong onun saçlarını karıştırarak güldü, planının işe yaradığını düşünerek keyiflendi.

“Elbette gerçek! Şuna bak, göz altlarım simsiyah...”

Yaklaşıp gözlerinin altını çekerek ona göstermeye çalıştı.

Ding Zhitong onun yüzüne dikkatlice baktı ama gerçekten siyah halka göremedi. Bu adamın gözaltı morluğu ne demek olduğunu bilip bilmediğinden bile şüphe etti.

“Benimle doğum gününü geçirmek istiyorsan, neden doğrudan söylemedin?”

İşin sorumluluğunu ona yüklemek ister gibi soruverdi.

Gan Yang da ona soruyla karşılık verdi.

“Böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirim ki?”

Ding Zhitong gülerek, “Direkt şöyle diyebilirsin mesela: ‘Senin yüzünden yalnız başıma doğum günü kutluyorum, hiç vicdanın yok mu?’” dedi.

“Zaten senin para kazanmana destek olacağımı söyledim. Sözümde durmalıyım.”

Gan Yang kendi mantığını da koydu ortaya. “Hem böyle şeyler karşı tarafın içinden gelmeli, ben söylersem ne anlamı kalır ki?”

“Peki şimdi?”

Ding Zhitong onun övgüsünü duymak için bekliyordu.

Ama Gan Yang biraz düşündü ve sadece, “Hm, fena değil işte...” dedi.

“Sadece ‘fena değil’ mi?”

Onun numara yaptığını biliyordu. Gecenin bir yarısı kapıda onu ilk gördüğü anki yüz ifadesini asla unutamazdı. Şu anda bile dudaklarındaki gülümsemeyi zor gizliyordu.

Ama beklemediği şey, Gan Yang’ın gerçekten kusur bulmasıydı.

“Geldiğine çok sevindim ama senin bir eksikliğin var, başladığın işi yarım bırakıyorsun.”

“Ben neyi yarım bırakmışım?”

Ding Zhitong ne demek istediğini anlamamıştı.

“Ben ‘hadi uyuyalım’ dedim, sen illa ki olmaz dedin. Ama işin ortasında uyuyakaldın...”

Gan Yang onu suçladı.

“Saçmalama! Ben açıkça...”

Ding Zhitong onun ne demek istediğini sonunda anlayınca yüzü birden kıpkırmızı oldu. Elini uzatıp onun ağzını kapattı, daha fazla konuşmasına izin vermedi. Çok utanç vericiydi, hem de tamamen haksızlıktı. Oysa net hatırlıyordu, işi bitirdikten sonra ancak huzurla uykuya dalmıştı. Biraz düşündü, aklına başka bir ihtimal geldi: O bitirmişti ama Gan Yang hâlâ bitirmemişti.

“Peki sonra ne oldu?” diye sordu ona bakarak.

Gan Yang onun elini kenara itip ona bakarak cevap verdi: “Sonra... yine de tamamladım işte.” Ardından tekrar gülmeye başladı, dudaklarını büzüp bütün vücuduyla titreyerek güldü. Ding Zhitong’un yüzü bir derece daha kızardı.

“Bir de...” Beklenmedik şekilde Gan Yang’ın ekleyecekleri vardı, gayet kendinden emin konuşuyordu, “Doğum günü hediyemi hazırladın mı bari?”

“Bavulumun üstünde.” dedi Ding Zhitong. Önceden hazırlıklı olduğu için sorulmasından korkmuyordu.

Ama bu adam tam bir çocuk gibiydi; aniden yorganı fırlatıp yataktan atladı, aceleyle dışarı çıktı, kutuyu aldı ve sonra hop diye tekrar yatağa oturdu.

Dıştaki ambalaj kağıdını açtı, içinden bir ayakkabı kutusu çıktı. Gan Yang sordu. “Yine spor ayakkabı mı?”

“Evet.” diye başını salladı Ding Zhitong. Yanına dönüp yüzüstü yattı, elleriyle çenesini destekleyip onun hediye açışını izledi, “Bu da senin başarısız spor ayakkabı koleksiyonunun yeni parçası.”

Kutunun içinde siyah ve fosforlu yeşil renklerde bir çift Adidas Mega Bounce vardı. Gan Yang ona bakıp gülerek, “Bu model bu yıl yeni çıktı, sen şimdiden başarısız olacağını mı düşünüyorsun?” dedi.

Ding Zhitong cevap verdi. “Aslında iyi mi kötü mü çok anlamıyorum ama bana biraz Nike Shox’a benziyor gibi geldi. Tabanı çok kalın ve... oldukça çirkin.”

“Duydun mu bak,” dedi Gan Yang, bir ayakkabıyı eline alarak ona işaret etti, “Kumar tanrıçası Ding Zhitong senin başarısız olacağını söylüyor.”

Ding Zhitong ayakkabPnın diğer tekini aldı, “Peki, öngörüm doğru mu sence?” diye sordu.

Gan Yang onun başını okşayıp onu akıllıymış gibi överek en sevdiği konuya geçti. “Bu model de Nike Shox gibi darbe emici yapıya sahip. Tabanında yine θ şekilli TPU malzeme kullanılmış. Zaten Shox teknolojisine karşı geliştirilmişti. Aslında 2002’de geliştirmeye başlamışlardı, adı da A3’tü. Ama olgunlaşıp piyasaya çıkana kadar Shox zaten ‘diz mahveden’ olarak ünlenmişti. Adidas da ilişkisini kesmek için A3’ü biraz geliştirip adını değiştirdi, sonra da bu Mega Bounce serisini çıkardı.”

Ding Zhitong kendini birden çok isabetli bir seçim yapmış gibi hissetti. Mağazada bu ayakkabıyı gördüğünde, satış görevlisi ona arkadaki yastıklama sisteminin harika olduğunu, “sanki ayağında kauçuk koşu pisti varmış gibi” hissettirdiğini ve “her adımın enerjisini depolayıp bir sonrakine geri aktardığını” anlatmıştı. Ama o bu sloganların ötesini görebilmiş, onun başarısızlığa mahkûm olduğunu sezmişti.

Ama bir anda, aklına bir şey geldi. Gan Yang’a bakarak sordu. “Sen... bu modeli zaten almış mıydın?”

Gan Yang dudaklarını büzdü, sessizce ona bakıp sonra başını salladı. Gülmemek için kendini tutarak ekledi. “Üstelik, seninle aynı renk kombinasyonunu seçmişim.”

“Ah, bu hiç adil değil ya—” Ding Zhitong büyük bir hayal kırıklığı yaşamış gibi yaparak elindeki ayakkabıyı kutuya geri tıktı ama kalbi hızlı hızlı atıyordu. Ne tesadüf ama! Ne biçim bir kaderdi bu!

Gan Yang da aynı hissi yaşıyordu. Onu bir anda kucaklayıp, yüzüne bakarak “Gerçekten, bu benim geçirdiğim en mutlu doğum günü.” dedi.

Ding Zhitong bunu duyunca gözleri sebepsizce doldu. Ona istediği sürprizi hiç kimse daha önce yapmamıştı, o da kimseye sürpriz yapmayı bilmiyordu. Bu yirmi küsur yıldaki ilk deneyimiydi. Birini bu kadar çok sevmişti ve o kişi de onu aynı şekilde seviyordu. Bu kadar şanslı olabildiğine inanamıyordu.

Ve birkaç yıl sonra, Kumar Tanrıçası Ding Zhitong’un kehaneti gerçekten gerçekleşti. Mega Bounce giymiş bir ünlü sporcu sakatlanmasa da, bu seri de tıpkı Shox gibi birkaç sezon satışta kaldıktan sonra ortadan kayboldu.

Neden mi? Belki tasarımı tuhaftı, belki de taban yapısı yeterince dayanıklı değildi. Belki de her şeyin o değişmez nedeni yüzündendi—para. Sağladığı konfor, fiyat farkını haklı gösterecek kadar belirgin değildi.

O anda Ding Zhitong’un aklına yine o derin söz geldi: Dünyadaki her şeyin sebebi paradır.

Ama o an için, bunlar sadece onun ve Gan Yang’ın sabah uyanır uyanmaz yatakta saçmaladığı şeylerdi. Henüz “iki dâhi aynı görüşte buluştu” diye iç geçiremeden, telefonun titreşme sesi duyuldu. İki telefon da komodinin üzerindeydi. Gan Yang kolunu uzatıp baktı. Onunki çalıyordu. Ekranda iki okunmamış mesaj vardı. İlki iki saat önceden gelmişti. İkisi de Liu Hanım’dan geliyordu.

“Kimmiş?” diye sordu Ding Zhitong.

“Annem, görüntülü arama yapmak istiyor.” dedi Gan Yang, bunu söylerken kalkıp pencere kenarındaki çalışma masasından dizüstü bilgisayarını aldı.

“Hayır! Sen... ben...” Ding Zhitong panikleyip hızla kafasını yorganın altına soktu.

Gan Yang buna kahkahalarla güldü. Tekrar yatağa dönüp onu yorganın altından çekip çıkardı. “Saklanma artık, bilgisayarı dışarıda açarım, olur biter. Sen biraz daha uyu, sonra seni yemek için kaldırırım.” dedi.

Ding Zhitong ancak o zaman yüzünü gösterdi. Gan Yang’ın dizüstü bilgisayar ve kulaklığı alıp odadan çıktığını ve kapıyı kapattığını görünce rahatladı.

Gan Yang aşağı indi, bilgisayarı mutfaktaki tezgâha koydu.

Görüntülü arama bağlandı, bağlantı biraz gecikmeli oldu. Önce annesinin sesi geldi. “Oğlum, doğum günün kutlu olsun. Yirmi iki yaşına bastın...”

İki yer arasında on üç saatlik fark vardı. Liu Hanım’ın olduğu yerde artık ertesi günün sabahıydı ama arka plandan anlaşılıyordu ki hâlâ ofisteydi.

Gan Yang şiir okur gibi konuşmaya başladı. “Bana hayat verdiğin için teşekkür ederim. Sayende bu dünyada varım! Sen olmasaydın, sahip olduğum her şey sıfır olurdu! Senin sayende hayatım parladı! Anneciğim, ellerine sağlık! Seni seviyorum!”

“Deli çocuk...” diye söylendi Liu Hanım, ama yüzündeki gülümsemeyi gizleyemedi. Oğlunun dağınık saçlarına ve üstündeki pijamalara bakınca sordu. “Yeni mi kalktın?”

“Eh...” dedi Gan Yang başını kaşıyarak, biraz da üstü kapalı cevap verdi.

Liu Hanım ona dikkatle baktı ve tekrar sordu. “Bugün doğum gününü ilk kutlayan kişi ben miyim?”

Gan Yang afalladı. Bu sözün altındaki anlamı hemen fark etmişti. Annesinin bu tür şeylerdeki sezgisi bir dedektif gibiydi.

Liu Hanım gözlem yapmayı sürdürdü, tabii ki sormaya devam edecekti. “Cornell’den bir arkadaşın mı?”

Boğazını temizledi ve başını salladı.

Liu Hanım tekrar sordu. “Nereliymiş?”

“Merak etme, yabancı değil.” Sadece bu konuşmayı bir an önce bitirmek istiyordu.

Ama Başkan Liu büyük bir haber yakalamışken kolay kolay pes edecek gibi değildi. “O zaman yurtdışında okuyan bir öğrenci, öyle mi? Güneyli mi kuzeyli mi? Sana bir şey soruyorum, boş vermeye kalkma. Alışkanlıklar farklıysa, ileride birlikte yaşamanız zor olur.”

Gan Yang lafı başka yere çekti. “Kim böyle uzun vadeli düşünüyor ki...”

Başkan Liu onun bu sözlerine katılmadı. “Bu uzun vadeli düşünmek mi şimdi? Siz zaten...”

...birlikte yatacak kadar ilerlemişsiniz.

Gan Yang cümlenin devamını tahmin etti, hemen sözü kesti ve gelişigüzel bir açıklama yaptı. “Şanghaylı, çok iyi bir öğrenci, karakteri de iyi, ailesi sıradan bir aile.” Durumu oldukça objektif açıkladığını düşünüyordu, sadece karakteri konusunda ufak bir yalan söylemişti.

Ama beklenmedik şekilde, Başkan Liu’nun söyleyecekleri bitmemişti. “Şanghaylı mı? Şanghaylılar genelde kibirli olur, hele biraz paraları varsa daha da beter. Çocuğu yurtdışında özel bir üniversitede okutabiliyorlarsa, aileleri de öyle sıradan değildir. Anne babası ne iş yapıyor? Bizim evin durumunu ona anlattın mı?”

Gan Yang bu sorgulamadan iyice bunalmıştı, sinirle yanıtladı. “Anlatmadım, dilim varmadı.”

Aile durumu — Başkan Liu bununla evin zenginliğini kast ediyordu ama Gan Yang’ın aklında babası Gan Kunliang vardı. Yıllardır Başkan Liu’ya boşanmasını söylüyordu, neredeyse on yıldır.

Başkan Liu ne demek istediğini çok iyi anladı, kısa bir duraksamadan sonra konuştu. “...Ben de sana tam bir aile ortamı sunmak istiyorum sadece.”

Gan Yang bu sözün muhtemelen bir dergi ya da öykü kitabından alıntı olduğunu düşündü. Üst kata bir göz attı, yatak odasının kapısı kapalıydı. Sonra annesini uyardı: “Başkan Liu, senin oğlun artık yirmi iki yaşında, üç değil. Babam kaçıp gittiğinde ben daha ilkokula gidiyordum. O zaman bile tam bir ailem yoktu ama ben yine de büyüdüm. Şimdi artık...”

Başkan Liu bir kez daha sustu, sonra uzun bir sessizlikten sonra konuştu: “O... sonuçta senin baban. Fabrikanın eski yasal temsilcisiydi. Ben şimdi onunla ilgilenmezsem, insanlar konuşur.”

“Kim konuşur? Gan ailesi mi?” Gan Yang karşılık verdi. “Zamanında fabrika batmak üzereyken, sen dört bir yandan borç para ararken, neden hepsi sessizce hisselerini geri çekip hiçbir şey söylemedi?”

“Saçma sapan konuşma! Sen de Gan ailesindensin!” Başkan Liu ona çıkıştı. “Bunları geçtim, ileride evleneceksin. Kayınpederin, bizim tek ebeveynli bir aile olduğumuzu öğrenirse sorun çıkar.”

Gan Yang bu sözleri duyunca saçma buldu, hemen patladı. “Rahat ol, kız arkadaşımın ailesi de boşanmış.”

“Ha? Öyle mi...” Başkan Liu bu sefer gerçekten şaşırmış gibiydi, hatta biraz da küçümser bir ifadesi vardı.

Gan Yang buna şaşırdı, hemen ekledi. “Sadece boşanmışlar, hapse giren eden yok.”

“Hmm...” Başkan Liu ancak o zaman sustu.

Gan Yang’a göre Başkan Liu’nun iş yapma tarzı 90’larda kalmıştı, aile konusundaki görüşleri ise sanki Qing Hanedanı’ndan kalmaydı. Ama tatsız konuşma en azından burada sona ermişti. Bu doğum günü, onun en mutlu olduğu gündü ve annesiyle yaptığı görüntülü konuşmanın da keyifli bitmesini istiyordu.

Konuyu hemen değiştirdi ve sordu. “Dolar sürekli düşüyor, fabrikada bir sorun yoktur, değil mi?”

Mart ayında dolar-yuan kuru 7.0 seviyelerine kadar düşmüştü, 8.2 dönemine kıyasla yüzde 15’lik bir düşüş vardı.

Başkan Liu onun kaygısını tahmin etti ve “Şimdiki sözleşmeler değişken döviz kuru üzerinden yapılıyor, etkilenmiyoruz.” dedi

“Peki ya sonrası?” Gan Yang da işin bu kadar basit olmadığını biliyordu. Ödeme kısmı zarar ettirmese bile, sipariş miktarı mutlaka etkilenecekti. Yuan değer kazandıkça, markalar sözleşme şartlarını yeniden müzakere etmek isteyebilirdi. Sen kabul etmezsen, kabul edecek çok ülke vardı; Çin olmazsa Güney Amerika’ya, Güneydoğu Asya’ya gidebilirlerdi. OEM dediğin bu değil mi zaten? Döviz kuru değişse de piyasa daralsa da, tüm risk üretici tarafta kalırdı.

Ama Başkan Liu pek umursamıyordu. “Sipariş çoksa daha çok üretiriz, azsa daha az. Ne yapalım yani? Sen sadece kendine iyi bak. Mayısta mezuniyet töreninde orada olacağım. Seni cübbe ve kepinle görmek istiyorum. Yoksa kız arkadaşının izlemesi yeterli, bana gerek yok mu diyorsun?”

Gan Yang bu lafla yüzü kızardı, sanki çok sinir olmuş gibi davrandı ama yaklaşan mezuniyet törenini düşününce içi garip bir hisle doldu—biraz heyecan, biraz da endişe. Neden bilmiyordu ama Ding Zhitong’un Başkan Liu ile tanışmak istemeyeceğini hissediyordu, tıpkı geçen sefer kendi annesiyle tanışmasını istemediği gibi.



Yorumlar