Eat Run Love - 21. Bölüm

Yemek neredeyse bitmişti ki, Feng Sheng bir şey hatırlayıp Ding Zhitong’a döndü. Mezun olan bir arkadaşının iş aradığını, onunla iletişim kurması için numarasını verebilir mi diye sordu.

Ding Zhitong doğal olarak kabul etti ama bir an için şaşırdı. Bir bakmış, artık o da mezun olmuş, yeni gelenlerin bağlantı kurmak istediği bir “tecrübeli” haline gelmişti.

Bunu duyan Song Mingmei hemen atıldı. “Geçen gün bana da birini önermiştin, o mu? Adı Guan Wenyuan mıydı?”

Feng Sheng başını salladı. “Evet, sana ulaştı mı?”

Song Mingmei hafifçe gülümsedi ama yüz ifadesi karmaşıktı, “Bana özgeçmişini gönderdi  hem şirketin adını hem de departmanı yanlış yazmış. Hâlâ L Bankası’nın satış ve işlem departmanını yazmış. Muhtemelen anahtar kelimeleri bile değiştirmeden sana yazdığı mektubu kopyalayıp doğrudan bana yolladı.”

Feng Sheng gülerek başını salladı, ardından Ding Zhitong’a döndü: “Mezuniyet gününde beraber yemek yerken annem C Bankası’nda çalışıyor demiştim ya, işte bu kız o büyük yöneticinin kızı. Ben sadece mesajı ilettim, siz bilirsiniz.”

“Şimdi anlaşıldı...” dedi Song Mingmei hemen, “Özgeçmişinde yazan yaz stajı C Bankası’nın New York şubesindeki yatırım bankacılığı bölümündeymiş.”

“C Bankası’nda ne varmış ki?” Ding Zhitong bu ikisinin anlamlı anlamlı birbirine gülüşmelerini görünce tam anlamadı. Onun gözünde C Bankası, büyük bir devlet bankasıydı, dünyanın en büyük 500 şirketinden biriydi. Yurtdışındaki şubeleri de gayet iyi olmalıydı.

Song Mingmei açıklad.: “Duyduğuma göre oradaki staj maaşı neredeyse New York’un asgari ücretine denk. İsmen Wall Street’teler ama azıcık hedefi olan kimse gitmek istemez. Genelde torpilli kişilere H1B vizesi sağlamak için kullanılıyor.”

Ding Zhitong artık meseleyi anlamıştı. “Peki, sen onunla görüşecek misin?” diye sordu.

Song Mingmei tereddüt etmeden cevapladı. “Tabii ki görüşeceğim. Bu bir kaynak sonuçta!”

Ding Zhitong yine kendini biraz geç anlayan biri gibi hissetti.

Sohbet çok keyifliydi ama Gan Yang hâlâ sessizdi. Bu sırada lavaboya gitti. Hesap istenince anlaşıldı ki, az önce sessizce hesabı ödemişti bile.

Chinatown’daki Çin restoranlarında garsonlar, özellikle yaşı biraz büyük olanlar, Çinli müşterilere karşı genelde epey soğuk olurdu. Ama onların masasını servis eden garson birdenbire çok nazik davranmıştı. Ding Zhitong, kesin biri hatırı sayılır bir bahşiş bıraktı, diye düşündü.

Masadaki herkes arasında en genç olan Gan Yang’dı, üstelik hâlâ öğrenciydi. Feng Sheng ille de hesabı onun ödemesine izin vermek istemedi, “Olmaz ama, baştan anlaştık, herkes kendi payını ödeyecek dedik. Sana bunu yaptıramayız.” dedi.

Gan Yang geri çekildi, Ding Zhitong da ona destek çıktı. “Bir dahaki sefere yine birlikte oluruz, o zaman bakarız.”

Feng Sheng şakalaştı. “O zaman ben kârlı çıktım. Sen haftaya işe başlıyorsun, bir dahaki sefere birlikte yemek yerken büyük ihtimalle şirketin önünde ayakta sosisli yiyeceğiz artık...”

Ding Zhitong, Gan Yang’dan gizlediği şeyin böyle ağzından kaçmasına hazırlıksız yakalanmıştı, yüzünde kısa bir tedirginlik belirdi.

Neyse ki Gan Yang bunu fark etmiş gibi görünmedi, yine gülümseyerek, “Ben bugün sırf hesabı ödemeye geldim. Önümüzdeki birkaç ay New York’ta olmayacağım, şimdiden size teşekkür etmek istedim, Tongtong’a göz kulak olduğunuz için.” dedi.

Yemeğin sonunda hesabı kapma yarışı Çin’de gayet normaldi ama yabancı bir ülkedeyken biraz daha ölçülü olmak gerekiyordu. Yan masalardaki bazı müşteriler zaten sesleri duyup bu tarafa bakmaya başlamıştı.

Sonunda ortamı yumuşatan Song Mingmei oldu. “O zaman biz de kibarlığı bir kenara bırakıyoruz ama bir şeyi netleştirelim...”

“Ne?” diye sordu Gan Yang.

Song Mingmei, Ding Zhitong’un omzuna kolunu attı ve “O teşekkür lafını falan geç. Tongtong sadece senin değil, bizim de Tongtong’umuz.” dedi.

Ding Zhitong bu sözlerden fazlasıyla utanmıştı. Hep birlikte neşeyle aşağı indiler ve aynı keyifle restorandan çıktılar.

Gece derinleşmiş, dışarısı soğuk ve nemliydi. Ocak ayının sonlarına gelen New York’ta hava sıcaklığı hâlâ sıfırın etrafında geziniyordu. Mulberry Sokağı boyunca yürüyüp metro durağını görünce vedalaştılar.

Feng Sheng ve Song Mingmei metroya inince geriye yalnızca Ding Zhitong ve Gan Yang kalmıştı. Aralarındaki hava birdenbire değişmişti, bir süre kimse konuşmadı.

“Hey.” dedi Ding Zhitong, bir şeylerin ters gittiğini fark ederek. Elini Gan Yang’ın paltosunun cebine soktu ve sohbet başlatmaya çalıştı. “Artık söyleyebilirsin bence, bugün neden böyle aniden geldin?”

Gan Yang yüzünü ona çevirip bir an baktı, sonra tekrar başka yöne döndü ve yine bir şey demedi.

Ding Zhitong artık emin olmuştu; gerçekten bir şeyler yolunda değildi.

Uzunca bir sessizliğin ardından Gan Yang cevapladı. “Şimdi de söylemek istemiyorum...”

“Ne demek bu şimdi?” diye sordu Ding Zhitong, yürürken elini geri çekmeye çalıştı.

Gan Yang hemen elini kavradı, döndü ve doğrudan söyledi. “Senin hâlâ bana sormaya yüzün var mı? Bir şey olduğunda benimle neden konuşmuyorsun?”

Ding Zhitong, karşısındakinin ne kadar çocukça davrandığını düşünüp gülmemek için kendini zor tuttu. Ama suçlu hissediyordu, o yüzden gözlerini yere indirdi ve yumuşak bir sesle açıkladı. “Haftaya sana anlatacaktım zaten...”

“Sırf bu hafta gelmemem için mi?” diye elini sallayarak sordu Gan Yang.

Ding Zhitong kekeledi. “Zaten bayram gelmek üzere...”

Gan Yang sırtını ona dönüp uzaklaştı “Peki, ben de anlatmam o zaman.”

“Anlatma iyi!” İyi niyetle yaklaşmasının sonucunda bu karşılığı almak canını sıkmıştı Ding Zhitong’un.

Ama Gan Yang hâlâ elini bırakmamıştı, birlikte yürümeye devam ettiler. Apartmana kadar böyle gittiler, asansöre binip yukarı çıkarken aralarındaki hava hâlâ gergindi.

Eve girince Gan Yang paltosunu ve ceketini çıkarıp çantasını bıraktı, sessizce eşyalarını toplamaya koyuldu.

Ding Zhitong biraz düşündü, sonra önce onun konuşması gerektiğine karar verdi. “Madem geldin, ben bu hafta taşınayım bari.”

Gan Yang yalnızca kısa bir “hıh” dedi, yine sessiz kaldı.

Ding Zhitong, çalışma masasının üzerindeki bir kitaptan daha önce hazırladığı çeki çıkardı. Son birkaç gün içinde hesaplayarak düzenlemişti.

Çeki uzatırken şakayla karışık “Al bakalım, ilk çeyreklik taksit.” dedi.

Gan Yang şaşırdı, aşağı bakıp çeki gördü ama almadı. Sonra gözlerini ona dikti ve bir kez daha sordu. “Ding Zhitong, senin kafan mı güzel?”

Aynı cümleyi daha önce de söylemişti ama bu kez tonlaması bambaşkaydı, Ding Zhitong’un kalbi bir anda sıkıştı.

“Ne demek istiyorsun sen?” diye tekrar sordu, bu kez sesi titriyordu. Tartışmayı beceremezdi, hele ki önem verdiği biriyleyse...

Gan Yang da aslında ondan farklı değildi. Uzun süre konuşamadı, sonunda “Sen benimle bu kadar net sınırlar mı koymak istiyorsun?” dedi.

“Sen” kelimesi üzerinde özellikle duruyordu.

Ding Zhitong, 'Hayır, sınır çizmek değil niyetim. Ama bu tamamen başka bir mesele. Şu anda senin kullandığın para, aslında senin değil. Benim bu ayrımı yapmam gerekiyor.' demek istedi. Sonra düşündü ki, bu cümle de hiç doğru olmazdı; sanki onun ailesinin parasını kullanmasından rahatsız oluyormuş gibi... Ya da çalışmadan, hovardaca harcıyormuş gibi...

İş tatsızlaşsın istemiyordu, hem zaten kendisinin de Gan Yang’dan bir şey talep etmeye hakkı yoktu. O kendi hayatını yaşıyordu, geleceğiyle ilgili planları vardı, üç aydır birliktelerdi yalnızca—onun hayatında kimdi ki?

Birbirine giren onlarca düşünce, sonunda tek bir cümleye bile dönüşemedi. Tam o sırada kapı çaldı; yan dairedeki iş arkadaşları ziyarete gelmişti. Ding Zhitong kendini toparladı, dışarı çıkıp biraz sohbet etti. Herkese haftaya taşınacağını söyledi. İçeri dönerken içinden' O da biraz yalnız kalınca sakinleşir herhalde.' diye geçirdi. Ama içeri girince odanın kapısının açık, ışığın da yanmasına rağmen içeride kimsenin olmadığını gördü.

Kapı koluna tutunarak bir süre öylece durdu. Önce hissiz kaldı; sonra masanın üzerinde, özenle çek defterinden kopardığı o çeki gördü. 'Belki böylece Yan Aihua’ya birkaç bin dolar daha fazla ödeyebilirim...' diye içinden geçirdi ama bunu düşünürken gözyaşları bir anda boşanıverdi.

Tam o sırada Gan Yang geri geldi. Onu öylece kapıda, gözleri yaş dolu halde görünce içindeki bütün öfke sönüp gitti. Onu içeri çekip kapıyı kapattı. “Niye ağlıyorsun sen?”

Ding Zhitong konuşamadı; dönüp başını onun göğsüne gömdü, göleğini ıslattı.

Gan Yang onun saçlarını okşarken düşündü, sonra gülerek “Yoksa gerçekten gittiğimi mi sandın? Ben sadece otomatlardan iki şişe su almaya indim...” dedi.

Ding Zhitong elindeki sulara baktı, gerçekten de iki şişe taşıyordu. Ağlamasıyla gülmesi karıştı bir anda. Onun su konusundaki takıntısını biliyordu; ABD’deki musluk suyunu sevmezdi, hep şişe su içerdi. Ama yine de kendini küçük düşürülmüş gibi hissedip başını sakladı, mırıldandı: “Bir şey yok... Ağlamadım. Saçmalama...”

Gan Yang onun söylediklerine aldırmadan kocaman sarıldı, çocuk avutur gibi: “Tamam, bir şey yok... Ağlamadın... Ben uydurdum...” dedi. Yüzünü yıkamak için tuvalete gitmek istese de bırakmadı. Başını ellerinin arasına alıp, yüzüne usulca bir öpücük kondurdu.

Ding Zhitong içinden “Bu da ne şimdi?” diye geçirdi. Az önce çocuk gibi trip atan oydu ama şimdi sanki her şey tersine dönmüştü. Fakat öpüşmeye devam ederken, artık direnmedi; ellerini onun boynuna doladı, tüm bedeniyle duvara yaslandı ve ışığı da kapattı.

İkisi yaklaşık yirmi gündür ayrılardı, aralarındaki arzu aniden alev aldı. Ama bu sadece küçük bir ayrılığın ardından gelen kavuşmanın getirdiği tutku değildi. Bu bambaşka bir histi. Hayatlarında ilk kez, birbirlerine bu kadar şiddetle ihtiyaç duyduklarını fark etmişlerdi. Belki o önemsiz biriydi, o da öyle. Ama işte, bu iki önemsiz insan, birbirlerine ihtiyaç duyuyordu.

Sonraları, Ding Zhitong bu “barışma seksine” özel bir zaafının tam da o geceden itibaren başladığını düşünmeye başladı. Bu, öfkeyle yapılan bir seks değildi, barışma seksiydi. Gösterişli ya da sert hareketler gerekmezdi; tam aksine, son derece yakın, nazik ve yumuşak olurdu. Üstelik bittiğinde gelen o bitkin ama huzurlu his, içten bir konuşma yapmak için inanılmaz uygun bir hâl yaratıyordu.

O gece, küçücük bir odanın gri çarşaflı yatağında, dışarıda kesintisiz akan şehir trafiğinin sesi ve nereden geldiği belirsiz siren sesleri eşliğinde, karanlıkta onun göğsüne yaslanarak sordu.

“Sen gerçekten neden mutsuzdun?”

Gan Yang önce bir şey demedi, bedeni hafifçe gerildi. Ancak uzun bir sessizlikten sonra mırıldandı.

“...Feng Sheng yüzünden.”

“Feng Sheng’e ne olmuş?” Ding Zhitong tekrar sordu.

“Bana söylemediğin şeyleri o biliyordu. Mezuniyet günü seninle yemek yemiş. Hem de Queen’s’te oturuyormuş; sen de başta orada kalmak istiyordun...” Adeta dişlerini sıkarak ardı ardına sıraladı.

Ding Zhitong bu sözleri duyunca gülmeye başladı, sanki içindeki gizemi sonunda çözmüş gibiydi. Aslında bunu tahmin etmeliydi. Az önce restoranda Feng Sheng’le neşeyle sohbet ederken bu adam sürekli elini tutmuştu, hesap ödemeye kalkarken de sahiplenir gibi davranmıştı, dağıldıktan sonra ise suratına asmıştı.

Gan Yang onun güldüğünü fark edince daha da ciddileşti, savunmaya geçmiş gibi konuştu.

“Biliyor musun, erkekler tuvaletinde çoğu pisuvar arasında paravan bile yoktur; erkekler arası rekabet bu kadar doğrudandır.”

Bu nasıl bir benzetmeydi?! Ding Zhitong ne diyeceğini bilemedi, “Sana en başta söyledim, benim onunla aramda sadece sınıf arkadaşı ilişkisi var. Aranızda rekabet falan yok.” dedi.

Gan Yang karşı çıktı.

“Zaten bir şey demedim ki... Sadece içim pek rahat değildi, bu da mı yasak?”

Aslında haklıydı. Restoranda davranışı da gayet iyiydi. Üstelik kıskanılmak fena bir his sayılmazdı.

Ama Ding Zhitong başka bir şey daha söylemek istedi. Vücudunu hafifçe kaldırdı, ona bakarak “İleride yine böyle bir şey olursa, mutsuz olabilirsin ama nedenini bana söylemelisin. Kendimi açıklama fırsatım olmalı. Ben en çok sessizce çekip giden insanlara sinir olurum.” dedi.

“Ben gitmedim ki, sadece su almaya çıkmıştım...” Gan Yang kendini çok haksızlığa uğramış hissediyordu.

Ama Ding Zhitong onun bu sözünü önemsemeden konuşmasına devam etti.

“Ne olursa olsun, konuşarak anlaşabiliyorsak, hatta ayrılıyorsak bile o kadar da büyük mesele değildir...”

“Niye şimdi ayrılıktan bahsediyorsun?” Gan Yang sözünü kesti ama onun bu sözleri ne kadar ciddi söylediğini de anlamıştı. O yüzden susup sadece ciddiyetle başını salladı.

Ding Zhitong ancak o zaman tatmin olup tekrar uzanıp ona sarıldı, sanki onun kollarına tam oturacak şekilde yerleşti. Ama neden hoşlanmadığını, ona hiç anlatmadı.

Çünkü gençken Ding Yanming ve Yan Aihua — annesiyle babası — çok iyi anlaştıkları zaman çok iyi anlaşır, kavga ettiklerinde ise tüm apartman duyacak kadar yüksek sesle kavga ederlerdi. Herkes onlarla “tatlı-sert çift” diye dalga geçerdi. Ama Yan Aihua hiç de öyle düşünmezdi; bir keresinde şöyle demişti: “Birlikte yaşayıp hiç kavga etmemek mi? Sessiz kalan çiftler eninde sonunda boşanır.”

Bu sözler adeta bir kehanet gibi çıkmıştı. Aihua ile Lao Ding sonunda gerçekten de, aralarına koca bir Pasifik Okyanusu girince kavga bile edemez hâle gelip, sessiz sedasız boşanmışlardı.

Bunun dışında da, aslında Gan Yang’a anlatmadığı daha pek çok şey vardı. Ve görünen o ki, yakın gelecekte de anlatmayı düşünmüyordu.

Ne hissettiğini adlandıramadı. Sadece konuyu değiştirip sordu.

“Şimdi söyleyebilirsin... Neden aniden New York’a geldin?”

Karanlıkta, Gan Yang sessizce güldü. Ancak bir süre sonra cevap verdi.

“Bugün... mülakata geldim.”


Yorumlar