When I Fly Towards You - 6. Bölüm

Platonik aşk çok yalnız bir şey.

Ben yalnızlığa tahammül edebilen biri değilim.

— Su Zai Zai'nin Günlüğü


Ekim sonuna doğru hava hızla değişmişti; yağmur bir anda baslayıp bir anda duruyordu.

Okul çıkışı ile gece etütü arasındaki vakitlerde, sınıfta pek insan olmasa da gürültü eksik olmazdı. Uzakta bile olsan sınıfın içindeki sesleri ve radyoda çalan yumuşak kadın sesini duyabilirdin.

Zhang Lu Rang sınıfa girdi.

Henüz yerine ulaşmadan, masasının tam ortasında duran koyu kırmızı bir şemsiye dikkatini çekti. Sanki dikkat çekmek ister gibi oldukça göz önünde bırakılmıştı.

Şemsiyeyi eline aldı, sapında bir kağıt vardı. Üzerine su geçirmesin diye fazladan şeffaf bant çekilmişti.

Kağıtta bir cümle yazılıydı, biraz silinmişti ama hâlâ okunabiliyordu.

— Lise 1. sınıf 9. sınıftan Su Zai Zai tarafından, Lise 1. sınıf 1. sınıftan Zhang Lu Rang’a ödünç verilmiştir.

“Ödünç” kelimesi diğerlerinden iki kat büyük yazılmıştı.

Aşağıya baktı, ifadesi oldukça sakindi. Şemsiyeyi tekrar masasına koydu, birkaç kitap alıp çantasına yerleştirdi, sırtına taktı, sınıftan çıkarken şemsiyeyi de yanına aldı.

İki kat yukarı çıktı, sağa döndü ve başka bir binaya yöneldi. Lise birinci sınıf öğretmenler odasına en yakın sınıfa gitti.

Belki de öğretmenler odasına çok yakın olduğundandı ya da sınıf çok tenha olduğundandı, içerisi oldukça sessizdi.

Çok sessizdi.

Zhang Lu Rang sadece bir kız öğrenci gördü. Cam kenarındaki sırada, iç tarafta oturuyordu. Burnunun üzerinde büyük çerçeveli bir gözlük vardı; kulaklık takmış, elindeki kitabı okuyordu.

Dışarıda, gün batımı çok güzeldi. Güneş ışığı yaprakların arasından süzülüyor, hafifçe kitap sayfalarına ve kızın eline yansıyordu.

Biraz göz alıcıydı.

Zhang Lu Rang gözlerini kısıp, konuştu: “Su Zai Zai.”

O duymadı. Elindeki hareket de hiç durmadı.

Zhang Lu Rang tekrar seslenmedi, doğrudan içeri girdi.

Yan masasında biri olduğunu fark edince Su Zai Zai’nin eli durdu, refleksle kulaklığını çıkardı.

Radyodan kızın melodik sesi duyuldu:

Han Han’ın Bir Şehir Kalesi adlı kitabında şöyle bir söz vardır:

‘Hayattaki şeylerin çoğu böyledir.

Bir şeyi bir anda seversin,

sonra yıllar boyunca neden sevdiğini sorgularsın.’”

---


Su Zai Zai başını kaldırdı ve ona baktı.

Delikanlı dudaklarını düz bir çizgi halinde kapatmıştı, gözleri parlaktı, ifadesizdi. Siyah saçları yarı ıslaktı, genel haliyle uykulu ama duru görünüyordu.

Elini kaldırdı ve hiçbir şey söylemeden şemsiyeyi ona uzattı. 

Su Zai Zai şemsiyeyi almadan sadece ona baktı.

Bunu gören Zhang Lu Rang biraz eğildi, şemsiyeyi onun masasının üzerine koydu ve arkasını dönüp gitmek için yöneldi.

Su Zai Zai hemen seslendi: “Zhang Lu Rang!”

Çocuk durdu, arkasını döndü.

“Beni tanıyor musun?” Su Zai Zai elindeki kitabı bırakıp şemsiyeyi salladı.

Zhang Lu Rang başını salladı ama cevap vermedi.

Bir şey kalbinde kabarıp yükseldi, Su Zai Zai’nin içi hem heyecan hem de panikle doldu. Kendini zor tutarak ayağa kalktı ve utanmadan konuştu. “Gizlice beni takip mi ediyorsun yoksa?”

Böyle bir soru hiç beklenmedik olduğundan, Zhang Lu Rang’ın kaşları çatıldı, daha fazla konuşmak istemediğini belli ederek yürümeye başladı.

Su Zai Zai peşinden gitti, kendi kendine konuştu: “Aslında seni ele vermemeliydim, kızma, az önce söylediklerimi unut gitsin.”

Zhang Lu Rang dudaklarını kıpırdattı ve küçümseyerek güldü: “İvme iki metre bölü saniye kare.”

“…”

Demek o gün hem ismini hem de ezberlediği formülü bağıra bağıra söyleyerek çok abartmıştı.

Biraz utandı ama dayanabilirdi.

Üstelik, yaptığı onca şey boşa gitmemiş, biraz da olsa aklında kalmıştı.

Su Zai Zai ggölerini kırpıştırıp hemen konuyu değiştirdi: “Şey yani... O gün gerçekten senin hakkında kötü konuşmuştum, şemsiyeyi de özür olsun diye verdim...”

“Gerek yok.”

Su Zai Zai elini salladı: “Olmaz, ben öyle biri değilim.”

“Ben de sana aynı şekilde karşılık verdim zaten.” Sesi umursamazdı.

Su Zai Zai afalladı.

Ne zaman yapmıştı ki...

Yoksa o günkü “aptal” lafından mı bahsediyordu?

Demek gerçekten ona söylemişti...

Yükseklerde duran o ulaşılmaz adamın her şeye bu kadar takılması, bu zıtlık... Aşırı sevimli değil mi ama!

Ama şimdi buna ne cevap verecekti...

Eğer sinirle “Beni nasıl azarlarsın sen?!” gibi öfkeli ve atarlı bir şey derse, ya Zhang Lurang bir daha ona asla laf söylemeye cesaret edemezse?

Her ne kadar azarlanmış olsa da, bu durumdan garip bir şekilde keyif almıştı.

Sanki o yakışıklı çocuk ona özel bir ilgi göstermiş gibiydi.

Belki de doğrudan koluna hafifçe vurup 'Hahaha, çok iyi laf soktun! Ben böyle azar işitmeyi seviyorum senden!' diyebilirdi.

Onun kesinlikle deli olduğunu düşünürdü...

En iyisi konuyu değiştirmekti.

“Şey, o gün aslında ben Zhou Xuyin’i aramaya gitmemiştim. Ben senin adının Zhou Xuyin olduğunu sanmıştım... Aslında seni arıyordum.”

Gerçekten öyle herkesten kolayca etkilenen biri değilim! Ben çok sadık biriyim!

“Hmm.”

Ne kadar da soğuk... İlgisiz...

Su Zai Zai pes etmeden konuşmaya devam etti.

“Peki neden seni aradığımı sormayacak mısın?”

“Merak etmiyorum.”

Merak etmiyorum, ha...

Pekâlâ, madem merak etmiyor, o zaman söylemem. Su Zai Zai teslim olmaya karar verdi.

En iyisi konuyu yine değiştirmekti.

“Bir de şey... Hani şu ivme konusu... Ben ivmenin birimini bilmiyor değilim! O anlık bir dalgınlıktı, yanlış düşündüm sadece.” Su Zai Zai arsızca kendini savundu.

“Hmm.”

“‘Hmm’ demenin pasif-agresif bir şiddet biçimi olduğunu biliyor musun?”

“...”

“Bana şiddet uyguladın.”

“...”

“Aile içi şiddet.”

Zhang Lurang bir an durdu, başını çevirip ona baktı. Gözlerinde belli belirsiz bir ifade vardı.

Su Zai Zai hiç bozuntuya vermeden hemen düzeltti

“Kampüs içi şiddet diyecektim, dilim sürçtü.”

Zhang Lurang: “...”

Ve sonrasında, biri durmaksızın konuşmaya devam ederken diğeri kararlılıkla sessizliğini korudu.

Ama iki kat merdiven indikten sonra Zhang Lurang sonunda dayanamayarak konuştu. Sesi biraz sertti.

“Beni neden takip ediyorsun?”

Tam da birinci sınıfların olduğu kata gelmişlerdi. Birkaç adım daha atsalar sınıfın arka kapısına ulaşılacqklardı. Şimdiden sınıfın içinden gelen gürültü duyulabiliyordu. 

Zhang Lurang sırtında çantasıyla, şemsiyeyi getirmeye gelmişti... Rastgele bir sebep tahmin etse bile, büyük ihtimalle isabet ederdi.

Su Zai Zai masumca gözlerini kırpıştırdı.

“Ben seni takip etmiyorum ki, kütüphaneye gidiyordum.”

Zhang Lurang bir şey demedi, sınıfa da girmedi. Yönünü değiştirip aşağı inmeye devam etti.

Demek ki doğru tahmin etmişti!

Su Zai Zai keyifle peşinden gitti.

Karşılık alamasa da, Su Zai Zai laf kalabalığı ve utanmazlığıyla durumu idare ediyordu. Ağzı hiç durmadığı için ortam da fazla garipleşmiyordu.

Neredeyse kütüphaneye varacaklarken, Su Zai Zai aniden onun ceketinden çekiştirdi ama hemen ardından elini geri çekti.

Zhang Lurang başını çevirip baktı.

Su Zai Zai dudaklarını yaladı, dikkatlice açıklamaya başladı:

“Şey... Az önce o ‘pasif-agresif şiddet’ lafı var ya... Onu sadece şaka olsun diye söyledim... Anlamışsındır, değil mi?”

Zhang Lurang ona bir göz attı, sonra bakışını başka yöne çevirdi.

“Hmm.” dedi.

Yine aynı soğukluk.

Tek kelimeydi, ama sanki içinde buz parçaları saklıydı. Yine de, Su Zai Zai’nin içindeki tüm o buzları bir anda eritmeye yetmişti.

O kelimeyle birlikte kalbinde yumuşacık bir sıcaklık oluştu; o sıcaklık, hava gibi yayılıp her yana dağıldı.


***


İkisi birlikte kütüphaneye girdiler.

Zhang Lurang acele etmeden, birkaç kitaplığın etrafından dolanarak köşedeki bir masaya doğru yöneldi.

Su Zai Zai de onu takip etti.

Masanın etrafında dört tane boş sandalye vardı, kimse oturmuyordu.

Zhang Lurang sessizce bir sandalyeyi çekip oturdu. Sırt çantasından ders kitabı ve çalışma kitaplarını çıkardı, ardından kalemini alıp soruları çözmeye başladı.

Su Zai Zai bir süre olduğu yerde dikisonkten sonra kapıya doğru yürüdü.

Zhang Lurang, onun uzaklaşan siluetini göz ucuyla fark ettiğinde, elindeki kalem bir an duraksadı. Başını hafifçe kaldırıp baktı ama hemen ardından bakışlarını tekrar kitaplarına çevirdi.

İçinden derin bir nefes verdi.

...Nihayet gitti.

Çok enerjik bir yapısı vardı, Zhang Lurang onunla nasıl başa çıkacağını gerçekten bilmiyordu.

Ama aslında Su Zai Zai gerçekten gitmemişti. Yanında hiçbir şey getirmemişti, bu yüzden kalkıp onun yanına oturup boş boş bakamazdı ya...

Her ne kadar çok istese de, bunu denemeye cesaret edememişti.

Su Zai Zai yönünü değiştirdi, yabancı edebiyat bölümünde kısa bir tur atıp parmaklarını kitapların sırtında gezdirdi. Ama aklı dağınıktı ve gerçekten okumak istediği bir kitap da yoktu. Epeyce düşündükten sonra ortalardaki “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı kitabı çekip çıkardı.

Edebiyat öğretmeninin önerdiği kitaplar arasında bu da vardı sanki.

Kitabı alıp o köşeye geri döndü.

Zhang Lurang’ın karşısındaki iki sandalye dolmuştu. Su Zai Zai biraz hayal kırıklığına uğradı, aslında onun tam karşısına oturmak istiyordu. Böylece başını her kaldırdığında onun yüzünü görebilecekti.

'Neyse, o zaman yanına oturayım. Hem daha da yakın olur.'

Su Zai Zai sessizce bir sandalyeyi çekip oturdu.

Yanındaki Zhang Lurang hiçbir şey duymamış gibi davrandı, gözkapakları bile kımıldamadı.

Su Zai Zai ona bir bakış attı, ama hemen ardından bakışlarını ondan kaçırarak kitabını açtı ve tüm dikkatini hikâyeye verdi.

Dışarıdaki gökyüzü koyu kırmızıydı, bulutlara hafif bir pembe tonu bulaşmış, arkadan masmavi bir fon belli belirsiz gözüküyordu. Manzara hem büyüleyici hem de biraz kasvetliydi.

Zhang Lurang başını eğip saatine baktı, akşam etüt vakti gelmişti.

Çevredeki insanlar da neredeyse tamamen dağılmıştı.

Çalışma kitaplarını ve ders kitaplarını sırayla kapatıp çantasına yerleştirdikten sonra ayağa kalktı.

Yanındaki Su Zai Zai ise hiç kıpırdamadan sakince okumaya devam etti.

Onun yan profili tertemizdi, yüz hatları küçüktü, başını hafifçe eğmişti; kestane kahverengisi saçları yüzünün bir kısmını örtüyordu. Dudakları hafifçe bükülmüş, zarif bir yay çizmişti.

İnce, bembeyaz parmaklarıyla kitabın sayfalarını çeviriyordu.

O coşkulu ve enerjik hali bir anda dingin ve huzurlu bir havaya bürünmüştü.

Zhang Lurang olduğu yerde bir an duraksadı, sonunda hafifçe belini eğerek işaret parmağının boğumuyla masaya tık tık diye vurdu. Alçak bir sesle uyardı:

“Akşam etüdü.”

Su Zai Zai başını kaldırıp ona baktığında gözlerinde bir anlık bir dalgınlık vardı ama hemen toparlandı ve başını sallayarak ona karşılık verdi.

Zhang Lurang daha fazla bir şey söylemeden çıkıp gitti.

Su Zai Zai onun kendisini beklemeyeceğini zaten biliyordu. Kitabı yavaşça yerine koyduktan sonra, kafası karmakarışık bir halde sınıfa doğru yürümeye başladı.

Bazen birini sevmek, sadece bir anlık meseledir.

Ve Su Zai Zai o anı çok net hatırlıyordu.

Yağmurun yağdığı o gün... Onun kendisine baktığı o an... Göz göze geldikleri o an...

Ama yine de, neden hoşlandığını bir türlü anlayamamıştı.

Yıllar geçse bile, Su Zai Zai bu sorunun cevabını bulamamıştı; kendine defalarca sormuştu ama Zhang Lurang’ı neden sevdiğini asla çözememişti.

Ama şanslıydı ki, hiçbir zaman pişman olmamıştı.

O gün bakkala gitmekten, yolun yarısında dönmekten, dışarıda şemsiye tutup beklemekten, hatta saçma sapan bir şekilde onu azarlamaktan bile...

Onu tanımaktan hiç pişman olmamıştı.

Ve sonra... ona ilk bakışta âşık olmuştu.



Yorumlar