When I Fly Towards You - 3. Bölüm

— Su Zai Zai'nin Günlüğü
Ertesi gün büyük teneffüste, Su Zai Zai şemsiyesiyle tam vaktinde dünkü yere gidip pusuda bekledi.
Bu sefer başını eğip yerdeki su birikintilerinde ayakkabısıyla oynamıyordu. Ciddi bir ifadeyle okul kapısına bakıyordu. Hatta normalde ders dışında takmadığı gözlüğünü bile takmıştı.
Uzaklardaki ağaçlar yeşil bir bulut gibi, ince yağmur ve sisle bulanıklaşmıştı. Manzara adeta bir tablo gibi büyüleyiciydi.
Beklediğinin aksine, o yakışıklı çocuk hiç de geç kalan biri değildi.
Peki ama o gün nasıl bu kadar rahattı o zaman?!
Görünüşe bakılırsa o gerçekten de zor anlarda bile sakinliğini koruyan biriydi… Bu yönü Su Zai Zai'nin çok hoşuna gitmişti.
Bekleyişinin üçüncü gününde hava sonunda açtı.
Büyük teneffüsteki beden eğitimi yayını yeniden başladı...
Su Zai Zai artık taktik değiştirmeye karar verdi.
Yakışıklı çocuk o gün okul kapısından gelmişti, yani muhtemelen gündüzcüydü. Öyleyse bundan sonra daha erken kalkıp kapı önünde pusuya yatmak en iyisi olurdu. Er ya da geç mutlaka karşılaşacaklardı.
Son egzersiz hareketi bittiğinde, beden öğretmeni mikrofonla öğrencileri sınıflarına yönlendirmeye çalışıyordu. Ama öğrenciler, her zamanki gibi, "sakin bir şekilde dağılın" sözünü duyar duymaz kollarını arkadaşlarının omzuna atıp bir kalabalık halinde dağıldılar.
Jiang Jia, Xiao Yu tarafından kantine sürüklendi.
Güneş tepedeydi. Beton zemin neredeyse yanıyordu, hava sanki yoğunlaşıp akışkanlığını kaybetmiş gibiydi. Spor alanının etrafında tek bir gölge bile yoktu. Su Zai Zai başı dönerek, bir an önce sınıfa dönmek istiyordu.
Kalabalığın arasından geçmeye çalışırken başını eğmiş, gözleri sadece önündeki yere odaklanmıştı. Adımlarını dikkatli atıyor, kimsenin ayağına basmamaya çalışıyordu.
Ve sonra...
Başını birinin çenesine çarptı.
O anda, karşısındaki kişinin çenesinden “kırt—” diye bir ses duyuldu. Sanki bir kemik yerinden çıkmış, üst çeneyle bağlantısı kopmuş gibiydi.
Su Zai Zai: “...”
Hemen başını kaldırdı, yüzü mahcubiyetle kaplanmıştı. Özür dileyen kelimeler refleksle ağzından döküldü.
“Çok özür dilerim! Kalabalıkta fark etmedim... İyi misiniz... acaba?”
Ses gittikçe alçaldı.
Çünkü karşısındaki kişinin yüzünü görmüştü.
O yüz… Yetmiş iki saattir aklından çıkmayan o yüzdü.
Genç adam kaşlarını çatıp sağ eliyle çenesini ovuşturdu. Alnında birkaç ter damlası belirmişti, yanakları güneşten kızarmıştı. Gözleri hafifçe yere eğilmişti, soğuk bir ifadeyle ona baktı.
“Önemli değil.”
Sözünü bitirir bitirmez onun yanından geçip kantine doğru yürümeye başladı.
Su Zai Zai ise hâlâ başına talih kuşu konmuş gibi şaşkın haldeydi ama onun yürüdüğünü görünce bir anda kendine geldi, sıcaktan bayılmak üzere olan kafası anında berraklaştı.
Hemen arkasından koştu ve onun bileğini tuttu.
Genç adam adımlarını durdurdu, başını çevirip ona baktı. Belirgin kaşları ve soğuk bakışlarıyla yüz hatları gerilmişti; moralinin bozuk olduğu her hâlinden belliydi.
Su Zai Zai bir anda elektrik çarpmış gibi elini geri çekti. Boğazı kurumuş gibiydi, yutkundu. Avuç içleri heyecandan sırılsıklamdı. Çevresindeki o uğultulu kalabalığın sesi bir anda yok olmuştu sanki—kulaklarında sadece sessizlik vardı.
Nefesinin sesi adeta büyütülmüş gibi yankılanıyordu etrafında; berrak, keskin ve serin bir havayla çevresini sarmıştı.
Su Zai Zai, okul pantolonunun üzerine elini silip avucundaki teri gidermeye çalıştı.
Karşısındaki kişi o anda bir şey fark etti sanki. Kaşlarının arasındaki soğukluk biraz yumuşadı, ifadesi düşünceli bir hâle büründü.
Bu düşünceyle cesaretini topladı, yüzsüzce gülümsedi ve sordu.
“...Adın ne?”
***
Su Zai Zai kendini çok umutsuz hissediyordu.
Gerçekten çok. Hayattan zerre beklentisi kalmamış gibiydi.
Jiang Jia, sandalyeye ters oturmuştu. Bir kutu kolayı sırıtarak Su Zai Zai'nin masasının üzerine bıraktı.
“Hey, ne yapıyorsun sen? Daha yeni birkaç dakikalığına seni yalnız bıraktım, sen hemen ölmüş gibisin.”
Su Zai Zai ona kısaca baktı, gözleri boşluğa dalmıştı, cevap vermedi.
Jiang Jia biraz düşündükten sonra sordu.
“Regl mi oldun?”
Karşısındaki kişi Jiang Jia'ydı. Su Zai Zai kederli bir ifadeyle dürüstçe itiraf etti.
“Bir çocuğa vuruldum.”
“…” Jiang Jia neredeyse ağzındaki kolayı püskürtecekti.
“Ah…” Su Zai Zai parmaklarıyla kola kutusunun üzerindeki su damlacıklarına dokundu, sesi kederliydi.
“Bu damlalar… sanki içimde hiç bitmeyen gözyaşlarım gibi.”
Jiang Jia birkaç kez öksürdü, sonra uzanıp onun başını okşadı.
“...Ne oldu, kim bu çocuk? Ben tanıyor muyum? Nasıl biri? Eski sınıf arkadaşın falan mı?”
Su Zai Zai dürüstçe yanıtladı.
“Sen görmüş müydün bilmiyorum ama ben ilk kez gördüm. Geçen gün seni büfenin önünde beklerken rastladım ona.”
“Ha? İlk görüşte aşk mı bu yani?”
Su Zai Zai başını salladı, biraz düşündü ve iç çekerek ekledi.
“Az önce sınıfa dönerken tekrar karşılaştım onunla… sonra adını sordum.”
Bunu duyan Jiang Jia’nın gözleri parladı.
“Vay be, kader resmen! Bu kadar kısa sürede tekrar karşılaşmak... Adı neymiş? Belki tanıyorumdur!”
“Aptal.”
“Yani düzgünce söyleyemez misin, durduk yere niye hakaret ediyorsun ki bana?!”
Su Zai Zai başını eğdi.
“O bana böyle dedi.”
O an bunu duyduğunda gerçekten afallamıştı. Daha konuşmanın başında niye hakaret ediyordu ki...
Biraz hayal kırıklığına uğramıştı.
Ama çok geçmeden durumu kavradı. Ve o farkındalık... hayal kırıklığından bile daha kötü hissettirmişti.
Aptal...
Onun demek istediği muhtemelen şuydu. 'Benim adım Aptal, hani şu az geçenlerde senin seslenip durduğun kişi?'
Böyle bir durumda, Su Zai Zai hangi cesaretle bir şey daha sorabilirdi ki...
Gerçekten hiç beklemiyordu onu duyabileceğini—üstelik tam olarak ondan bahsettiğini fark edecek kadar keskin olacağını da!
Jiang Jia öfkeden delirdi, masaya sertçe vurdu ve bağırdı.
“Lan, sana niye hakaret ediyor ya! Sadece adını sordun, bu kadar büyütülecek ne var? Bildiğin dangalak bu çocuk!”
Onun bu tepkisi Su Zai Zai’yi bir an duraksattı. Başını kaldırıp ona baktı ama ne diyeceğini bilemedi.
“Ne bakıyorsun! Yanlış mı söyledim yani? Yoksa hâlâ onu savunmayı mı düşünüyorsun? Nasıl bir zevkin var senin ya? Kesin sen dış görünüşe bakıyorsun, içi hiç umursamıyorsun! Hani sen yakışıklılardan hoşlanmazdın? Koca bir yalan bu!”
Jiang Jia’nın bu kadar öfkeli olduğunu görünce, Su Zai Zai boğazını temizledi, sesi biraz temkinliydi.
“Yani... şey… belki de… ilk benim ona aptal dediğimi duymuş olabilir...”
Bir anlık sessizlik.
Jiang Jia: “...Az önce söylediklerimi unut gitsin.”
Yine sessizlik.
Dayanamayıp sordu.
“Sen niye hakaret ettin ki çocuğa?”
Su Zai Zai ise o an ne düşündüğünü kendisi bile hatırlayamıyordu...
“Bence eğer sadece ‘aptal’ deyip başka hiçbir şey söylemediyse, muhtemelen sana pek iyi bir izlenimle bakmıyor...” Jiang Jia’nın sesi bu kez temkinliydi. “Sana ulaşabileceğin hiçbir ipucu da bırakmamış.”
Sanki gerçekten öyleydi...
Su Zai Zai iç çekip kederle inledi.
“Çok pişmanım... Acaba doğrudan telefonunu mu isteseydim… Ahh o an o kadar gergindim ki aklıma bile gelmedi!”
'Önce telefon numarasını alsaydım, gerisini sonra açıklardım.' diye düşünürdü...
Jiang Jia başını iki yana salladı.
“Öyle olsaydı daha beter pişman olurdun.”
“...Nedenmiş o?”
“Çünkü vermezdi.”
“...”
“Hatta büyük ihtimalle bir de üstüne seni yine küçük düşürürdü.”
Jiang Jia onun başını okşayarak yarı şaka yarı ciddi konuştu.
Su Zai Zai hafifçe gülümsedi, sonra onun parmaklarını sertçe ayırarak itti.
“Defol.”
Jiang Jia tam karşılık verecekti ki, derse giriş zili çaldı.
Su Zai Zai’nin hâlâ ruhsuz, keyifsiz hali yüzünden hevesi kaçtı. Onu teselli etmeye çalıştı.
“Boş ver, kesin yine karşılaşırsınız. Bu okul ne kadar büyük ki zaten.”
Su Zai Zai gözleri dolu dolu iç çekti.
“Evet, birinci ve ikinci sınıf toplamda sadece altmış şube...”
Jiang Jia bir an sustu.
“...Al bir yudum kola iç.”
İngilizce öğretmeni sınıfa girdiği anda, ortam birden sessizliğe büründü.
Su Zai Zai derin bir nefes alıp iki eliyle yanaklarını hafifçe tokatladı. Hüzün ve öfkesini ders çalışma gücüne dönüştürmeye kararlıydı.
Ders başladıktan sonra İngilizce öğretmeni bir yandan konuşuyor, bir yandan da kürsüdeki belgeler arasında bir şeyler arıyordu.
Bir süre sonra başını kaldırıp Su Zai Zai’ye baktı.
“Ders temsilcisi, ders planımı birinci sınıfta unuttum. Mavi bir dosya, büyük ihtimalle kürsünün üstündedir. Gidip getirir misin?”
Su Zai Zai başını sallayarak ayağa kalktı ve en başarılı sınıfın olduğu yöne doğru yürümeye başladı.
Öğretmenlerini sınıf arkadaşlarını çok bekletmemek için kısa süre sonra koşmaya başladı.
Koşarak birinci sınıfın kapısına kadar gelirken adımlarının çıkardığı “tak tak tak” sesi, esen rüzgarla birlikte yankılandı.
Su Zai Zai hafifçe nefes nefese kalmıştı, saçları biraz dağılmış ve dağınıktı. Nefesini toparlayarak, “Affedersiniz.” diye seslendi.
Öğretmenin eliyle onu çağırdığını görünce kürsüye yaklaştı, alçak sesle, “Öğretmenim, Chen öğretmenin ders planını almaya geldim. Kürsüde bırakmış olduğunu söyledi.” dedi.
Öğretmen birkaç kağıdı çevirdi, ardından mavi bir dosyayı uzattı. “Şu olmalı, değil mi?”
“Evet evet, teşekkür ederim öğretmenim.” dedi ve ardından gitmek üzere döndü.
Su Zai Zai arkasını döndüğünde, gözleri farkında olmadan sınıfın büyük bir kısmını taradı.
Birden, birinci grubun üçüncü sırasının dış tarafında oturan bir erkek öğrenci dikkatini çekti.
Başını eğmiş, kağıda bir şeyler yazmaya odaklanmıştı; sınıfa yabancı biri girmiş olmasına rağmen tek bir anlığına bile başını kaldırmamıştı. Bu açıdan bakınca yüzünün büyük kısmı görünüyordu — biçimli burnu ve dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı.
Sırtı dimdikti, duruşunda sert ve kararlı bir hava vardı.
Işık, kirpiklerine vurduğunda gözlerinin altına yelpaze gibi bir gölge düşürüyordu.
Su Zai Zai, hiçbir şey olmamış gibi bakışlarını geri çekti ve sakin bir şekilde sınıftan çıktı.
Ancak dönüş yolunda, içindeki heyecan neredeyse onu sınıfa yuvarlana yuvarlana götürecek kadar büyüktü.
Olduğu yerde dayanamayıp iki kez zıpladı. İçinden, 'Şu an ders saati olmasa, muhtemelen bir saat boyunca aralıksız çığlık atabilirdim.' diye geçirdi.
Bu nasıl bir şans böyle!
İngilizce öğretmenine o kadar minnettardı ki, resmen içinden “Teşekkür ederim, teşekkür ederim!” diye haykırıyordu!
***
Su Zai Zai yerine oturduktan sonra Jiang Jia’ya küçük bir kâğıt parçası uzattı.
— Geçen, birinci sınıfta iki yakışıklı var demiştin ya... Biri Zhang Lurang’dı, diğeri kimdi?
Jiang Jia ona kısa bir bakış attı, neden birden bunu sorduğunu anlayamamıştı ama usulca ismi yazdı.
— Zhou Xuyin.
Su Zai Zai dudaklarını yaladı, kâğıdı buruşturduktan sonra fısıltıyla sordu. “Hangisi daha yakışıklı?”
Onun hoşlandığı erkek kesinlikle olağanüstüydü! Kimse onunla boy ölçüşemezdi!
Jiang Jia, Su Zai Zai’nin elini tuttu. İngilizce öğretmeni dersteydi, o yüzden çok yüksek sesle konuşamıyordu ama ses tonundaki heyecan gizlenemiyordu. “Her ne kadar daha önce görmemiş olsam da, tariflere göre kesin Zhou Xuyin!”
“Zhou Xuyin..?”
“Evet! Duydum ki görünüşü insanı şok edecek kadar yakışıklıymış!”
Şok edecek kadar yakışıklı.
Onun o hafifçe bakışı bile... gerçekten de büyüleyiciydi.
Yorumlar
Yorum Gönder