Hidden Marriage in the Office - 67. Bölüm (Türkçe Novel)

İlk kez soğuk savaş yaşıyorlardı. O arabadan indikten sonra ikisi de birbirini aramamıştı.

Tu Xiaoning kendisi de aramamıştı ama bu duyguya katlanamıyordu. Bu belirsizlik, güven duygusunun sarsılması onu rahatsız ediyordu.

Ling Weiyi tek başına yaşıyordu. Ailesi memleketteydiler. Hafta sonları bazen Qi Yu gelip kalıyordu.

Ertesi gün hafta sonuydu. Tu Xiaoning onun evinde iki gece kaldı. Tabii kayınvalidesini her gün ziyaret etmeyi ihmal etmedi. Aralarındaki gerginliği de iyi gizledi, en azından kayınvalidesi bir şey fark etmemişti.

"Bu halin bana üniversite yıllarını hatırlattı." diye yorum yaptı Ling Weiyi.

Tu Xiaoning kanepede dizlerini karnına çekmiş oturuyordu. Gözleri masanın üzerindeki telefona sabitlenmişti. İki gündür hiç hareket etmemişti.

"Hayır, üniversitedekinden bile daha kötü!" diye ekledi Ling Weiyi.

Tu Xiaoning cevap vermedi.

Ling Weiyi iç geçirdi. "Özlediysen ara gitsin. Karı koca arasında küslük olmaz."

"Kim özlemiş?" diye mırıldandı Tu Xiaoning ama inkarı çok zayıftı.

"Bırak numarayı, suratında 'Onu çok özledim.' yazıyor resmen."

Tu Xiaoning ona bir yastık fırlattı.

Dün cesaretini toplayıp bir gebelik testi almıştı. Testi yaptıktan sonra, korkuyla sonucu görememiş, bakması için Ling Weiyi’yi çağırmıştı.

"Boşuna endişelenmişsin, negatif." dedi Ling Weiyi, test çubuğunu ona göstererek.

Tu Xiaoning test kitin üzerindeki çizgiye bir göz attı—tek çizgi. Hiç deneyimi olmadığı için hemen kullanım talimatlarını karıştırdı. Orada, tek çizginin negatif, yani hamile olmadığı anlamına geldiği, iki çizginin ise pozitif olduğu yazıyordu.

İçindeki endişe sonunda yatıştı, ancak bu sefer de belli belirsiz bir sızı hissetmeye başladı.

"Senin canın cehenneme! Söylesene, kimi korkutuyorsun? Kocanı geçtim, az kalsın ben bile kalp krizi geçiriyordum!" O sırada Ling Weiyi ona durmadan çıkışıyordu.

Ama Tu Xiaoning, tek kelimesini bile duymadı.

Tekrar telefonuna baktı. Ekran karanlık, hiçbir hareket yoktu.

Tam o anda Zhao Fanggang'ın daha önce söyledikleri zihnine doluştu. Gözlerini kapatıp başını dizlerinin arasına gömdü.

Bir süre sonra telefon çaldı. Hemen başını kaldırdı ama arayan bir şirket numarasıydı. Bakışlarındaki ışık bir anda söndü. Her zamanki gibi telefonu açıp normal bir ses tonuyla konuştu.

Sonrasında telefonuna hiç bakmamaya karar vererek Ling Weiyi ile televizyon izlemeye koyuldu. Ling Weiyi bir çeşit eğlence programı açmıştı, neredeyse nefessiz kalacak kadar kahkahalarla gülüyordu. Ancak Tu Xiaoning ne kadar izlese de hiçbir şey hissetmedi, tek bir kez bile gülemedi.

İzledikçe sıkıldı, banyoya gitmeye karar verdi. Klozete oturduğunda telefonunu yanına almadığını fark etti. Tam kalkacakken Ling Weiyi'nin koşuşturma sesiyle birlikte telefonunun titreşimini duydu.

“Çabuk, çabuk! Kocan arıyor!” Ling Weiyi telefonu ona uzattı.

Telefon rehberinde "Bay J" olarak kayıtlıydı. Ling Weiyi aptal değildi, bir bakışta anlamıştı.

Tu Xiaoning içgüdüsel olarak elini uzattı, ancak havada asılı kaldı. Dudaklarını ısırıp elini geri çekti.

Ling Weiyi ona şaşkınlıkla baktı. “Ne yapıyorsun?”

Tu Xiaoning cevap vermedi.

Ling Weiyi sabırsızlandı. “Yok artık! Tu Xiaoning, adam seni aramayınca gözlerin yolda bekliyorsun, şimdi arayınca da numara yapıyorsun. Ne yapmak istiyorsun?” Kollarını kavuşturup suratını astı. “Bak, bunu söylemek bana düşmez ama eskiden Lu Sijing ile birlikteyken, aranızdaki her tartışmada ilk arayan o muydu? Hayır! Hep sen gururunu bir kenara bırakıp ona ilk giden oluyordun. Kimin hatalı olduğu fark etmeksizin, her zaman önce sen geri adım atıyordun.”

Telefon sustu. Ling Weiyi onu banyodaki tezgâha koydu. “Şimdiki durumda ise ortada tartışma bile yok. Ama o ilk adımı attı, hem de iş seyahatinden yeni dönmüşken. Sen ise açmıyorsun. Kocanın seni seviyor oluşunu fırsat bilip onu böyle üzemezsin.”

Tu Xiaoning afalladı. O, beni seviyor mu?

Telefon kısa bir süre sessiz kaldı, ardından yeniden çalmaya başladı. Ling Weiyi ona göz devirdi ve kendisi telefonu açtı.

“Alo, enişte.”

Ji Yuheng cevap verenin Ling Weiyi olduğunu fark edince kısa bir duraksamadan sonra selam verdi ve “Ning Ning evde değil. Seninle mi?” diye sordu.

Ling Weiyi kasıtlı olarak, “Aa, seyahatten döndün mü? Evet, Xiaoning benimle, iki gündür bende kalıyor.” dedi.

Tu Xiaoning başını kaldırıp ona baktı, kaşlarını çatmıştı. Ama Ling Weiyi ona ters ters bir bakış atarak devam etti.

Ji Yuheng kısa bir “Hmm” sesi çıkardı ve ardından, “Bu iki gün sana zahmet oldu. Ev adresini verebilir misin? Gelip Ning Ning’i alayım.” dedi. Ses tonu her zamanki gibi sakin, nazik ve mesafeliydi.

“Enişte, sen ne diyorsun? Benim evim, Xiaoning’in de evi.” diye sırıtarak adresi verdi.

Telefonu kapattıktan sonra Tu Xiaoning sonunda konuştu. “Hain.”

Ling Weiyi telefonunu ona geri attı. “Hain falan değilim! Gerçekten, kocan çok iyi biri. En azından ilk adımı atıyor, seyahatten döner dönmez seni görmeye geliyor. Bak, geçmişi açmak istemem ama karşılaştırınca gerçek ortaya çıkıyor. O, Lu Sijing’den kat kat daha iyi.”

Tu Xiaoning telefonunun siyah ekranına bakarak sessizliğe gömüldü.

Çok geçmeden kapı çaldı. Tu Xiaoning odasına kaçıp kapıyı kilitledi.

Ling Weiyi kapıyı açtı ve ikisi birbirine selam verip kısa bir sohbet etti. Ardından ayak sesleri onun odasına yaklaştı. Her zamanki gibi sağlam adımlarla yürüyordu.

Kapı koluna dokunmadan önce kapıyı çaldı.

“Ning Ning.” Sesi sakin ve hafif yorgundu.

Tu Xiaoning kapıya yaslandı, cevap vermedi.

“Son iki gündür işim çok yoğundu, sana vakit ayıramadım.” Bir an duraksadıktan sonra ekledi. “Özür dilerim.”

Aniden gelen bu özür, Tu Xiaoning’in nefesini kesmişti.

Kapıyı tekrar tıklattı. “Eve dönelim, olur mu?”

Eli kapı koluna gitti ama sanki donmuştu, aşağı basamadı.

Aralarındaki sessizlik uzadı. O ise hafifçe ayaklarını sürüdü.

Ling Weiyi sabırsızlanıp, “Enişte, sen bırak, ben anahtarı bulayım.” dedi.

“Gerek yok.” Ji Yuheng onu durdurdu. Kapıya baktı ve hafifçe gülümsedi. “Bırak biraz daha sakinleşsin. Ona göz kulak olmanı rica ediyorum.”

Ling Weiyi başını kaşıdı, onun fazla nazik konuştuğunu düşündü. “Bunu söylemene gerek yok. Biz kardeş gibiyiz. Sadece biraz sinirlenmiş olabilir, ben konuşurum onunla.”

Ji Yuheng daha fazla konuşmadı, veda edip gitti.

Kapının kapanma sesi duyulunca, Tu Xiaoning’in kalbi de sanki bir şeyle birlikte yere düştü. Balkona çıkıp onun yavaşça uzaklaşmasını izledi. Hâlâ aynı uzun ve düzgün duruşuyla yürüyordu ama sokak lambasının ışığı altında yalnız ve soğuk görünüyordu. Ona eşlik eden tek şey, yerde uzayan gölgesiydi. Yavaş yürüyordu ama her adımı, onun kalbinde derin izler bırakıyordu.

Ling Weiyi kapıyı tıklattı. “Tu Xiaoning, adam özür diledi, artık uzatma. Ayrıca bence gidip kocana bakmalısın, elleri ve boynu kırmızı döküntülerle kaplıydı. Ben bile ürperdim, büyük ihtimalle kurdeşen.”

İkinci kez kapıyı çalmak üzereydi ki kapı açıldı. Endişeyle ona baktı. “Ne dedin?”

“Kurdeşen diyorum, kocanın sağlık durumunu bilmiyor musun?”

Tu Xiaoning terliklerini bile değiştirmeden dışarı fırladı. Ama az önce balkondan gördüğü adam şimdi sanki buhar olup uçmuştu, hiçbir yerde yoktu.

Onu göremeyince endişesi arttı. Ama çok uzaklaşmış olamayacağını düşünüp, o halde koşmaya başladı.

Kışın başlarında hava biraz soğuktu. O, mont almamıştı, üstündekiler incecikti. Kulaklarının dibinde rüzgâr uğulduyor, saçları adımları gibi düzensiz bir şekilde savruluyordu. Bu hâli, ortaokulda 800 metre koşusuna katıldığı zamana benziyordu. Ne zaman varacağını bilmeden sadece tüm gücüyle ileriye doğru koşuyordu, sanki bir an bile duraksarsa önemli bir şeyi kaçıracakmış gibi.

Gerçekten de biraz koştuktan sonra, onun yalnız ve dimdik duran siluetini gördü. İçinde bir boşluk aniden dolmuş gibi oldu. O tanıdık ama karmaşık duygu yine su yüzüne çıktı, damarlarından tüm bedenine yayıldı. Ama bu sefer onu bastırmadı; hislerinin, vücudunda dolaşan binlerce küçük karınca gibi içini sarmasına izin verdi.

Ona birkaç adım daha yaklaştı. Adını seslenmek istedi ama boğazına bir şey takılmış gibi sesi çıkmadı. O ise hâlâ yavaş adımlarla yürüyordu. Sonunda, sanki onun varlığını hissetmiş gibi aniden durdu ve arkasını döndü.

Göz göze geldiler. Sadece iki gündür görüşmemişlerdi ama ona yıllar geçmiş gibi geldi.

Yavaşça yürüyerek onun yanına kadar geldi. Yakından bakınca, tıpkı Ling Weiyi'nin söylediği gibi, boynu ve kollarının kızarıklıklarla kaplı olduğunu fark etti. Manzara gerçekten korkunçtu.

Burnu sızladı, sesi titrek çıktı. “Bu da ne böyle?”

Yuheng, ceketiyle kollarını örtmeye çalıştı. “Ürtiker.”

“İki gün dışarıda kaldın diye ürtiker mi oldun? Kendine hiç bakmıyorsun.”

Adamın bakışları hâlâ onun üzerindeydi. Rüzgâr esmeye devam ediyordu, o ise terlikle duruyordu ve üzerinde bir mont bile yoktu. Adam ceketini onun omzuna attı. “Üşütme.”

Onun eline dokundu ve tekrar sordu. “Kaşınıyor mu?”

Küçükken, alerjik bir reaksiyon geçirdiği için ürtiker olmuştu. Gece yarısı kaşıntıya dayanamayıp anne babasının odasının kapısında ağladığını hatırlıyordu. Sanki vücudunun her yerinde böcekler geziyor ve ısırıyormuş gibi hissettiren o berbat kaşıntı, uykusuz geçen gecelerle birlikte onu tamamen tüketmişti. Üstelik geceleri daha da şiddetlenirdi. O anları hatırlayınca bile içi ürperdi. Ama Yuheng'in kollarındaki kızarıklık, onun yaşadığından çok daha ağır görünüyordu.

Ji Yuheng hiçbir şey söylemedi, sadece onun hafifçe soğuk olan elini tuttu.

Tu Xiaoning endişelenmişti. Hemen onu çekiştirerek “Hadi hastaneye gidelim.” dedi

Yuheng tam tersine elini daha da sıktı. Xiaoning arkasına döndü ve ona söz hakkı bile vermeden “Hastaneye gitmezsen kaşıntıdan öleceksin! Kendini çelikten mi sanıyorsun?” dedi.

Onun eli hâlâ aynı sıcaklıktaydı, çok tanıdık bir sıcaklık. İkisi yan yana durdu, adam gözlerini tekrar ona dikti. Sarı ışık onların gölgelerini yere düşürdü ve şu an tam anlamıyla iç içe geçmişlerdi.

Sonunda Yuheng konuştu. “Önce sen gidip üstünü değiştir.”

Tu Xiaoning kendine baktı. Üzerinde evde giydiği uzun kollu bir tişört ve terlik vardı, saçları dağınıktı. Bu hâliyle hastaneye gitmesi doğru olmazdı.

Ona döndü. “Hemen döneceğim.”

Adam elini bırakmadı. “Seni götüreyim.”

Tu Xiaoning aceleyle elini çekti. “Sen arabada bekle, hemen geliyorum.” Sonra hızla koşarak uzaklaştı.

İkisi hastaneye gidip dermatoloji bölümüne kayıt yaptırdı. Doktor, şimdilik alerjinin nedenini belirleyemediklerini, ancak son zamanlardaki aşırı yorgunluğun bağışıklığını düşürmüş olabileceğini söyledi.

“Genelde alkol alıyor musunuz?” Doktor, hastanın dosyasına bir şeyler yazarken ona bakarak sordu.

“Evet.”

Doktor başını iki yana salladı. “Gençsiniz diye sağlığınızı bu kadar harcamayın.” Sonra reçeteyi uzattı. “Hem içten hem dıştan tedavi gerekli. Bir süre alkol almayın, dinlenmeye dikkat edin. İşler bitmez ama sağlık tek kullanımlıktır.”

Tu Xiaoning reçeteyi aldı. “Anladım, teşekkür ederiz doktor.”

Muayene odasından çıkınca, Tu Xiaoning ona döndü. “Gördün mü? Doktor da içkiyi azaltman gerektiğini söyledi.”

Ji Yuheng ellerini pantolonunun cebine soktu. “Herkes alkolün zararlı olduğunu bilir ama pazarlama sektöründe çalışan biri için içmemek diye bir şey yoktur.”

Tu Xiaoning dudak büktü. “Eğer yıllık milyonluk maaşı sağlığınla takas etmen gerekiyorsa, ben olsam vazgeçerdim.”

Ji Yuheng’in adımları durdu. Tu Xiaoning onun kolunu tutup çekti. “Neyse, en azından şu iki gün idare edeceksin. İçki içmek yok.”

Adam hafifçe başını salladı. O sırada eczane sırasına gelmişlerdi.

Kolundaki kızarıklıklar daha da belirgin ve yoğun görünüyordu. Tu Xiaoning’in bile içi kaşındı. “Çok kaşınıyor mu?” diye sordu.

Adam inkâr etmedi. “Kaşınıyor.”

“O zaman nasıl dayanıyorsun?”

“İrade gücüyle.”

“Tabii, siz üstün zekâlılar çocukluktan itibaren müthiş bir öz denetime sahipsiniz.” Tu Xiaoning iç çekti. “Ben çocukken ürtiker olduğumda, kaşıdıkça daha da kötüleşiyordu. Sonunda o kadar kötü oldu ki resmen psikolojim bozuldu. Bunu yaşayan biri olarak, nasıl tahammül ettiğini anlayamıyorum.” Adamın kolunu kaldırıp ona üflemeye çalıştı, bunun doğrudan kaşımaktan daha iyi olacağını düşündü.

Ji Yuheng, onun ne yapacağını anlamış gibi onu kendine doğru çekti. “Sorun değil, dokunmazsan zamanla alışıyorsun.”

Tu Xiaoning daha fazla ısrar etmedi. Önlerindeki kişi ilacını alıp sırasını boşalttı, onlar da birkaç adım ilerlediler.

Tu Xiaoning yere bakarken aniden sordu. “Az önce neden benden özür diledin?”

Hastane kalabalıktı, birçok insan geçip gidiyordu ama Yuheng hâlâ onun elini sıkıca tutuyordu. Uzun bir sessizlikten sonra, Tu Xiaoning soğukkanlı ama bir o kadar da nazik bir ses duydu.

“Daha önce fark etmemiştim. Hamilelik konusunda seni endişelendirdiğim, sana güven vermediğim için özür dilerim. Benim hatam.”

Tu Xiaoning olduğu yerde donakaldı, ona boş boş baktı. İçinde sayısız duygu birbirine karışmış, barajın kapaklarını açmış gibi göğsüne hücum etmişti. O an nihayet fark etti ki, kalbi artık ona ait değildi.


Yorumlar