Hidden Marriage in the Office - 61. Bölüm (Türkçe Novel)

Gece yarısı, Tu Xiaoning derin bir uykudayken hâlâ Bali'de olduğunu sandı. Dönüp içgüdüsel olarak onu aradı ama eli yalnızca boşluğa dokundu. Gözlerini açtı ve sol tarafındaki boşluğa bir süre bakakaldı. Sonra yataktan kalkıp çalışma odasının ışığının hâlâ yandığını gördü ve kapıyı usulca açtı.
Bilgisayarı hala açıktı ama masasına yaslanıp uyuyakalmıştı.
Sessizce oodya döndü, dolaptan bir battaniye aldı ve dikkatlice çalışma odasına girerek üzerine örttü. Bilgisayar ekranındaki PowerPoint sunumuna göz gezdirdi—dördüncü çeyrek için iş planıydı.
Uyurken bile bir şeyler düşünüyormuş gibi kaşları çatılıydı. Tu Xiaoning elini uzatıp yüz hatlarını takip ederek kaşlarını düzeltmek istedi ama bir türlü gerçekten dokunamadı.
Hala ona çok uzak hissediyordu.
Elini geri çekip yatağına geri döndü ancak bir daha uyuyamadı. Can sıkıntısıyla WeChat'i açıp gelişigüzel gezinmeye başladı. Parmağı, Xu Fengsheng’in daha önce paylaştığı departman fotoğrafında durdu. Fotoğrafı kaydedip düzenleme aracını açtı, diğer herkesi kırparak yalnızca ortadaki ikisini bıraktı.
Uzun süre fotoğrafa baktı. Parmağı, sanki az önce çalışma odasında yaptığı gibi, ekranın üzerinden onun kaşlarına, gözlerine, burnuna dokundu. Sonra yine bir süre izledi.
Evlilik cüzdanındaki o donuk fotoğrafı saymazsa, bu nikahlarından sonra birlikte çektirdikleri ilk fotoğraftı.
***
Tu Xiaoning ertesi gün ofise geçtiğinde nezaketen Zhao Fanggang’ın arkadaşına bir mesaj attı.
[Üzgünüm, dün telefonumun şarjı bitmişti.]
Karşı taraftan hızla cevap geldi.
[Sorun değil, siz işinize odaklanın, akşam konuşuruz.]
Tu Xiaoning telefonu bir kenara koyup şakaklarını ovuşturdu. Akşam konuşuruz, öyle mi? Ama o evli bir kadındı...
Arkasındaki odadan kesik kesik öksürük sesleri gelince Tu Xiaoning içgüdüsel olarak içeriye doğru baktı. Yuheng, bilgisayarına odaklanmış, çalışmaya devam ediyordu. Ancak sürekli bastırmaya çalıştığı öksürükleri, zaman zaman elini ağzına götürmesine neden oluyordu. Sanki kendini tutmaya çalışıyor ama başarılı olamıyordu.
Tu Xiaoning’in gözleri hafifçe kısıldı. Acaba dün gece çalışma odasında uyuyup üşütmüş müydü? O battaniye yeterince kalın değildi.
***
Zhao Fanggang, onay bölümünden bir yığın evrakla döndü. Her zamanki şakacı tavrından eser yoktu; kaşları çatılmış, düşünceli görünüyordu. Direkt olarak Ji Yuheng’in odasına girdi.
“Patron.”
Ji Yuheng çalışmaya devam ederken kısaca cevap verdi. “Hımm.”
“Birkaç aydır uğraştığım halka açık şirketin kredi başvurusu merkezde takıldı.”
“Ne gibi bir sorun var?” Ji Yuheng hafifçe öksürdü.
“Banka, şirketin çok fazla bağlı kuruluşu olduğunu düşünüyor. Kredinin aslında bir emlak firmasına aktarılacağından şüpheleniyorlar. Ancak ben her şeyi araştırıp bir rapor hazırladım. Kredi başka bir yere aktarılmayacak. Zaten o emlak şirketinin kendi projeleri için on milyar yuan kredisi var, bizim bir milyarlık kredimizi ne yapsın?”
“Onay ekibi ne diyor?”
“Onlarla defalarca görüştüm. Sonunda bana itiraf ettiler ki bu, doğrudan onay direktörünün kararıymış.”
Onay direktörü, şubenin en üst düzey kredi karar vericisiydi. Genellikle departman başkan yardımcısı pozisyonundaki biri olurdu. DR Bankası’ndaki onay direktörü de Başkan Yardımcısı Lin’di. Yani bu kredi onayı, aslında Lin Başkan’ın masasındaydı.
Ji Yuheng hafifçe öksürdü. “Şirketin tavrı ne?”
Zhao Fanggang başını kaşıdı. “Onlar için pek sorun değil. Bizim dışımızda iki bankaya daha kredi başvurusunda bulundular. Şu an için nakit akışlarında sıkıntı yaşamıyorlar.”
Ji Yuheng yazmaya devam etti. “O zaman bekleyelim.”
“Ne? Ama zaman çok önemli, patron! Diğer bankaların önüne geçmek için bayram tatilinde bile çalıştım.” Zhao Fanggang hayal kırıklığına uğramıştı.
Ji Yuheng, klavyesinden ellerini çekti. “Süreçte biraz bekleyeceğiz.”
“Nasıl yani?”
“Lin Başkan’ın babası uzun süredir hastanede yatıyor. Şirket adına bir çiçek sepeti ve meyve gönder.”
“Bu biraz fazla doğrudan olmaz mı?”
“Tam da doğrudan olmalı. O şirketin adını aklında tutmasını sağlamalıyız. Gerisini ben hallederim.”
Zhao Fanggang düşündü ve “Anladım.” dedi. Kapıya yöneldi ama çıkmadan önce endişeyle döndü. “Patron, grip mi oldunuz? Sürekli öksürüyorsunuz, mevsim değişikliklerinde grip kolay bulaşıyor.”
Ji Yuheng elini ağzına götürerek öksürüğünü bastırmaya çalıştı. “Sadece hafif bir bronşit.”
“Size ilaç alayım mı?”
Eliyle işaret ederek reddetti. “Bu kronik bir şey. Mevsim değiştiğinde hep olur.”
“Bende hatmi çiçeği var, biraz demleyeyim mi? Belki rahatlatır.” Zhao Fanggang masasının çekmecesini karıştırmaya başladı.
Bu sırada Tang Yuhui, onların konuşmalarını duyuyordu.
“O üniversitedeyken de böyleydi. Çok çalışınca bronşiti hemen nüksederdi. Ama şimdi üniversiteye kıyasla çok daha kötü.” Kendi kendine konuşuyordu, kime söylediği belli değildi.
Zhao Fanggang, çekmecesinden birkaç tane hatmi çiçeği buldu ama tam o sırada önemli bir telefon alınca Tu Xiaoning'e seslendi.
“Xiaoning, şu çayı demleyip patrona götürsene. Üç tane yeter, fazla koyarsan çok su çeker.”
Tu Xiaoning tam almak üzereyken Tang Yuhui öne atıldı.
“Sen işine bak, ben hallederim.”
Tu Xaoning havada kalan elini sessizce geri çekti. Ardından Tang Yuhui’nin çayı demleyip Ji Yüheng’in odasına götürüşünü izledi.
Tang Yuhui içeri girerek yumuşak bir sesle konuştu. “Sen de kendine hiç dikkat etmiyorsun...”
"Sorun değil, sen işine dönebilirsin." dedi.
Tu Xiaoning gözlerini bilgisayar ekranına çevirdi. Masasına vurana kadar Rao Jing’in ona seslendiğini duymadı.
"Hey, Tu Xiaoning!"
"Rao abla."
"Müşterilerle iletişime geçip eylül ayı raporlarını toplamanı istiyorum, geçen çeyreğin kredi sonrası denetimi için hazırlık yapacağız."
"Tamam."
Mesai bitiminde Tu Xiaoning’in annesi aradı. Balayı tatillerinin bittiğini ve artık yakın akrabalar için küçük bir yemek düzenlemeleri gerektiğini söyledi. O ve Baba Tu, bunu memleketlerinde birkaç masa kurarak basitçe halletmeyi planlıyorlardı.
"Bu konuyu eve dönünce Yuheng ile konuşurum ama şu sıralar biraz meşgul." dedi annesine.
"Ben günü ayın sonu olarak belirledim. Uğurlu bir gün, üstelik cumartesiye denk geliyor. Hem sizin için de çok zaman almaz."
"Anladım, ama o son zamanlarda eve hep geç geliyor. Konuşacak vakit bile bulamıyoruz."
"Ona kendine dikkat etmesini söyle. İşin sonu yok, kendini çok yormasın. Sen de ona karşı daha anlayışlı ol, eskisi gibi sadece kendini düşünme."
"Biliyorum." dedi, sonra annesini durdurdu. "Anne, çocukken öksürdüğümde portakalın içine tuz koyarak bir şeyler yapıyordun, değil mi?"
"Evet, taze bir portakal al, üçte birini kesip içine tuz koy, sonra buharda pişir. Neden sordun? Kim öksürüyor?"
Tu Xiaoning başını eğdi. "Yuheng dün üşütmüş olabilir, bugün bronşiti tuttu. Onun için doğal bir yöntem denemek istedim."
"Ne? Bronşiti mi tuttu?"
Tu Xiaoning daha fazla açıklama yapmadı, sadece yöntemi ayrıntılı sordu ve ardından markete portakal almaya gitti.
İndirimde portakallar vardı. Eskiden olsaydı kesinlikle indirimli olanları alırdı ama bugün bir an duraksadı ve daha pahalı olan ithal portakallardan birkaç tane seçti.
Eve döndüğünde kayınvalidesine portakal isteyip istemediğini sordu.
"Portakal mı aldın?"
"Evet, oldukça tazeler."
"O zaman biraz yiyelim."
Kayınvalidesi nadiren iştahlı olurdu. Tu Xiaoning portakalları küçük parçalara ayırıp ona elleriyle yedirdi.
Kayınvalidesi çok fazla yemedi ama yine de "Gerçekten tatlı." diye iç çekti. Bir süre sonra da "Yuheng artık eve gittikçe daha geç geliyor. Daha yeni evlendiniz ama seni ihmal ediyor, bir de üstüne benimle ilgilenmek zorunda kalıyorsun." dedi.
Tu Xiaoning onun ağzını nazikçe sildi. "Anne, böyle söylemeyin. Bundan sonra ben de sizin kızınızım."
Kayınvalidesi elini kaldırıp Tu Xiaoning’in yüzünü okşadı, dokunuşu biraz soğuktu. "İyi kalpli kızım benim, biliyorum." Gözleri giderek yumuşadı. "Bir gün torun sahibi olabilecek miyim acaba?"
Tu Xiaoning’in yüzü kızardı. Kayınvalidesi onun yanlış anlayacağını düşünerek hemen açıkladı.
"Sadece öylesine söyledim. Siz acele etmeyin, her şey doğal akışında ilerlesin. Ama Yuheng’in bu kadar yoğun çalışıp, sigara içip alkol alarak sağlıklı bir bebek sahibi olması zor."
"Onun dikkat etmesini sağlayacağım." Tu Xiaoning kayınvalidesiyle bir süre daha sohbet etti. Onun uykuya daldığını görünce odadan çıktı.
O gün öğleden sonra bankada orta kademe yöneticilerin toplantısı vardı ve toplantının ardından bir yemek organizasyonu yapılmıştı. Bu yüzden Ji Yuheng’in yine erken gelmeyeceğini düşündü.
Ama onun öksürüğünü düşününce bir türlü uykuya dalamadı, yatakta dönüp durdu.
Zhao Fanggang’ın arkadaşı ara sıra mesaj atıyordu. Ya hiç yanıt vermiyor ya da çok kısa cevaplar veriyordu. Bir yandan da onu nasıl nazikçe geri çevireceğini düşünüyordu. Evli bir kadın olarak başkalarının ilgisini istemiyordu ama aynı zamanda Zhao Fanggang’ın itibarını zedelemek de istemediği için arada kalmıştı.
Saat on birde kapının kilidi açılınca telefonunu bırakıp kalktı. Terliklerinin tekini bulamayınca tek ayağında terlikle odadan fırladı.
"Geldin mi?"
Ji Yuheng arabasının anahtarını portmantoya bıraktı ve onun tek terlikle durduğunu gördü.
"Hâlâ uyumadın mı?"
Tu Xiaoning başını salladı ve ona doğru yürüdü. Üzerinde hafif bir alkol kokusu vardı.
"İçki mi içtin?"
"Senin terliğin nerede?"
İkisi aynı anda konuşunca Tu Xiaoning önce cevapladı. "Sanırım yatağın altına kaçırmışım, uzanıp alamadım."
Ji Yuheng kendi terliğini ona verdi, sonra ayakkabı dolabından kendine yeni bir çift çıkardı. Öksürüğünü bastırmaya çalışıyordu.
"Öksürüğün varken içki içme." Tu Xiaoning, onun kolundaki ceketini almak için uzandı.
"Genel merkezden gelenler vardı, içmemezlik yapamazdım." Ji Yuheng annesinin odasına bir göz attı. "Annem uyudu mu?"
Tu Xiaoning başını sallayarak cevap verdi. "Bugün iştahı da iyiydi, biraz meyve yedi."
"Yakında bir sonraki kemoterapiye başlayacak, yine çok zorlanacak." Ji Yuheng hafifçe öksürerek konuştu, yüzü sıkıntılı görünüyordu.
Tu Xiaoning onun ceketini düzgünce askıya astıktan sonra ona yaklaştı ve sırtına hafifçe dokundu. "Annem çok güçlü."
Dik duruşu bir an kasıldı, tekrar öksürmek istiyordu ama annesini uyandırmamak için kendini tutuyordu.
Belli ki çok kötü hissediyordu. Nefesini tutarak öksürüğünü bastırmaya çalıştıkça yüzü kızardı. Onun her boğuk öksürüğü Tu Xiaoning’in içini sızlatıyordu.
Ayak parmaklarının ucunda yükselerek nazikçe onun kravatını gevşetti. Tam bir eş gibi sabırla ve şefkatle, "Pijamalarını hazırladım. Önce bir duş al." dedi.
Ji Yuheng’in gözlerinde derin bir ışıkla doldu. Kısa bir duraksamanın ardından banyoya girdi.
Tu Xiaoning onun duş almasını fırsat bilerek mutfağa gitti. Annesinin tarifine göre, tuzlu suya yatırdığı portakalları çıkardı, kurulayarak üçte birini kesti. Geri kalan üçte ikisinin içine çubukla delikler açtı ve her birine biraz tuz serpti. Son olarak, kestiği parçayı tekrar üstüne kapatıp kürdanla sabitledi ve bir kaba koyarak buharda pişirmeye başladı.
On beş dakika sonra Ji Yuheng banyodan çıkarken portakal da hazırdı.
Yuheng, kapıdan çıkar çıkmaz mutfaktan gelen hafif portakal kokusunu aldı. İçeri baktığında, Tu Xiaoning’in ocağı kapattığını gördü. Biraz sonra elinde bir kâseyle arkasını döndü. Onu görünce, "Tam zamanında." dedi.
Portakalın üzerindeki kürdanları tek tek çıkarmaya başladı. "Çocukken ben de bronşit olmuştum. Annem bana bu yöntemi uygulardı, birkaç gün içinde iyileşmiştim. Sen de bir dene."
Başını eğerek dikkatlice kâseye baktı. Bir kürdan biraz derine girmişti, çubukla çıkaramayınca eliyle aldı. Ama sıcak buhar eline çarpınca aniden irkildi.
Yine de yanmadı, çünkü Ji Yuheng hemen elini tutmuştu. "Dikkat et." diye uyardı, gözleri hâlâ onun parmaklarındaydı. "Yanmadın, değil mi?"
Tu Xiaoning başını iki yana salladı. İkisi birbirine çok yakındı, Bali'den döndüklerinden beri bu kadar yakın olmadıkları hissine kapıldı. İş saatleri dışında onu görmek zaten pek kolay olmuyordu.
Ona baktı, aslında çok uzun zaman geçmemişti ama sanki uzun süredir böyle dikkatlice bakmamış gibiydi. Ağzını açıp bir şeyler söylemek istese de kelimeler boğazında düğümlendi. Sonunda sadece, "Hadi ye, soğursa güzel olmaz." dedi.
"Hımm." diyerek yanıtladı adam. Oturup bir lokma aldı ama kaşları hafifçe çatıldı.
"Yoksa tuzu fazla mı olmuş?" diye sordu, ardından onun yediği parçayı alıp kendisi de tattı. Anında yüzünü buruşturdu, inanılmaz acıydı. Gerçekten fazla tuz koymuştu.
"Bunu yeme, ben yenisini yapayım." dedi ve kasesini almak için uzandı ama adam onu durdurdu.
"Zaten tuzla pişirilen portakal başlı başına garip bir tat."
"Ama bu kadar acı olmamalı!"
"O kadar da kötü değil." dedi adam, kalan portakal parçalarını kaşıklayarak yedi.
Tu Xiaoning iç çekerek ona bardak sıcak su doldurdu ve masaya eğilerek sessizce onu izlemeye başladı. Son lokmasını yiyene kadar gözünü ondan ayırmadı.
Bardaktaki sıcak suyu onun kasesine boşalttı, buharı tüten portakalın suyunu biraz seyreltti ve kaşıkla karıştırırken, "Bu suyun özü, en önemli kısmıdır. Acı olacak ama ilaç içiyormuş gibi düşün, idare et." diyerek kaseyi ona uzattı.
Yuheng uzattığı kaseyi alıp içti. Boğazından aşağı akan acı tat, damağında hafif bir tatlılık bıraktı.
Tu Xiaoning merakla sordu, "Çok mu kötü?"
Yuheng elindeki kaseyi masaya koyduktan sonra onu kendine çekip kucağına oturttu. Eğilip kulağına fısıldadı.
"Teşekkür ederim."
Tu Xiaoning başını onun göğsüne yasladı. Gözlerini kapatıp kısa bir süre huzurla bekledikten sonra başını kaldırıp ona baktı ve onun sözlerini tekrarlayarak yanıt verdi:
"Bizim aramızda resmiyete gerek yok, değil mi??"
Onun nefesini boynunda hissediyordu ve içtiği alkolün hafif kokusu gözlerinin hafifçe bulanıklaşmasına neden oluyordu.
Onu kollarına alıp odalarına doğru taşırken Tu Xiaoning boynuna sıkıca sarıldı, kalbi hızla çarpıyordu. Dudaklarını dudaklarına bastırdığında, tekrar o acı tadı aldı.
"Cidden çok acıymış." diye fısıldadı.
Yuheng, "O kadar da kötü değil." dedi ve dudaklarını tekrar öpüşüyle esir aldı.
O gece, kendini onun sıcak ve güçlü kollarında kaybetti.
Gecenin bir yarısı yarı uykulu haldeyken, sanki bir şey arıyormuş gibi elini uzattı.
Yuheng elini tutunca gözlerini araladı. Onun yanında olduğunu görünce yan dönüp göğsüne sokuldu ve uykulu bir sesle "Kocacığım..." diye mırıldandı.
Yuheng onun uyandığını düşündü. "Hı?" diye karşılık verdi.
Tu Xiaoning sadece ona biraz daha sokuldu ve hafifçe fısıldadı.
"Seni uzun zamandır görmemiş gibiyim."
Ji Yuheng kollarını ona biraz daha sıkı sardı. "Gün içinde görüşmedik mi?"
Başını salladı. "O farklıydı."
"Nesi farklı?"
Tu Xiaoning, başını onun göğsüne gömüldü ve yine fısıldayarak, "Farklı işte..." dedi ve derin bir uykuya daldı.
Ji Yuheng, onun uyurkenki çocuksu yüzüne baktı ve narin vücudunu kollarında sarıp sarmaladı. Artık uykulu hissetmiyordu.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder