Hidden Marriage in the Office - 47. Bölüm (Türkçe Novel)

Bu sırada bir başka yabancı çift yanlarına geldi. Adam, Jiyuheng’e yaklaşıp fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sordu. Kısa bir konuşmanın ardından Ji Yuheng adamın kamerasını aldı.
Konu böylece kapanmış oldu. Tu Xiaoning, çiftin fotoğraf çekilmesi için kenara çekildi. Çift, ona gülümseyerek birçok samimi poz verdiler.
Tu Xiaoning, onları izlerken hafifçe iç çekti. Orta yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen hâlâ birbirlerine böylesine âşıklardı. Gençliklerinde ne kadar derin bir sevgi yaşadıklarını hayal etmek zor değildi.
Çekimler tamamlanınca Tu Xiaoning kibarca onlara gülümsedi ve tam ayrılacakken, Ji Yuheng’in çiftle konuşmaya devam ettiğini fark etti. Bir süre sonra adam, Ji Yuheng’in telefonunu aldı.
Tu Xiaoning ona yaklaşıp sordu. "Gitmiyor muyuz?"
Ji Yuheng onun yanında durarak, "Fotoğraf çektirmek istemiyor muydun?" dedi.
Parlak güneş ışığı kısmen engellenmiş gibiydi. Tu Xiaoning başını kaldırıp ona baktı.
Yabancı çift, "Hazır mısınız?" diye sordu. Ji Yuheng onlara "Evet" işareti yaptı ve diğer koluyla Tu Xiaoning’in omzunu kavradı. Pozları, tıpkı yeni evli bir çift gibi samimiydi.
Tu Xiaoning'in hâlâ ona baktığını fark eden Ji Yuheng, hafifçe çenesini sıkarak bakışlarını öne çevirdi. Sonra başını okşayıp, "Kameraya bak, bana değil." dedi.
Tu Xiaoning bir kez daha onun kollarına çekildi. İkisi birbirine iyice yakınlaşınca kamera art arda birkaç kez "klik" sesi çıkardı.
Yabancı çift, çekimleri tamamladıktan sonra telefonu Ji Yuheng’e geri verdi. Karşılıklı vedalaşıp yollarına gittiler.
Tu Xiaoning hızla telefona yaklaşıp fotoğraflara baktı. Ama ne kadar bakarsa baksın, kendini çok çirkin buluyordu.
"Bu fotoğrafta gözlerin neredeyse kapalı, silsek mi?"
Onun kendisini kötü bir halde görmesini istemedi nedense.
Ama o sadece birkaç saniye baktıktan sonra telefonu cebine koyup yürümeye devam etti. Pirinç tarlalarına tırmanmaya hazırlanıyormuş gibiydi.
Tu Xiaoning hızla peşine takıldı, kolunu tutup hafifçe salladı. "Sil hadi." Ama sesi biraz şımarık bir tonda çıkmıştı.
O, aniden onu kendine çekerek uyardı. "Dikkatli yürü, burası tamamen taraçalardan oluşuyor."
Tu Xiaoning, bunun üzerine onun koluna tutundu. O anda buradaki pirinç tarlalarının Çin'dekilerden farklı olduğunu fark etti—hem yüksek hem dikti. Eğer dikkat etmezse düşmesi işten bile değildi.
Bugün giydiği uzun etek ve sandalet, fotoğraf çekmek için harika olsa da tırmanmak için hiç uygun değildi. Ancak Ji Yuheng’in oldukça hevesli göründüğünü fark edince onun keyfini kaçırmak istemedi ve onunla birlikte tırmanmaya devam etti. Fakat yolun yarısına geldiğinde bacakları titremeye başlamıştı. Keşke tırmanışın bu kadar zor olacağını bilseydi de spor ayakkabı giyseydi. Şimdi ise ne geri dönebilir ne de devam edebilirdi.
Ji Yuheng sırt çantasından bir şişe su çıkarıp ona uzattı. "Su ister misin?"
Tu Xiaoning başını salladı ama ayaklarının acısını hissediyordu. Eğilip baktığında, sandaletinin kayışlarının ayağının arkasında iz yaptığını fark etti. Üstelik bir tanesi derisini tahriş bile etmişti.
'Ne kadar hassassın.' İçinden kendisini küçümserken, sadece biraz dinlenmek istedi ama oturacak uygun bir yer bile yoktu. Bu yüzden hafifçe çömeldi.
Ji Yuheng suyunu içtikten sonra ona doğru ilerledi. Uzun boyuyla güneş ışığını keserek onun üzerine bir gölge düşürdü.
"Rahatsız mı hissediyorsun?"
Tu Xiaoning başını hızla sallayarak ayağa kalktı. Ama onun bu ani hareketini fark eden Ji Yuheng, hafifçe eteğini kaldırdı ve yaralı ayaklarını gördü.
O an, onun sandalet giydiğini fark etti.
"Yürüyebilirim, sadece burası biraz dik olduğu için yavaş gitmem gerekecek." dedi Tu Xiaoning.
Ji Yuheng ona elini uzattı. Elini tutacağını düşünerek kendi elinin uzattığında, Ji Yuheng sadece hafifçe parmaklarını sıktı. Fazla duygusal düşündüğünü fark edince biraz mahcup oldu ve elini hızla geri çekerek yürümeye devam etti.
Ama Ji Yuheng hemen arkasından yetişti ve hafifçe eğildi. "Sırtıma çık."
Tu Xiaoning şaşkınlıkla duraksadı. Onun sırt çantasını öne kaydırdığını görünce, gerçekten onu taşımak istediğini anladı.
Güneş hâlâ tepede yakıcı bir şekilde parlıyordu. Ji Yuheng ona döndü. "Yoksa güneş banyosu yapmaya devam mı edeceksin?"
Tu Xiaoning, onun boynunun önceden bembeyaz olan teninin şimdi kızarmaya başladığını fark etti. "Güneş kremi sürmedin mi?" diye sordu.
"Ben öyle şeyler kullanmam." (Ç.N: Ne demek ben öyle şeyler kullanmam ya? Sanki makyaj yapmadın mı dedi kız. Herkes güneş kremi sürsün arkadaşlar. Yaşlanma zart zurt dışında cilt kanseri riskini azaltmak için gerekli. Çevrenizdeki herkesi de gerekirse zorlayın. Yaz kış dışarı çıkmadan o güneş kremleri sürülsün.)
O hâlâ tereddüt ederken Ji Yuheng doğrulmak üzereydi. "Sırtıma gelmek istemiyorsan kucağımda da taşıyabilirim, ne dersin?"
Bu sözleri duyunca etraftaki insanlara bir göz attı. Çok fazla kişi vardı! Hemen uslu uslu sırtına çıktı. "Sırt yeterli olur."
Onun boynuna sıkıca sarılırken kalbi düzensiz atmaya başladı.
Onun sırtında taşınırken bile dikkat çekiyorlardı. Gelen geçen turistlerin, kimisi gülümseyerek kimisi imrenerek onlara bakıyordu. Tu Xiaoning’in yüzü utançtan kıpkırmızı oldu, geniş şapkasının kenarını aşağı çekerek kendini saklamaya çalıştı.
Ancak, onun sırtındaki sıcaklığı hissederken içinde tuhaf bir huzur buldu.
Arabaya döndüklerinde Ji Yuheng’in alnı ter içinde kalmıştı. Tu Xiaoning çantasından bir ıslak mendil çıkarıp uzattı. "Terini sil."
O, mendili alıp başını koltuğa yasladı ve mendili doğrudan yüzüne koydu. Sanki serinlemeye çok ihtiyacı varmış gibiydi. O sırada, boynundaki kızarıklık daha da belirginleşmişti. Açıkça güneş yanığı olmuştu.
Tu Xiaoning bir mendil daha çıkarıp nazikçe boynuna koydu. Onun hareketini fark eden Ji Yuheng, yüzündeki mendili indirdi.
"Acıyor mu?" diye sordu Tu Xiaoning.
"Bir şey hissetmiyorum." Ama gözleri onun ayaklarına kaydı. "Peki, senin ayakların nasıl?"
"Artık acımıyor."
"Yürüyebilir misin?"
"O kadar da narin değilim."
"Akşam otelde buzla kompres yap."
"Tamam."
Tu Xiaoning pencerenin dışına baktı. "Şimdi nereye gidiyoruz?"
"Öğle yemeğine."
Saat neredeyse bire gelmişti, gerçekten de biraz acıkmıştı.
"Ne yiyeceğiz?" diye sordu merakla.
"Crispy Duck (Kızarmış Ördek)."
Crispy Duck, Bali'nin ünlü yemeklerinden biriydi. Buradaki ördekler pirinç tarlaları arasında yetiştirildiğinden içtikleri suları çok temizdi, bu yüzden ördekler yağlı ve lezzetli oluyordu. Kızartılıp ızgarada pişirildiği için dışı gevrek ve koyu renkteydi. Bu yüzden “Crispy Duck” olarak adlandırılıyordu.
Gittikleri restoran suyun üzerine inşa edilmiş bambu kulübelerden oluşuyordu. İçeri girdiklerinde yere bağdaş kurarak oturdular. Son derece rahatlatıcı bir atmosfer vardı.
Tu Xiaoning, yemeğini bitirdikten sonra suya yem attı. Hafif bir meltem yüzünü okşuyordu, çok huzurluydu. Saçları rüzgârla dağıldığında, eliyle düzeltti ve o sırada Ji Yuheng’in ona baktığını fark etti.
Boynundaki güneş yanığı hafifçe soyulmaya başlamıştı. Tu Xiaoning çantasından güneş koruyucu sprey çıkardı.
"Birazdan sen de sıkmalısın." Önce kendisine bolca sıktı.
"Benim ihtiyacım yok."
"Sırf yakışıklısın diye bu kadar rahat davranamazsın. Eğer kömür gibi yanarsan, annen beni suçlamaz mı?" Tu Xiaoning spreyi çalkalayarak yanına yürüdü. "Gözlerini kapat."
Onun yüzünde açıkça bir reddetme ifadesi vardı. Tu Xiaoning elini uzatarak gözlerini kapatmaya zorladı. "Bari biraz sür, sonuçta yüzünle geçiniyorsun."
Ji Yuheng onun elini aşağı çekti. "Kim yüzüyle geçiniyor?"
Tu Xiaoning alttan alarak güldü. "Ben, ben geçiniyorum." Ve sonra doğrudan spreyi sıktı.
Bu zorla yapılan uygulama yüzünden Ji Yuheng artık güneş kremlerinden iyice nefret etmişti. Ubud Sarayı’na vardıklarında hâlâ cildinin yapış yapış olduğunu söylüyordu.
Tu Xiaoning içinden söylenmeden edemedi: 'Bazen heteroseksüel erkekler gerçekten çok zor memnun ediliyor. Neyse, bırak bundan sonra sürmesin. Güneşte kararınca bakalım kim hâlâ ona bakacak?'
Ubud Sarayı’na ilk geldiğinde burayı devasa sanmıştı. Ama baştan sona sadece yirmi dakikada gezmişlerdi. Beklediği kadar etkileyici değildi.
"Bizim Çin’deki Yasak Şehir daha görkemli." diye övündü.
Ama Ji Yuheng taş duvarlara bakarak derin bir sesle, "Her ülkenin tarihi farklı. Belki bir zamanlar burası da Yasak Şehir gibi ihtişamlıydı. Savaşlar, değişimler ve kanlı olaylar yaşandı." dedi.
Tu Xiaoning keyifle sohbet etmelerinin mümkün olmadığını hissederek hafifçe iç çekti. "Siz entelektüeller hep derin konuşuyorsunuz."
Sonra elindeki güneş şapkasını evirip çevirmeye başladı.
"Burası sana sıkıcı mı geldi?" diye sordu Ji Yuheng.
"Sol ayağım içeri girdiği gibi sağ ayağım dışarı çıktı, buranın pek de görülecek bir yanı yok." Ne yazık ki yüzeysel biri olduğunu itiraf etmekten çekinmiyordu. Saray entrikalarını konu alan dizileri de hiç sevmezdi, çünkü o tür mücadeleler fazla kafa yoruyordu.
"Yakınlarda Ubud Pazarı var, oraya gidelim mi?"
Tu Xiaoning alışverişe çıkarsa gereksiz harcamalar yapacağını düşündü ve hızla şapkasını takıp, "Hayır, sen sabah bir parktan bahsetmiştin." dedi.
"Kutsal Maymun Ormanı."
"Uzak mı?"
"Çok yakın."
Gerçekten de çok yakındı, araçla kısa bir süre içinde oraya vardılar. Arabadan inmeden önce, şoför onlara buradaki maymunların insanlardan korkmadığını ve insanların yiyeceklerini çaldıklarını söyledi. Çantayla içeri girmemek ve onlara bakmaktan kaçınmak en iyisiydi çünkü bu onların tehdit altında hissetmelerine ve sonra insanlara saldırmalarına neden olabilirdi.
Ji Yuheng çevirisini yaptıktan sonra Tu Xiaoning hemen çantasını arabada bırakıp yalnızca değerli eşyalarını aldı.
Biletlerini alıp içeri girdiklerinde bir görevli, parkın bir saat içinde kapanacağını hatırlattı.
Tu Xiaoning bu yüzden farkında olmadan yürüyüş temposunu artırdı. "Hiç maymun göremiyorum?" dedi bir süre ilerledikten sonra.
Ancak çevresi gerçekten çok güzeldi. Ağaçlarla çevriliydi, tam anlamıyla bir doğal oksijen deposuydu.
Tu Xiaoning temiz havayı içine çekti ve kendini anında huzurlu hissetti. Bilgisayar başında çalışan biri olarak doğayla böyle iç içe olmayı uzun zamandır deneyimlememişti.
Köprünün üzerinde biraz daha durup uzaktaki akarsuyu izledi. İç dünyası da köprünün altındaki göl gibi yavaşça duruluyordu.
Tam o sırada hafif bir esinti göl yüzeyinde dalgalar oluşturdu. Tu Xiaoning arkasını döndü ve Ji Yuheng'i aradı. Onun köprünün korkuluğuna yaslanıp dinlendiğini gördü.
Güneş, yaprakların arasından süzülerek yere düşüyor, ışık ve gölge birbiriyle iç içe geçerek onun üzerinde birleşiyordu. Yalnızca durduğu yerde bir sanat eseri gibi görünüyordu. hem göz kamaştırıcı hem de ulaşılmaz bir siluet çiziyordu.
Bulutlar sakin, rüzgar hafifti, güneş gölgeye eşlik ediyordu. Tu Xiaoning bu sahneyi izlerken, içinden sanki ince bir güneş ışığı süzülüp bedenine dolmuş gibi hissetti. İçindeki bir şey aydınlanıyordu.
Tam o anda, hışır hışır yaprak sesleri yükseldi. Yakındaki hayvan sesleri sessizliği bozdu. Tu Xiaoning hafifçe gerildi ve çevresine bakındı.
Arkasını döndüğünde Ji Yuheng'in çoktan ona doğru geldiğini fark etti. O kadar yakındı ki nefesini hissedebiliyordu.
"Maymunlar." dedi.
Tu Xiaoning başını kaldırıp ona baktı ama sadece çenesini görebiliyordu.
"O zaman gidelim, bakalım." dedi ve ileriye doğru yürüdü. Kısa süre içinde Ji Yuheng'in ona yetiştiğini duydu.
Çok geçmeden maymunlar ortaya çıktı. Tu Xiaoning yavrularını taşıyan birkaç anne maymunu gördü. Gerçekten de insanlardan korkmuyor, hatta gelip yiyecek istiyorlardı.
Tam bir anne ve yavru maymunun fotoğrafını çekecekken, Ji Yuheng onu hafifçe geri çekti.
"Flaşını kapat." dedi.
Tu Xiaoning o an flaşını kapatmayı unuttuğunu fark etti. İyi ki uyarmıştı.
Yolda yürürken birkaç kare daha çekti. Ji Yuheng yalnızca arkasında sessizce yürüyordu.
O sırada, yalnız başına oturan minik bir maymun gördü. Henüz birkaç aylık olmalıydı; tüyleri seyrek ve yumuşaktı. Küçük pençeleriyle fıstık kabuğunu kemiriyordu. Son derece sevimliydi.
Tu Xiaoning'in içi eridi ve onu arka arkaya fotoğraflamaya başladı.
"Küçük dostum, annen nerede?" diye sordu eğilerek. Küçük maymun yalnızca kocaman gözleriyle ona baktı.
O bakışla içi iyice ısındı. Telefonunun kamerasını yakınlaştırıp sevimli bir portre çekmek istedi.
Tam o anda, arkasından bir kızın çığlığı yükseldi. Aniden irkildi ve dönüp bakmak üzereyken Ji Yuheng tarafından hızla kucaklandı.
Aynı anda, bir anne maymun hızla arkadan atılıp yavrusunu kucakladı. Tu Xiaoning'e doğru dişlerini göstererek tehditkar bir şekilde bağırdı.
Hiçbir şey yapmamış olan Tu Xiaoning, neye uğradığını şaşırdı. Ji Yuheng onu birkaç adım geriye çekti ve açıkladı.
"Anne maymunlar yavrularını koruma içgüdüsüyle hareket ederler. Seni onun için bir tehdit sandı."
"Öyle mi?" Tu Xiaoning şaşkınlıkla mırıldandı ve onunla birlikte biraz daha geri çekildi.
Tu Xiaoning uzaklaştığında, anne maymunun öfkesi de yatıştı. Yavrusunu sıkı sıkı tutarak hızla bir ağaca tırmandı.
Onların gidişini izleyen Tu Xiaoning rahat bir nefes aldı. Tam o sırada arkalarında bir grup turistin toplandığını fark etti. Hepsi onları izliyordu.
Neler olduğunu anlamaya çalışırken, Çinli bir kız ellerini ağzına götürerek hafifçe titreyen bir sesle konuştu.
"O... o maymun onu ısırdı!"
Tu Xiaoning gözleri büyümüş bir halde hemen Ji Yuheng'e döndü. Onun koluna baktığında gerçekten bir yara gördü. Küçük bir ısırık izi vardı ve kan sızıyordu.
"Sen... sen ısırıldın mı? Az önce mi oldu?"
Ji Yuheng yalnızca, "Önemli değil." diye karşılık verdi.
"Ne demek önemli değil? Kanıyor!" Tu Xiaoning, damlayan kanı görünce iyice panikledi.
Yakındaki görevliler olayı fark edince hemen yanlarına gelip İngilizce olarak burada bir revir olduğunu ve yaraya müdahale edebileceklerini söylediler.
Tu Xiaoning'in aklındaki her şey silinmişti. Onu elinden çekip revirin yolunu tuttu.
Revirde neler söylendiğini pek anlamasa da öncelikle yaranın alkolle temizlendiğini gördü. Ji Yuheng'in hiç yüzünü bile ekşitmemesi onu daha da şaşırttı.
Yanında dururken bile Tu Xiaoning'in içi burkuluyordu. Sanki o yara kendi tenine açılmış gibi hissetti. Temizleme pamuğu yaranın üzerinde gezindikçe, acısı içine işledi.
Yorumlar
Yorum Gönder