Hidden Marriage in the Office - 35. Bölüm (Türkçe Novel)

Tu Xiaoning bugün iş çıkışı Ji’nin annesini hastanede ziyaret etmeyi planlıyordu.

Ancak şirketten henüz çıkmıştı ki Lu Sijing ile karşılaştı. Onunla yeniden karşılaştığında kendisini önceki buluşmalarına kıyasla daha sakin hissettiğini fark etti.

"Xiaoning." Lu Sijing doğrudan yanına yaklaştı.

"Dr. Lu, yoksa geçen sefer söylediklerim yeterince açık değil miydi?" diye sordu Tu Xiaoning.

"Tek istediğim bana bir şans daha vermen. Son bir kez, lütfen." Lu Sijing’in alçak ses tonunda çaresizlik vardı.

Etrafta mesai çıkışı geçen iş arkadaşlarının meraklı bakışları hissediliyordu. Tu Xiaoning başını hafifçe eğip dikkatlerden kaçmak ister gibi fısıldadı. "Dışarıda konuşalım."

"Yakında bir Starbucks var, oraya gidip otursak olur mu?" Lu Sijing onun için işleri zorlaştırdığını biliyordu ama elinde başka seçenek kalmamıştı. Ne telefonunu biliyordu ne de Ling Weiyi’den destek alabiliyordu. O bile onu engellemişti. Tek çare, onun iş yerinin önünde beklemek olmuştu.

Tu Xiaoning bir şey demedi, sadece "Önce dışarı çıkalım." diyerek ilerledi. İş yerinden uzaklaştıklarında durdu ve ekledi. "Burada konuşalım."

Lu Sijing ona baktı. "Sadece sıradan bir arkadaş olarak seni bir kahveye davet etsem bile mi olmaz?"

Tu Xiaoning lafı uzatmadan "Olmaz." dedi.

"Xiaoning, bu kadar taş kalpli olmak zorunda mısın?"

Tu Xiaoning caddede hızla akan arabalara bakıp ardından başını yana çevirerek onun gözlerine dik dik baktı. "Lu Sijing, ben evlendim."

Lu Sijing uzun bir süre donup kaldı. Tu Xiaoning konuşmasını sürdürdü. "Bu yüzden artık benimle vaktini harcama."

"Onu seviyor musun?" diye güçlükle sordu Lu Sijing.

Tu Xiaoning yalnızca şunu söyledi. "O olmasa bile seni sevmiyorum artık, Lu Sijing."

Lu Sijing’in yüz ifadesi karmakarışıktı.

Tu Xiaoning ise son derece ciddi bir ifadeyle konuştu. “Üç yıl önce olanlar olmasa bile biz yine de sonuca ulaşamazdık. Aramızdaki sorunlar fazlasıyla derindi. Üstelik üç yılın seni biraz daha olgunlaştıracağını sanmıştım ama pek öyle görünmüyor.”

“Onda seni çeken ne var?”

“Bana güven veriyor.”

Lu Sijing alaycı bir şekilde güldü. “Bu gösterişli dünyada onun sana hep sadık kalacağını mı sanıyorsun? Diyelim ki o sadık kalacak, peki ya bir gün kollarına atılmaya hazır olanlar çıkarsa? Gerçek güven istiyorsan onun gibi birini seçmemeliydin.”

“Eğer evlilik öncesinde bile güven yoksa evlilik sonrasında nasıl olabilir dimi?”

Bu karşılık Lu Sijing’i susturdu.

Tu Xiaoning adım atarak aralarındaki mesafeyi açtı. “Bırak artık, Lu Sijing. Geri dönüş yok.”

“Arkadaş bile olamayacak mıyız?” diye sonunda o da hareket etti.

Tu Xiaoning mesafesini koruyarak karşılık verdi. “Daha önce de söylemiştim. Ayrıldıktan sonra arkadaş kalmak mümkün değil, sadece yabancı olabiliriz.”

Lu Sijing acı bir tebessümle başını eğdi. “Evet, bunu daha önce söylemiştin.”

“Benim işim var, gitmem gerek.” Tu Xiaoning başını eğip yürümeye başladı, vedaya gerek duymadan uzaklaştı.

Lu Sijing onu takip etmeyi düşündü ama tam o sırada hastaneden gelen bir telefon aldı. Mecburen olduğu yerde durdu ve yalnızca acı dolu gözlerle onun uzaklaşmasını izledi.


***


Tu Xiaoning metro istasyonuna doğru yürürken kulaklarında rüzgar uğuldayarak saçlarını ve karışık düşüncelerini birbirine kattı.

Aniden arkasından bir araba kornası korunca irkildi. Geri dönüp baktığında Zhao Fangang’ın arabasını gördü.

“Güzellik, abin seni eve bıraksın mı?” Başını camdan çıkaran Zhao Fanggang her zamanki gibi laubali bir ifadeyle konuştu.

Tu Xiaoning hastaneye gitmenin onun arabasıyla uygun olmayacağını düşündü ve nazikçe reddetti. “Biraz işim var, Zhao abi. Metro ile giderim.”

“Tamam.” Zhao Fanggang daha fazla ısrar etmedi ama alaycı bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak sordu. “Az önce yol kenarında seninle konuşan çocuk, Rao Jing’in bahsettiği o genç sevgilin mi?”

Tu Xiaoning onu düzeltti. “Eski sevgilim.” Sonra şaşırarak sordu. “Bu kadar uzaktan nasıl gördün?”

Zhao Fanggang güldü. “Siz orada heykel gibi dururken nasıl görmeyeyim ki? Ben patronla birlikte çıkıyordum, o da gördü.”

Etrafta gürültü olsa da bu sözler Tu Xiaoning’in kulağına son derece net ulaştı.

Hastaneye vardığında Ji Yuheng çoktan gelmişti. Ne zaman geldiği belli değildi ama annesinin eşyalarını düzenliyordu. Tu Xiaoning yanına yaklaşıp sordu. “Taburcu mu oluyor?”

“Bu kemoterapi süreci şimdilik tamamlandı. Annem bir süre evde dinlenmek istiyor.” Ji Yuheng açıkladı.

Tu Xiaoning Ji’nin annesine baktı. “Anne, nasıl hissediyorsun?”

“Doktor olabilir dedi, sadece biraz eve gideyim.” Ji’nin annesi şu anda bir çocuk gibi eve dönmeyi dört gözle bekliyordu.

Tu Xiaoning tekrar Ji Yuheng’e baktı. O onaylayınca daha fazla sormadı ve başını eğip ona yardım etmeye başladı.

Yan yataktaki hasta gıpta ederek seslendi. “Wu öğretmen oğluyla ve geliniyle eve dönüyor ha?”

Ji’nin annesi nadir görülen bir mutlulukla gülümsedi. “Evet, bir dahaki sefere sana düğün şekerlerinden getiririm.”

Yan yataktaki hasta başını salladı. “Hadi çabuk gidin.”

Tu Xiaoning yürürken Ji’nin annesine destek oldu ve arabada da yanında oturdu.

Ji’nin annesi onun elini tutarak iç geçirdi. “Eve dönüyoruz.”

Tu Xiaoning onun elini sıkarak başını salladı. “Evet, eve dönüyoruz.”

Kadın ona sevgiyle bakıp saçlarını şefkatle okşadı. “Yeni mi yaptırdın saçlarını?”

Tu Xiaoning biraz mahcup bir şekilde başını kaşıdı. “Sadece bir değişiklik yapmak istedim. Eski halim biraz çocuksu görünüyordu.”

“Neresi çocuksuydu? Her halin güzel.” Ji’nin annesi fikrine katılmadı.

Tu Xiaoning şakacı bir şekilde dilini çıkardı. Ji’nin annesi gülümseyerek onun elini tekrar tuttu.

Siteye vardıklarında Ji Yuheng annesini yukarı taşıdı. Onların arkalarından bakarken Tu Xiaoning’in içi burkuldu. Bu yaşta keyif sürmesi gereken bir kadın hastalığın acısını çekiyordu.

Ji Yuheng'in eve girip annesini yatak odasına taşıdığını gören Tu Xiaoning’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Ji’nin annesi artık evde olduğuna göre bu gece... Ya annesiyle kalmak istediğini söylese nasıl olurdu?

Düşünceleri arasında kaybolmuşken Ji Yuheng odadan çıkmıştı bile.

“Şey, bu akşam ne yesek?” diyerek lafı değiştirmeye çalıştı. “Buzdolabında erişte varmış. Annen de artık sadece yumuşak şeyler yiyebiliyor değil mi? İstersen ben erişte yapayım.”

Ji Yuheng biraz şaşırmıştı. “Erişte yapabiliyor musun?”

Tu Xiaoning kollarını sıvadı. “Tabii ki! Daha önce yurtta arkadaşlarıma da yapmıştım, hepsi çok beğenmişti. Ama sonra yurt görevlisi indüksiyon ocağımı aldı.” Bunu anlatırken mutfağa yürüdü ve Ji Yuheng’in yerinde durduğunu fark edince ekledi. “Neyse, sen de biraz sebze yıkayabilir misin?”

Ji Yuheng, “Önce üstümü değiştireyim.” dedi.

“Tamam.”

Tu Xiaoning suyu kaynatmaya başladı. Çok geçmeden Ji Yuheng rahat bir ev kıyafetiyle mutfağa döndü.

İkisi de dün gece yaşananları konuşmadı. Tu Xiaoning başını eğip bir avuç erişte çıkarırken konuşacak bir şey bulmaya çalışıyordu. Ancak Ji Yuheng önce sözü aldı. “Şimdi annemin yapmak istediği ne varsa elimden geldiğince yerine getiriyorum. Kemoterapi zor bir süreçti ve eve dönmeyi çok istedi.”

Tu Xiaoning başıyla onayladı. “Doğru olan bu. Ama biz gündüzleri işteyken o yalnız mı kalacak?”

“Evde ilgilenecek bir bakıcı tuttum. Herhangi bir durumda hemen beni arayacaklar.”

“Anladım.” Tu Xiaoning onun ne kadar düşünceli davrandığını fark etti.

Su kaynadığında erişteleri içine attı. "Yumuşak mı yoksa sert mi seversin? Ben sert severim."

Ji Yuheng yan gözle ona baktı.

Tu Xiaoning hemen ne dediğini fark edip öksürerek düzeltmeye çalıştı. “Yani yumuşak erişte mi sert erişte mi?”

Ji Yuheng bakışlarını geri çekti. “Benim için fark etmez.”

Tu Xiaoning endişeyle erişteleri karıştırdı ama hâlâ sakinmiş gibi davranıyordu. “Öyleyse ben önce kendime bir kase alayım. Kalanı sana ve annene yumuşak pişiririm.”

Ji Yuheng yıkadığı sebzeleri doğradı ve “Anneme yumuşak yap, bana gerek yok.” dedi.

“Tamam.” Tu Xiaoning sebzeleri almak için uzandı.

Ancak Ji Yuheng uzun kollarını kaldırıp sebzeleri doğrudan tencereye attı. Ardından parmak uçlarıyla onun alnına hafifçe dokunarak, “Sadece ‘Tamam.’ mı diyebiliyorsun?” dedi.

Tu Xiaoning, parmaklarını alnına götürürken bu adamın taleplerinin gerçekten çok yüksek olduğunu düşündü. Burası iş yeri değildi sonuçta. Bugün onun sert tavırla kendisine çıkışmasını hatırlayınca istemsizce dudaklarını büzdü ve karşılık verdi. "O zaman bundan sonra hiçbir şey demem, olur biter."

Ji Yuheng bakışlarını makarna tenceresine çevirdi. "Emin misin? Şu an sert erişte yemeyi başarabileceğini düşünüyor musun?"

Tu Xiaoning hemen kendine geldi ve çabucak makarnayı almak için çubuklarını kullandı ama yükselen buhar elini yaktı.

Ji Yuheng, onu hafifçe geri çekip çubukları elinden kaptı. "Bu hızla sert erişte çoktan yumuşamıştır zaten."

Tu Xiaoning  sessizce yüzünü buruşturdu.

Gerçekten de erişte yumuşamıştı. Tu Xiaoning birkaç lokma aldıktan sonra yemeyi bıraktı.

"Niye yumuşak erişteyi sevmiyorsun?" diye sordu Ji Yuheng, karşısında otururken 

"Yumuşak erişte yediğimde sanki..." dedi ve onun devamını beklediğini görünce tamamladı. "kusacakmışım gibi hissediyorum."

Ji Yuheng çubuklarını masaya bırakıp yemeyi bıraktı.

Tu Xiaoning içinden zafer kazanmış gibi sevindi. Kim dedi sana merak et diye?

"Yemek siparişi ver." dedi aniden Ji Yuheng.

"Ne?" Tu Xiaoning şaşkına döndü. Yanlış mı duymuştu?

"Doymadım, dışarıdan yemek söyle."

"Sen dışarıdan yemek sağlıksız demiyor muydun?" diye sordu Tu Xiaoning bilerek.

Ji Yuheng soğuyan makarnayı alıp ana yatak odasına doğru yürürken "Tereddüt etmeye devam edersen az önceki sözümü geri alırım." dedi.

Tu Xiaoning hemen telefonunu aldı ama yine de sembolik olarak sordu. "Peki, ne yemek istersin?"

"Fark etmez."

Onun bu rahat tavrından cesaret alan Tu Xiaoning abartmadan kızarmış tavuk ve kola siparişi verdi. Ardından ana yatak odasına gitti.

Ji Yuneng'in annesinin birkaç lokma yedikten sonra yemeyi bıraktığını görünce Tu Xiaoning’in içi burkuldu.

Birkaç kağıt peçete alıp odaya girdi ve annesinin dudak köşelerini nazikçe sildi.

"Anne, erişte tatsız mı olmuş yoksa?" diye sordu endişeyle.

Ji Yuheng'in annesi başını iki yana salladı. "Benim iştahım yok, erişteyle ilgili değil." Ardından ekledi. "Siz sadece erişte mi yiyorsunuz? Karnınız doymaz."

Tu Xiaoning hemen durumu toparlamaya çalıştı. "Yemek siparişi verdim."

Ji Yuheng'in annesi iç çekerek "Siz zaten işte yeterince yoruluyorsunuz, eve gelip dışarıdan yemek yiyorsunuz... Ah keşke ben bu durumda olmasam da size yemek yapabilsem." dedi üzülerek.

Tu Xiaoning, onun üzülmesini istemediğinden hemen neşeli bir tavırla konuştu. "Yok canım, erken çıkarsak zaten kendimiz yemek yapıyoruz. Geç çıkarsak da annemin evine gidiyoruz." Ardından Ji Yuheng'e bakıp kaş göz işareti yaptı. "Değil mi, Ji Yuheng?"

"Hmm."

Bu cevaptan sonra Ji Yuheng'in annesi biraz rahatlamış görünüyordu. "O zaman güzelce yiyip erken yatın."

Tu Xiaoning tereddütle devam etti. "Anne, bu gece yanında kalayım mı? Gece kalkarken yardım gerekebilir."

Ji Yuheng'in annesi hafifçe gülümseyerek "Ah, çocuk... Şu anda iyiyim. Hem yeni evli bir çiftin ayrı uyuması olur mu hiç?" dedi.

Tu Xiaoning itiraz etmek istese de o sırada kapı zili çaldı. Muhtemelen sipariş gelmişti.

"Git yemeğini ye, ben uyuyorum artık." dedi Ji Yuheng'in annesi elini nazikçe onun eline koyarak.

“Tamam.” dedi Tu Xiaoning, yenilgiyi kabul etmiş gibi başını öne eğerek kapıya yöneldi.

Ji Yuheng annesininonun uykuya daldığından emin olduktan sonra odadan çıktı. Kapıyı dikkatlice kapatıp yemek odasına geri döndüğünde, bir elinde kızarmış tavuk diğer elinde kola tutan Tu Xiaoning’i gördü.

Kaşlarını hafifçe çatarak sordu. “Sadece bunu mu yiyorsun?”

“Sen ‘fark etmez’ demedin mi?”

“Ama sana abur cubur yemen gerektiğini söylemedim.” dedi ve ona doğru ilerledi.

Tu Xiaoning, onları elinden alacağını düşünerek iki eliyle yiyeceklerini korudu. “Ji Yuheng, sözünde durmuyorsun!”

Tu Xiaoning otururken Yuheng ayakta duruyordu ve bu açıdan bakıldığında adam oldukça baskın bir konumdaydı.

“Bana ne diye hitap ettin?”

Tu Xiaoning, ağzında hâlâ bir tavuk budu varken bir an duraksadı. Yoksa bu adam dün gece olanları unutmamış mıydı? Yutkunarak elindeki tavuğu ona uzattı. “İster misin? Harika kokuyor, bir lokmayla cennete uçarsın.”

Ji Yuheng dudaklarını hafifçe büzerek doğrudan banyoya yöneldi. “Abur cubur yemem.” dedi.

Tu Xiaoning burnundan soludu. Tavuk ve kola gibi güzel şeylerden mahrum bir ruhla yaşadığı için sıkıcı biri işte, diye içinden geçirdi. Adamın hayatı sadece iş, iş ve yine işti.

O gün Ji Yuheng banyoya ilk giden kişi oldu. Tu Xiaoning ise tavuk yemeye devam ederken banyo yapmış olan Ji Yuheng’in odasına gitmesini izledi. Keşke bütün gece burada tavuk yesem, diye düşündü.

Ağır hareketlerle yemeğini bitirip ortalığı toparladı. Ardından isteksiz adımlarla banyoya gidip yıkandı. En sonunda kaçamayacağını kabullenerek yatak odasına girdi.

Ji Yuheng yatağa yarı uzanmış halde kitap okuyordu. Yatağın başucundaki loş sarı ışık, yan profiline vuruyor ve onu bir sanatçının özenle çizdiği bir tablodan çıkmış gibi gösteriyordu. Bu görüntü Tu Xiaoning’in boğazının kurumasına neden oldu. İçindeki küçük ses hemen kendi yüzüne tokat atmaya başladı. 'Ne diye öyle aval aval bakıyorsun? Kendine gel!'

Onun bakışlarını fark eden Ji Yuheng başını kaldırdı.

“Şey... salonda mı uyusam acaba?” diye doğrudan sordu Tu Xiaoning.

Ji Yuheng kitabını kapattı. “Annemin sorgulamasından çekinmiyorsan, keyfine bak.”

“O zaman yere yatayım.”

“Fazladan yorgan yok.”

Tu Xiaoning dudaklarını ısırdı. Başka çare yoktu. İçinden kısa bir mücadele yaşadıktan sonra, 'zaten bana ilgisi yoktur. Aynı yatakta uyusak ne olur ki, bir parçam mı eksilir?' diye içinden geçirdi.

Bu düşünceyle yürüyüp yatağın diğer tarafına geçti. Battaniyeyi üzerine çekip tavana bakarak boş boş izlemeye başladı. Sanki Ji Yuheng tam kulağının yanında konuşuyormuş gibiydi.

“Bu kadar zorlanacaksan, en başta kararını iyice düşünüp öyle evlenmeliydin.”

Tu Xiaoning battaniyenin altında kasıldı. Bir şeyler söylemek için ağzını açtı. “Ben...”

“Pat!” diye bir sesle birlikte Ji Yuheng lambayı kapattı ve oda karanlığa gömüldü.

Karanlıkta Tu Xiaoning, onun da yattığını hissetti. Burnuna adamın kendine has ferah nane kokusu geldi. Ses tonu da kokusu gibi serin ve sakin çıkıyordu.

“Uyu artık.”

Yorumlar