Hidden Marriage in the Office - 113. Bölüm (Türkçe Novel)

Kayınvalidesi hastanede hayatını kaybetmişti, bu yüzden cenaze eve götürülemedi. O gece hastane ölüm belgesini düzenledi ve naaş, morga gönderildi. Orada bir cenaze töreni düzenlendi.

Tu Xiaoning ve Ji Yuheng yas kıyafetlerini giymişti. Ji Yuheng, kayınvalidesinin tabutunun önünde diz çökmüş, saatlerdir tek bir hareket bile etmemişti.

Tu Xiaoning de onunla birlikte diz çökmüştü ve bütün gece ne bir şey yiyip içmişti ne de dinlenmişti. Gücü tükenmek üzereydi. Sonunda anne ve babası onu kollarından tutarak bir sandalyeye oturttu.

“Bir şeyler yemen lazım.” Annesi ona bir şişe su uzattı. Xiaoning hareketsizdi, annesi bizzat şişeyi dudaklarına dayadı.

Su boğazından geçerken, Xiaoning yalnızca acı bir tat hissetti. Bir yudum aldıktan sonra daha fazla içmek istemedi.

“Biraz elma ye, yoksa geceyi nasıl geçireceksin?” Annesi yıkanmış bir elma uzattı.

Tu Xiaoning o parlak kırmızı elmaya bakarken kayınvalidesinin görüntüsü gözlerinin önüne geldi.

“Kayınvalidemin... en sevdiği meyve elmaydı. Her gün iki tane yemezse olmazdı.” diye mırıldandı.

Annesi iç çekti. Kızını iyi tanıyordu. Küçüklüğünden beri duygularına çok bağlıydı ve kayınvalidesine öz annesi gibi davranmıştı. Kayınvalidesi de gözlerinin önünde hayata veda edince, bu onun için çok ağır bir darbe olmuştu. Ağlamıyordu çünkü acısı doruğa ulaşmıştı.

Tu Xiaoning aniden annesinin elini kavradı. Tüm vücudu sanki dağılıyormuş gibi hafif bir sesle konuştu.

“Anne, kayınvalidem bugün çok iyi görünüyordu. Bir çocuk gibi bana naz yaptı, bakıcının ona yemek yedirmesini istemedi, illa benim yedirmemi istedi. Sonra elimi tuttu, benimle biraz sohbet etti. En son da gülümsüyordu. Söylesene, nasıl olur da bir anda gidebilir?”

Annesi elini sıkıca tuttu ve hafifçe iç geçirerek açıkladı.

“Bu... bu ölümden önceki son enerji patlamasıydı. Kayınvaliden akıllı bir kadındı. Gideceğini biliyordu ve sizi üzmek istemedi. Bu yüzden hep gülümseyerek konuştu. Sizi bırakıp gitmek istemiyordu. O yüzden son yemeğini özellikle senden yemek istedi.” Bir an durdu ve devam etti. “Aç gitmedi, karnı tok gitti. Orası uzak bir yolculuk. Giderken aç kalmadığı için çok yorulmaz. Üstelik, bak, hafta sonu geliyor. Kayınvaliden her şeyi düşündü. Siz hafta içi çalışıyorsunuz diye gidişini bile bir cuma gününe denk getirdi. Böylece kremasyon işlemi iş günlerinizi etkilemeyecek. Son ana kadar sizin için endişelendi.”

Tu Xiaoning annesinin sözleriyle sarsıldı. Göğsünde derin bir sızı hissetti. Annesinin elindeki elmayı aldı. Kayınvalidesinin son gülümsemesi hafızasında dalgalanıyordu.

Ellerine baktı. Sanki hâlâ kayınvalidesinin sıcaklığı duruyordu. Son anlarında elini o kadar sıkı tutmuştu ki, ondan ayrılmak istemediği belliydi. Ama yine de bırakmıştı.

Aniden, elmanın üzerine bir damla gözyaşı düştü. Ardından bir damla daha... ve bir damla daha...

“Gitmemeliydim. Neden bulaşıkları yıkamaya gittim ki? Beni o kadar sıkı tutuyordu ki sadece biraz daha yanında kalmamı istiyordu. Ama ben onu yalnız bıraktım. Onu tek başına orada bıraktım. Ben çıkarken bana bakıyordu, kesin çok üzülmüştür... çok üzülmüştür...”

Gözyaşları aniden boşaldı. Tu Xiaoning hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ama pişmanlıkla, vicdan azabıyla ağlıyordu...

Annesi onu sırtını okşayarak teselli etti. “Ağla kızım, ağla. Rahatlarsın.”

“Gitmemeliydim... Gitmemeliydim... Keşke benimle biraz daha konuşsaydı... Bana bir hatıra bıraksaydı... Ama ben... Ama ben onu orada tek başına bıraktım...”

Yavaş yavaş, bütün cenaze töreni onun pişmanlık dolu, iç parçalayan ağlama sesleriyle doldu.

Xiao Wu öğretmen gözleri kızarmış halde tabutun üzerine kapandı. “Ablam, sen hayatın boyunca çocukların için uğraştın. Giderken bile... Hiç kendin için yaşamadın. Ama şimdi, orada eniştem seni bekliyor. Ona söyle, Yuheng büyüdü, evlendi. Artık endişelenmene gerek yok. Orada eniştemle mutlu ol. O seni hep sevecek. Artık yorulmayacaksın. Yolun açık olsun, abla. Güzelce git...”

Kayınvalidesinin her hali Tu Xiaoning’in zihninde sel gibi akıyordu. İlk tanıştıklarında gülümsediği an, sessizce ona baktığı zamanlar, sabırla onu dinlediği anlar, elini sıkı sıkı tuttuğu her sefer... Onun için ikinci bir anne gibiydi. Her zaman onu dinlerdi, asla sıkılmazdı. Onu hep severdi, kollardı. Hatta işten sonra hastaneye gitmek bile artık alışkanlık olmuştu.

Kayınvalidesi hep güçlüydü. Hastalık ona acı verse de, hep gülümsedi. “Sizin çocuğunuzu göreceğim.” demişti. Ama bu dünya ona fazla acımasızdı, daha fazla dayanamamıştı.

Tu Xiaoning titreyerek ağladı. Nefesi kesiliyor, vücudu kontrolsüzce titriyordu. Acısı dayanılmazdı.

Daha ona yeterince bakamadan kayınvalidesi gitmişti. Gerçek bir veda çok acı vericiydi. Bu ayrılığa dayanmak, suçluluk duymamak imkânsızdı.

Tam o anda güçlü bir el omzuna bastırdı.

Başının üzerindeki ışık bir gölgeyle kapandı. Sanki o gölge tüm varlığını sarıyordu.

Annesinin şaşkın sesini duydu.

“Ji Yuheng?”

Bu iki kelime nihayet Tu Xiaoning’i bir nebze de olsa tepki vermeye zorladı. Şaşkınlıkla başını kaldırdı ve gözleri kıpkırmızı olmuş adama baktı. Geçen saatler içinde kan damarları gözlerinin içini tamamen kaplamış, bu manzara hem acı verici hem de korkutucuydu.

Onu gördüğü anda gözyaşları sel gibi akmaya başladı. Konuşmaları hâlâ kesik kesikti, sesi kısılmış, zor duyuluyordu.

“Ben... annene iyi bakamadım... Özür dilerim... Özür dilerim...”

O ise saatlerce diz çökmüş olmasına rağmen şimdi dimdik duruyordu, sanki hiç eğilmemiş gibi.

Nazikçe, yavaşça onu kendine yasladı. Ses telleri zarar görmüş gibiydi, çünkü sesi çıkmıyordu, onunkinden bile kısık ve boğuktu.

“Annem seni suçlamaz.”

Sadece üç kelime, ama söylemesi inanılmaz zordu. Neredeyse düzgün konuşamıyordu bile.

Tu Xiaoning bir an afalladı, aniden ayağa kalkarak gözyaşları içinde ona baktı.

“Yuheng, sesin... Sesine ne oldu?”

O sadece sessizce ona baktı. Yüzü bembeyazdı. Her zaman parlak olan gözlerinde artık hiçbir ışık yoktu, simsiyah ve donuktu.

“İçine atıp atıpyorsun. Acın çok büyük.” Annesi de bir yandan gözyaşlarını silerek babasına döndü. “Senin arabanda her zaman sıcak su olur, çabuk getir de çocuk bir yudum içsin. Bütün gece diz çöktü, bedeni zaten zarar gördü, bir de sesini kaybederse ne olacak?”

“Tamam, tamam.” Babası da damadına endişeyle baktı ve hemen dışarı çıktı.

Gözyaşları Tu Xiaoning’in dudaklarına düştü. Tuzlu ve buruk tadı boğazına kadar indi, sanki bir ilaç gibiydi ama içmesi zor geliyordu. Ona baktı, ağzını hafifçe açtı, bir şeyler söylemek istedi ama kendi duygularını bile kontrol edemiyordu. Onu nasıl teselli edebilirdi ki? Ellerini uzatıp ona biraz sıcaklık vermek istedi ama kendisi bile titriyordu. Nasıl ona destek olabilirdi ki? Hem ihmalci hem de yetersizdi. O burada yokken kayınvalidesini koruyamamıştı.

Yuheng’in çocukluğundan beri koruduğu annesi... artık yoktu. İçindeki destek bir anda çekilip alınınca savunmasız kalmıştı. Canı tarif edilemez bir şekilde yanıyor olmalıydı.

Eşiyle yüz yüze duruyorlardı. Bu gece sanki bir ömür gibi geçmişti. Dayanılmazdı ama kaçmak da imkânsızdı. Büyümek buydu işte. Hayatın kaçınılmaz gerçekleriyle—ölüm ve ayrılıklarla—yüzleşmek zorundaydılar.

Babası sıcak suyu getirdi. Annesi bir bardak doldurup damadına uzattı ama Yuheng de, Xiaoning gibi, elini bile uzatmadı. Tek damla bile içmedi.

Onu bu halde gören annesi daha da üzüldü. Yumuşak bir sesle onu teselli etmeye çalıştı.

“Evladım, böyle yapamazsın. Başka bir açıdan düşün. Onun için bu bir kurtuluştu. Baksana, nasıl da zayıflamıştı. Kolları artık kemikten ibaretti. Dünyadaki tüm acıları yaşamıştı. Ama en azından ölmeden önce Xiaoning’i bir kez daha gördü. Belki de artık içi rahat olduğu için sessizce gitti. O yüzden, kendinize iyi bakın, ona dert olmayın.”

Ama Yuheng hiç hareket etmedi. O an, denizin ortasında duran bir buz dağı gibiydi. Sert, çözülmez ve kaskatı.

Ama içinde, kemiklerine kadar işleyen bir soğukluk vardı. Dışarıdan yüksek ve ulaşılmaz görünse de, aslında yalnızdı. Ve ne zaman çöküp karanlık okyanusun dibine gömüleceği belli değildi. Bu, sadece bir yas değil, ruhunun tamamen tükenmesiydi.

Xiaoning’in teyzesi de gözyaşları içinde yanlarına geldi. Ablasının ani ölümü onu da derinden sarsmıştı. Hıçkırarak Yuheng’in göğsüne bir yumruk attı. O kıpırdamayınca bir tane daha attı. Sonra bir tane daha. Gücü yettiğince onu yumrukluyordu.

Eniştesi hemen onu durdurmak için atıldı ama Yuheng elini kaldırıp ona yaklaşmamasını işaret etti. Dimdik durdu ve teyzesinin yumruklarını sessizce kabul etti.

Tu Xiaoning, ona inen her yumruğa bakarken yüreği parçalanıyordu ama onun yerine acıyı üstlenemezdi. Teyzesi ve Yuheng, bu sonsuz acıyı bir şekilde dışa vurmalıydı.

Vuruşları yavaş yavaş zayıfladı. Sonunda, teyzesi bitkin düşerek Yuheng’in üzerine yığıldı ve içini parçalayan bir şekilde ağlamaya başladı.

“Yuheng... Benim zavallı çocuğum... Zavallı yavrum...”

Sonunda o da ona acıyordu. Gerçekten onu suçlayabilir miydi ki?

Teyzesinin gözyaşları onun kıyafetini ıslattı, derisine kadar işledi. O sıcaklık ona biraz olsun dokundu. Ve işte o an, Yuheng nihayet hareket etti. Ellerini kaldırdı ve teyzesine—bu dünyada kan bağı olan son yakınına—sımsıkı sarıldı. Sanki annesine sarılıyormuş gibiydi.

Teyzesi ve annesi çocukluklarından beri birbirlerine benzerlerdi. Boyları, görünümleri, hatta meslekleri bile aynıydı. Ve üzerindeki koku da annesinin kokusunu andırıyordu. İlaç kokmayan, o tanıdık, sıcacık koku... Çocukluğunun kokusu. Hafızasının en derinlerinde saklı olan koku.

Sanki annesi kollarının arasındaymış gibi, sarılışı giderek sıkılaştı. Gözlerini kapattı. Derin bir acıyla ama aynı zamanda büyük bir çabayla, nihayet ağzından bir cümle çıkabildi.

“Anne... Özür dilerim.”

Tu Xiaoning'in görüşü tekrar bulanıklaştı ve gözyaşlarının yanaklarını ıslatmasına izin verdi. Ayrıca Ji Yuheng'in ayaklarında damla damla biriken yaşları da gördü.

Uzaklardan bir yas sesi yükseldi. Başka bir cenazeden gelen uğurlama sesi. Xiaoning gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Siyah bir örtü gibi karanlıktı. Bir tek yıldız bile yoktu. Sanki gökyüzü bile yas tutuyordu.

Bu gece uzun ve uykusuz geçecekti.

Yuheng, annesinin başında bütün gece uyumamıştı. Her gün birileri sevdiklerini kaybediyor, hayat ve ölüm iç içe geçiyordu. Ama morg onlara fazla zaman tanımıyordu. Öğleden sonra annesi yakılacaktı. Hayattayken yanında olamamıştı ama şimdi, son yolculuğunda ona eşlik edecekti.

Aniden, omzunda bir el hissetti. Tu Xiaoning ne zaman yanına gelmişti bilmiyordu. Ailesi onu uyuması için zorla ikna etmişti ama gözlerini açar açmaz yine onun yanına gelmişti.

Yuheng, onun kıpkırmızı ve şiş gözlerini gördü. Gözlerinin içinde hâlâ parlayan yaşlar vardı. Sanki bir gecede zayıflamış gibiydi. Ona baktığında sadece çaresizlik hissediyordu.

Aniden elini uzattı, onu yanına çekti ve oturttu. Parmağıyla onun gözyaşlarını sildi.

Soğuk parmakları, onun sıcak cildine dokundu. Isılar birbirine karıştı. Yuheng’in ona yönelttiği suçlamasız bakış, Xiaoning’in gözyaşlarını daha da çoğalttı. İçindeki pişmanlık dalgalar gibi büyüdü.

O ağladıkça Yuheng gözyaşlarını sildi. Ama sildikçe daha çok aktılar. Sonunda, onun başını kendi omzuna çekti ve istediği kadar ağlamasına izin verdi.

Çenesini onun saçlarına yasladı. Yavaş yavaş, Xiaoning’in sıcaklığı ona geçti. Bütün gece boş kalan yüreği, sonunda bir dayanak bulmuş gibiydi. Hafifçe, usulca, kar gibi yavaşça çöktü.

Bundan böyle, onun yakını sadece o olacaktı.

Kayınvalidesinin cenazesi, onun vasiyetine uygun olarak sade bir şekilde düzenlendi. Bu yüzden diğer akraba ve dostlara haber verilmedi. Hayattayken şöyle demişti: "Giden gitti, başkalarına gereksiz yük olmaya gerek yok. Yaşayanlar hayatlarına devam etmeli, ölenler ise huzur içinde yol almalı. Geldiğimizde elimiz boş, giderken de öyle olmalıyız, bağlarımızdan sıyrılarak. Hayat, ister erken ister geç olsun, bir gün sona erer. Ancak uzun yolun sonunda mutlaka tekrar karşılaşacağız, belki bugün, belki yarın."

Xu Yinong, Japonya'dan en hızlı uçak biletini alarak apar topar geri döndü. Yas odasına adım attığı an, gözyaşları içinde kaldı.

“Teyze!”

Gözlerinin önündeki gerçeğe inanmak istemiyordu. Tabutun içinde yatan teyzesine sadece bir kez bakabildi ve ardından tamamen çöktü.

Sesi titriyordu, nefes almakta zorlanıyordu, bir anda dizlerinin üzerine çökerek, “Teyze, teyze...” diye hıçkırarak ağlamaya başladı.

Bu sahne, oradaki herkesi tekrar gözyaşlarına boğdu.

Tüm törenler tamamlandığında, öğleden sonra kremasyon zamanı gelmişti. Veda etmeden önce Ji Yuheng, fırça ile bir taziye yazısı yazdı. Tu Xiaoning, onun hat yazısını ilk kez görüyordu.

Büyük bir güçle yazılmış, düzgün ve etkileyici harflerdi. Her bir fırça darbesinde, annesine olan sevgisi ve özlemi hissediliyordu.

'Karşılıksız iyilik, gökyüzü kadar sonsuz.

Bu hayattaki minnettarlığım, sonraki yaşamda bağlılıkla sürecek.'

Son noktayı koyduğunda, beyaz kağıt çoktan gözyaşlarıyla ıslanmış, mürekkep dağılmıştı. Uzun süre başını kaldırmadı, elinde fırçayı tutarak hareketsiz durdu. Kimse ona yaklaşmadı, çünkü bu an, onun annesiyle son vedasıydı.

Ayrılık istemese de kaçınılmazdı. Kayınvalidesi götürüldüğünde, Tu Xiaoning neredeyse ayakta duramayacak hale geldi. Anne ve babası ona sarılınca yere yığılmaktan kurtuldu. Kayınvalidesinin bedeni gözden kaybolmadan önce, tüm gücünü toplayarak, “Anne!” diye bağırdı.

Sonra ailesinin kollarından kurtularak diz çöktü ve ona son kez başını eğerek veda etti.

Anne, bu dünyada kayınvalide-gelin ilişkimiz uzun sürmedi. Eğer kabul ederseniz, bir sonraki yaşamda yine sizin gelininiz olmak isterim ve size layıkıyla evlatlık ederim!

Başını kaldırdığında, kayınvalidesi çoktan gözden kaybolmuştu. O an, en değerli hazinesini kaybetmiş bir çocuk gibi, hıçkırarak ağlamaya başladı.

Ji Yuheng, annesinin küllerini taşıyan kutuyla dışarı çıktığında, eskisi gibi güçlü ve parlak görünmüyordu. Şu anda ne zirvede bir iş adamıydı ne de herkesin hayran olduğu bir figür. O sadece Ji Yuheng’di, annesinin oğlu.

Kayınvalidesini mezarlığa götürürken ince bir yağmur çiselemeye başladı. Yağmur damlaları Tu Xiaoning’in üzerine düştüğünde hafif bir serinlik hissetti. Başını kaldırıp önde yürüyen Ji Yuheng’e baktı. Dik duruşu değişmemişti. Eniştesi ona şemsiye tutmak istedi ama Ji Yuheng başını sallayarak nazikçe reddetti. Konuşacak gücü bile yoktu, sadece hafifçe başını salladı. Dayısı daha fazla ısrar etmedi.

Bir anda Tu Xiaoning’in başının üzerinde de bir şemsiye belirdi. Başını kaldırdığında, babasını gördü. Onun ne zaman şakaklarının beyazladığını fark etmemişti. İçinde bir sızı hissetti.

Artık bir çocuk değildi. Anne babası yaşlanıyordu.

Sessizce babasının elini tuttu, tıpkı çocukken babasının onu tuttuğu gibi. Hafızasındaki en güçlü eller, şimdi pürüzlü ve kırışmıştı.

Babası elini ters çevirerek sıkıca tuttu, ona destek ve güven verdi.

Her şey çok hızlı başladı ve çok hızlı bitti. Kayınvalidesi nihayet kayınpederinin yanına defnedildi. Tu Xiaoning, kayınpederini ilk kez gördü—fotoğraftaki adam, sert ve karizmatik bir orta yaşlı adamdı. Ji Yuheng’in yüz hatları, ona birebir benziyordu. Meğer babasına ne kadar da çok benziyormuş.

İki mezar taşı yan yana duruyordu. Tek fark, kayınvalidesinin mezar taşında sadece “sevgili oğlu Ji Yuheng” değil, aynı zamanda “sevgili gelini Tu Xiaoning” yazılıydı.

O an anladı ki, nikâhla bağlı olan çiftler bu hayatta ayrılsalar da, aşkları asla solmazdı. Hayatta bir yastıkta, ölümde ise aynı toprağın koynunda yatarlardı.

Vedalarını tamamladıktan sonra, Ji Yuheng anne ve babasının mezarı önünde uzun süre durdu. Küçük yağmur damlaları onun saçlarını ıslatırken, gözleriyle ufka daldı. Sanki annesi ve babası orada, yanı başında duruyordu. Ayaklarının dibine düşen su damlalarının sesi, yağmurun mu yoksa gözyaşlarının mı olduğunu kimse bilmiyordu. Ama her damla, Tu Xiaoning’in yüreğine işliyordu.

Ayrılırken, gelişindeki gibi yine yalnız yürüyordu. Sırtı öyle yalnız görünüyordu ki, ona bakan herkesin içi sızladı. Tu Xiaoning başta Xu Yinong’la birlikte geride yürüyordu, ama farkında olmadan adımlarını hızlandırdı. Yaşlılara hürmetsizlik etmeyi umursamadan, onun yanına koştu ve elini sıkıca tuttu. Sadece, onun yalnız olmasını istemiyordu.

Ji Yuheng bir an duraksadı ve başını hafifçe çevirdi. Gözleri hâlâ kırmızıydı, ama içinde hafif bir ışık titriyordu. Yağmur, yüzlerini ve omuzlarını ıslatıyordu ama göz bebeklerinde sadece birbirleri vardı.

Yavaşça, Ji Yuheng’in parmakları kıpırdadı. Sanki yeniden güç bulmuş gibi, Tu Xiaoning’in elini sımsıkı kavradı. Parmakları ayrılmaz şekilde birbirine yapıştı.

O an, artık ayrılmaz bir bütündüler.


Yorumlar

Yorum Gönder