Hidden Marriage in the Office - 112. Bölüm (Türkçe Novel)

Ji Yuheng’in genel merkeze gitmesinden iş yerinde kimsenin haberi yok gibiydi. Ertesi gün işe gittiğinde, Zhao Fangang hâlâ patronlarının neden bir gün boyunca ortada olmadığını soruyordu. WeChat mesajlarına bile yanıt vermemişti.
Tu Xiaoning, demek ki sadece iş için gitmemiş, diye düşündü. Öyle olsaydı, Zhao Fangang’ın da haberi olurdu, değil mi?
Akşam iş çıkışı annesine mesaj attı ve eve döneceğini söyledi. Öncesinde ise kayınvalidesini hastanede ziyaret etmeye gitti.
O gün kayınvalidesi oldukça iyi görünüyordu. Tu Xiaoning’i görünce çok sevindi, bakıcının yemek yedirmesine izin vermedi, illa ki gelininin onu beslemesini istedi. Küçük bir çocuk gibi inatçılık ediyordu.
Sabırla çorbayı kaşıklayarak ona yedirdi.
Kayınvalidesinin bakışları sürekli kapıya kayıyordu. Tu Xiaoning de istemsizce kapıya döndü. Kapı aralıktı; hafif bir rüzgâr esiyor, kapıyı hafifçe sallıyordu.
Kadın, bir peçeteyle kayınvalidesinin ağzını sildi. “Anne, Yuheng iş seyahatine çıktı. Döndüğünde hemen seni görmeye gelecek.”
“Oh...” Kayınvalide fazla bir şey söylemedi ama bakışları bir anda sönükleşti.
Tu Xiaoning, onun bu hayal kırıklığını hissedebiliyordu ve içi sıkıştı. Bir kaşık daha uzattı ama kadın başını sallayarak reddetti.
“O zaman, sana biraz meyve keseyim mi?” diye nazikçe sordu.
“Hayır, sadece biraz uzanıp dinlenmek istiyorum.” dedi kadın yorgun bir sesle.
Tu Xiaoning, üzerini örtüp tam bulaşıkları yıkamak için kalkacaktı ki kayınvalidesi aniden elini tuttu.
“Ne oldu, anne?”
Kadın, bir süre dikkatlice ona baktıktan sonra yavaşça konuştu. “Yuheng’e söyle, kendini bu kadar yormasın artık.”
Tu Xiaoning, başını sallayarak onun elini sıktı. Kayınvalidesi de onun elini daha sıkı kavradı, normalden daha güçlüydü. Bir süre sonra elini bıraktı. “Siz ikiniz de iyi olun.”
“Tabii.”
Kayınvalidesi son zamanlarda sık sık böyle şeyler söylüyordu. Tu Xiaoning fazla üzerinde durmadı. Elindeki bulaşıkları kaldırıp ona tekrar baktı. “Anne, sadece bulaşıkları yıkayıp geleceğim. Hemen dönerim.”
Kadın hafifçe gülümsedi. “Tamam, git.”
Tu Xiaoning, her zamanki gibi hastane koridorunun sonundaki lavaboya gidip bulaşıkları yıkadı. Kuruladıktan sonra, ellerinde tabaklarla geri dönerken aniden birkaç doktor ve hemşirenin aceleyle koşuşturduğunu gördü.
“Çabuk, çabuk!”
Bu sahne, içini ürpertti. Gözleri, farkında olmadan onların gittiği yöne kaydı. Bir anda donakaldı. Çünkü onlar kayınvalidesinin odasına koşuyorlardı!
Bilinçsizce tabakları elinde sıkarak koşmaya başladı. Koridordaki sesler onun panik dolu adımlarına yetişemiyordu.
Bakıcılardan biri onu görünce hızla yanına geldi. Gözünde tek damla yaş olmasa da sesi ağlamaklıydı, neredeyse çığlık atıyordu. “Ah, Bayan Ji! Daha yeni çıktınız, Wu Hanım fenalaştı! Çabuk gidip ona son bir kez bakın!”
Tu Xiaoning, kafasına sert bir darbe almış gibi sersemledi. İçinde bir acı patladı, organları sızladı, nefesi kesildi.
“Sen... Sen..." Dişlerini sıktı, ellerindeki tabakları bakıcının yüzüne fırlatmak istercesine tuttu. Sonunda haykırdı. “Saçmalama!”
Koridordaki herkes ona baktı. Saçları darmadağındı, gözleri kıpkırmızıydı, tüm bedeni titriyordu.
Bakıcının parmağı hastane odasına yöneldi. “Saçmalamıyorum! Bakın, kalp defibrilatörü bile bağladılar!”
Kadının gözleri, kapısı kapatılmış odaya çevrildi. İçeride, doktorlar ve hemşireler kayınvalidesine kalp masajı yapıyordu.
Elindeki çatal kaşık ve kâse yere düştü, kalın cam kâse anında parçalanarak dört bir yana dağıldı. Tu Xiaoning, başından ayaklarına kadar buz gibi bir soğukluk hissetti, sanki üzerine iliklerine işleyen bir kova buzlu su dökülmüştü. Tüyleri diken diken oldu.
Bir sonraki saniye hızla hasta odasına doğru koştu.
“Anne! Anne!”
Dışarıdaki hemşireler onu hemen durdurdu. “Bayan Ji, lütfen sakin olun, hastayı kurtarmaya çalışıyoruz.”
“Hayır, olmaz! Annemi yalnız bırakmam, ben... ben...” Kelimeleri birbirine dolandı, konuşamaz hale geldi, tamamen kontrolünü kaybetmişti.
Birkaç hemşire onu tutarak sakinleştirmeye çalıştı. “Sakin olun, lütfen sakin olun.”
Ama onun aklında sadece kayınvalidesini görmek vardı. Az önce ona gülümseyerek konuşmuş, elini tutmuştu. Nasıl olurdu? Bu mümkün değildi, kesinlikle mümkün değildi!
Hâlâ çırpınıp direniyordu ki hastane odasının kapısı aniden açıldı. Doktorlar dışarı çıktı. En önde duran başhekimdi, Tu Xiaoning onu tanıyordu.
Hızla ileri atılıp doktorun kolunu sıkıca kavradı, artık nezaketi düşünmüyordu bile. Hem sesi hem de bedeni titriyordu. “Dok... doktor...”
Ancak cümlesini tamamlayamadan doktor başını yavaşça iki yana salladı.
“Bayan Ji, üzgünüm. Elimizden geleni yaptık.”
Tu Xiaoning'in gözleri boş bir ifadeyle doktorun üzerinden geçerek yatağa kaydı. Hemşireler çoktan beyaz örtüyü çekiyordu.
Sanki gökyüzünde süzülen bir uçurtmaydı ve onu tutan ip aniden kopmuştu. Rüzgârda savruldu, dengesizce sallandı ve aniden yere çakılıp paramparça oldu.
Doktorun kolunu bıraktı. Görüşü karardı, geriye doğru sendeledi ve sertçe yere oturdu.
Etrafında sesler yankılanıyordu; ona seslenenler, yerden kaldırmaya çalışanlar vardı ama o, içindeki tüm gücün çekildiğini hissediyordu. İçinde bir şey çökmüş, hareket edemez hale gelmişti. Ağlamak istiyordu ama gözyaşları bile akmıyordu. Sadece boş gözlerle oturdu, etrafındaki herkesin bakışları altında donup kalmış gibiydi.
***
Hastanenin morgunda, Tu Xiaoning bir köşede duruyordu. Kemiklerine işleyen soğukluk onu titretirken, dişleri bile birbirine çarpıyordu.
Wu öğretmen ve eşi ilk gelenlerdi. Kadın, kayınvalidesinin üzerine kapanarak yürek parçalayıcı bir şekilde ağlıyordu. Eşi bile onu sakinleştiremiyordu.
Kısa bir süre sonra Tu Xiaoning’in anne ve babası da telaşla geldiler. Annesi, köşede donuk bakışlarla duran kızını görünce sessizce yanına gidip elini sıkıca tuttu.
Annesini görünce Tu Xiaoning biraz olsun hayata dönmüş gibi hissetti. Tıpkı çocukken kollarında ısınmaya çalıştığı gibi annesine yaslandı.
“Anne, söyle bana; ben çok vicdansız biri miyim?” aniden sordu, ama sesi tamamen duygusuzdu.
Annesi ona baktı. Gözleri, karşıda soğuk bedenle yatan kayınvalidesinden ayrılmıyordu.
“Kayınvalidem bana çok iyi davrandı. O öldü ama... ama ben ağlayamıyorum. Bir damla bile gözyaşı dökemiyorum.” Fısıldadı. Sanki annesine değil de kendine konuşuyordu.
Annesi onu kollarına aldı ama hiçbir şey söylemedi. Sadece boğuk bir sesle sordu.
“Yuheng’in haberi var mı?”
Tu Xiaoning, bir kukla gibi başını salladı. Sesi neredeyse duyulamayacak kadar zayıftı. “Onu aramaya cesaret edemiyorum.”
Annesi, kızının elinin gittikçe soğuduğunu hissetti. Tüm vücudu titriyordu. İçinden gelen derin bir acıyla onu daha sıkı sardı ve hafifçe eşine seslendi.
“Lao Tu.”
Babası, küçük enisteyle birlikte duruyordu. Yüzü kederli ve ciddiydi. Karısının çağrısıyla yanlarına geldiğinde, kızının yüzünün ölümcül bir solgunlukla kaplı olduğunu fark etti.
“Hemen bir şeyler ört üzerine.” Annesi aceleyle söyledi.
Baba, hemen montunu çıkarıp kızının üzerine örttü. Kızının bu hâlini görünce omzunu tutarak derin bir iç çekti.
“Kızım, üzgünsen babana yaslanıp ağlayabilirsin.”
Ama Tu Xiaoning, ruhu çekilmiş bir beden gibi donuk bakışlarla babasına baktı. “Baba, ama... ama ben ağlayamıyorum.”
Anne ve babası, onun bu hâlini görünce gözleri iyice kızardı. Annesi, elini tutarak, “İstersen biraz dışarı çıkıp hava alalım? Burada kalmak seni daha çok üzüyor.” dedi.
Tu Xiaoning başını salladı. “Hayır, olmaz. Kayınvalidemin yanında kalmalıyım. O burada tek başına... çok soğuk olur.”
Bu sözlerle anne ve babası artık gözyaşlarını tutamadı. Annesi arkasını dönüp sessizce ağladı, babası ise gözlüklerini çıkarıp gözlerini ovdu ve kısık bir sesle, “Peki, biz de burada seninle kalırız.” dedi.
Tu Xiaoning olduğu yerde durmaya devam etti, kayınvalidesine bakıyordu. Gözleri kapalıydı, tıpkı uyuyormuş gibi görünüyordu. Bir an, gerçekten uyuduğunu sandı. Birazdan uyanıp ona her zamanki şefkatiyle “Xiaoning” diye seslenecekmiş gibi geldi.
Ne kadar süre geçti bilmiyordu. Uzun zamandır hareketsiz durduğu için vücudu tamamen hissizleşmişti.
Derken kapı açıldı. Uzun ve sağlam bir siluet içeri girdi. Tu Xiaoning’in gözleri hemen ona kilitlendi.
Ji Yuheng hızla içeri girdi. Yol yorgunuydu ama bundan daha fazla, içinde büyük bir endişe ve panik vardı.
Ve sonra annesini gerçekten orada gördü. O an olduğu yerde donakaldı.
Küçük teyzesi onu görür görmez yanına geldi.
ŞAP!
Yüzüne sert bir tokat attı.
Tu Xiaoning’in göz bebekleri daraldı. Tokat ona gelmemişti ama sanki kendi yüzüne inmiş gibi bir acı hissetti. Yanma hissi tüm vücuduna yayıldı.
Ve odada, teyzesinin çığlık çığlığa haykırışları yankılandı.
“İş, iş! İş bu kadar mı önemli? O kadar mı önemliydi ki annen öldü, senin haberin bile olmadı! Son bir kez bile onu göremedin! Seni göremedi!”
Tekrar vurmak için elini kaldırdı ama eşi onu durdurdu.
“Yeter artık! O da bilmiyordu!”
Ji Yuheng’in yanağı anında kızardı. Annesine baktı. Orada, her zamanki gibi sessizce yatıyordu. Ama artık uyanıp ona gülümseyerek “Yuheng, oğlum.” demeyecekti.
En çok korktuğu an sonunda gerçekleşmişti. Elleri titremeye başladı. Adım atmak istiyordu ama ayakları onu taşımıyordu. Bir adım atmak bile inanılmaz zordu.
Etrafında hâlâ teyzesinin feryatları ve eniştesinin teselli çabaları vardı. Ama o, hiçbirini duymuyordu.
Etrafı karanlığa gömülmüştü. Zihni hiç olmadığı kadar bulanıktı. Boğazı sanki suyla dolmuştu, nefes almakta zorlanıyordu.
Ve sonra...
GÜM!
Dizlerinin üzerine çöktü.
Vücudu dimdikti ama yüzünde en ufak bir renk bile kalmamıştı. Dudakları bile ölümcül bir solgunluğa bürünmüştü.
Hastane zeminleri betondu. O ağır düşüş sesiyle, Tu Xiaoning’in kalbi sıkıştı. Boğazına bir el yapışmış gibiydi, bırak yürüyüp onun yanına gitmeyi, hiçbir şey söyleyemedi bile.
Teyzesi sonunda sustu, orada diz çökmüş olan Ji Yuheng’e bakarak sessizce gözyaşı döktü.
Ji Yuheng’in gözlerinde ışık kalmamıştı. Bakışları annesinin bedenine sabitlenmişti, sanki bir gecede en değerli şeyini kaybetmişti. Dağları aşıp aceleyle gelmiş olsa da, nihayetinde son bir kez bile onu görememişti. Bu gece itibarıyla artık annesi yoktu. Bu dünyada ne annesi ne de babası vardı. Artık yalnızdı, yapayalnız, kimsesiz.
Her zaman gururlu bir adamdı ama şu an kemikleri sökülmüş gibi, yaşayan bir ölüden farksızdı. Kederli, yalnız, perişan ve çaresizdi.
Çok uzun bir zaman geçti, bacakları uyuşmuştu ama farkında bile değildi. Birden başını eğip alnını sert ve soğuk beton zemine vurdu.
Dar alanda onun hayat dolu olmayan sesi yankılandı. Her kelimesi, odadaki herkesin kalbine saplandı.
“Anne, oğlun sana layık olamadı.”
Başını eğdiği yer, o açık gri beton zemin, bir anda ıslanmaya başladı.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder