Eat Run Love - 8. Bölüm

2007’deki Gan Yang kendine çok güveniyordu, herkesten farklı olduğunu düşünüyordu. Sanki hangi işi yapsa mutlaka başarıya ulaşacaktı.
Gan Yang, Ding Zhitong’u ilk kez geçen sonbaharın başlarında bir partide görmüştü.
O gece Ithaca kasabasındaki iki katlı bir bardaydı. Öğrencilerle dolup taşan bir yerdi. O geç gelmişti ve kapıdan içeri bakarken yandan onun yüzünü görmüştü. Saçları ince telli ama dümdüz ve pürüzsüzdü, boynunun yarısına kadar iniyordu. Başını eğdiğinde saçları nazikçe aşağı süzülüyor, bir türlü dağılmıyor gibiydi.
O gün üstünde lacivert bir sweatshirt vardı. Kolları hafifçe kıvrılmıştı, beyazlığı gün yüzü görmemiş gibi duran ön kolu görünüyordu. Ayağa kalktığında dar kot pantolonunun içindeki bacaklarında belirgin bir kas hareketi yoktu. Sanki bir çizgi romandaki çizgilerden ibaretti.
O anda aklından şunu geçirmişti: Bu bacaklar koşuya çok uygun olurdu.
Güneşte bronzlaşmış teni ve sıkı hatları olan kadınları severdi. Ding Zhitong ise tam tersiydi. En azından o zamanlar böyle düşünüyordu.
Onun adını ilk kez, “MoQi” adlı bir eşleşme oyununda duymuştu.
Song Mingmei, test davetini Cornell'deki her Çinli öğrenciye göndermişti. Gan Yang da almıştı. Sonuçları görünce çok şaşırmıştı. Alakasız olduklarını düşündüğü iki insan on sorunun tamamında aynı cevabı vermişti. Bu kesinlikle algoritmanın hatasıydı.
“MoQi”, Facebook’u taklit eden bir sitedi. Gerçek isim ve fotoğraf kullanmak gerekiyordu. Fotoğrafı görünce onun o kız olduğunu fark etti. Ve partide gördüğü izlenim, hiç solmamıştı.
Sistem otomatik olarak onu arkadaş olarak önermişti. Gan Yang bir mesaj göndererek selam vermişti. Ama nedense küçükken sınıf arkadaşına lakap takmış gibi davranıp ona “Ding Zhitong” demişti. (Çevirmen Notu: Hala bu lakap işini de çevirisini de anlayamadım. Üzgünüm:/) Kendi içinde çok komik bulmuştu bunu.
Günlerce cevap gelmeyince yaptığı hatayı fark etti. Özür dilemeyi düşündü ama okulda onu her gördüğünde Ding Zhitong hep aceleciydi. Derse, yemeğe ya da kütüphaneye giderken hep ciddi, yaklaşılmaz bir hali vardı. Yanında genellikle Feng Sheng olurdu.
Ne diyeceğini bilemediği için hep erteledi. Ta ki bir gün o da ona lakap takarak cevap verene kadar. O zaman içi rahatlamıştı. Demek ki düşündüğü kadar alınmamıştı. Ama bir daha mesaj attığında, karşı taraftan asla yanıt alamadı.
“Ah Gan” – bu lakabı sevmişti. Hatta bu yüzden İngilizce adını bile değiştirip, Love & Peace ruhuyla Ah Gan yapmıştı.
Onun zihninde Ding Zhitong sade biriydi. Giyimi de sadeydi. Hiçbir zaman çiçekli ya da canlı renkli kıyafetler giymezdi. Bazen köprünün üzerinde yalnız başına sandviç yerken görürdü. Uzaklara bakarken yüzünde nadiren görülen bir rahatlık olurdu. Ya da caddede yürürken, iki elini sıcak bir içeceğe sararken; omuzlarını toplamış, incecik bir yaprağa benzerdi. Onu alıp avucuna koymak isterdi. Bu duygunun adı neydi, bilmiyordu. Ama garipti, yine de aklından çıkmıyordu.
Böyle anlarda onun yanına gidip selam vermek isterdi ama ya onun sıkıcı biri çıkmasından korkardı ya da Feng Sheng meselesi kafasını karıştırırdı. Bu adam onun erkek arkadaşı mıydı, değil miydi? Bazen öyle gibi gelirdi, bazen de hiç değilmiş gibi. Uzun süre bu konuda net karar veremediği için bir türlü adım atamadı.
Ta ki o iş görüşmesinde onunla konuşma fırsatı bulana kadar. Birlikte yemek yediler, kahve içtiler. O zaman anladı ki, Ding Zhitong düşündüğü gibi sıkıcı biri değildi. Hiç de öyle değildi. Konuşabiliyorlardı. Konu üzerine konu açılıyor, sessizlik bile rahatsız etmiyordu. Ve sonunda emin oldu: Feng Sheng onun erkek arkadaşı değildi. Çünkü onun yanında hiçbir zaman bu kadar rahat hareket etmiyor, o şekilde gülmüyordu.
Gan Yang, Amerika'da liseye gitmişti. On beş yaşından itibaren kızlarla çıkmaya başlamıştı. Çinli bile olsa, buradaki kurallara göre davranıyordu. Veda öpücüğü gibi şeyler neredeyse standarttı. O gece Ding Zhitong’u eve bıraktığında da aslında bir şeyler yapmayı düşünmüştü ama ellerinin içi terlemişti. Bu yüzden ellerini ceketinin cebine sokup, ceketle ona yelpaze yapar gibi sallamıştı. “Çabuk içeri gir” demek istemişti.
Şimdi geriye dönüp baktığında, bu yaptığına inanamıyordu. Ceketinin cebinden el çıkaramayıp, onu o şekilde uğurlamak... Tıpkı “MoQi”de ona lakap takıp “Ding Zhitong” demesi gibi: Aptallığın daniskasıydı.
Onunla birlikte koşmayı kabul ettiğinde, kızın sırtına iki kere vurmuştu; ama çok sertti. Eliyle vurduğu an o incecik omuzun altındaki hissi ve kızın irkilerek verdiği tepkiyi çok net hatırlıyordu.
Bunları düşündükçe Gan Yang gözlerini kapayıp derin bir iç çekti. O sırada basamağı fark etmeyip ayağı takıldı, neredeyse yuvarlanıyordu.
Yolun durumundan bile Harlem’e geldiğini anlamıştı. Wang Yi’nin uyarılarını aklında tutsa da, yine de komik geliyordu. Aslında o kadar da korkutucu değildi burası. Kira ucuzdu sonuçta. Tasarruf etmek isteyen birçok öğrenci özellikle bu mahalleyi seçiyordu. Mesela o para delisi Ding Zhitong. Eğer Columbia’da okuyor olsaydı, muhtemelen o da burayı tercih ederdi.
Zihni böyle dağılmışken yine onu düşündü. “Benim kadar para göz biriyle karşılaşmadın değil mi?” Kızın bir gece böyle sorduğunu hatırladı. Zifiri karanlıkta bir başına sırıtarak geri dönmüştü.
Koşu bitip de buharlar içinde duşa girdiğinde, Wang Yi ışığın altında ona anne şefkatiyle yarış tişörtüne numara etiketi dikiyordu.
“Laboratuvar işini Başkan Liu’ya anlattım.” Banyodan seslendi Gan Yang.
“Hmm...” Wang Yi konuşmadı, sadece bir mırıldanmayla duyduğunu belli etti.
Bu konuyu Gan Yang aslında çok önceden açmıştı. Spor biyomekaniği üzerine bir laboratuvar kurmak isterse hangi ekipmanlara, kaç kişiye ihtiyaç duyulacaktı? Wang Yi o zaman pek ciddiye almamıştı, sadece en sade haliyle anlatmıştı: Koşu pisti, 3D hareket yakalama sistemi, biyomekanik analiz sistemi, lazer hız ölçer, yüksek hızlı kameralar... Ayrıca araştırmacılar ve sporcular gerekiyordu. Farklı senaryoları tekrar tekrar canlandırıp sensörlerle hız, açı, darbe gücü gibi verileri toplayarak üç boyutlu analiz modelleri kurmak lazımdı.
Gan Yang tüm bunları dikkatle dinlemiş, üstüne bir de eklemişti: “Tasarımcı, teknisyen, özel kalıplar, prototip üretimi...”
Wang Yi ise sadece “Sonuçta hepsi paraya bakıyor.” demişti.
“Peki yaklaşık ne kadar?” diye sormuştu Gan Yang.
Wang Yi göz ucuyla bakıp iiçinden'Bu çocuk acaba neyin peşinde?' diye düşünmüştü. “Tam olarak ne yapmak istediğine bağlı.”
Ganyang hiç düşünmeden cevaplamıştı. “Ayakkabı yapmak istiyorum.”
“Gerçekten mi?” Wang Yi ona salakmış gibi bakmıştı. Birçok koşucu gibi ikisi de ayakkabı toplamayı seviyordu, ama iş ayakkabı yapmaya gelince o bambaşka bir konuydu.
“Tabii ki.” demişti Gan Yang başını sallayarak. Kısa sürede iş planını yazmış, fason üretimin kâr modeli risklerini ve dezavantajlarını analiz etmiş, kendi markasını geliştirmenin aciliyetini vurgulamıştı. Sonuç netti: Liu’dan para iste. Zaten üniversitede finans okuması da Liu’nun fikriydi. Aslında iş bulmak için değil, çevresindeki diğer çocuklar da bunu okuyordu diyeydi. Gan Yang o zamanlar bunu anlamsız bulsa da şimdi az da olsa faydasını görüyordu.
Wang Yi o iş planını görmüştü. Basit ve anlaşılırdı ama yine de pek ciddiye almamıştı. Zaten inans okuyan öğrenciler sürekli böyle şeyler yazardı, ama %99.9999’u bilgisayarın çöp kutusunda veya hocanın ofisindeki kağıt öğütücüsünde son bulurdu.
Ta ki o geceye kadar. Gan Yang banyodan çıktığında saçları hâlâ ıslaktı. Üstten ona bakarak sordu.
“Senin mezun olmana ne kadar kaldı?”
Wang Yi hesapladı. “Bir yıldan biraz fazla.” Şu an doktorada dördüncü yılındaydı, eğer bir aksilik çıkmazsa seneye tezini teslim edebilirdi.
Ganyang tekrar sordu. “Peki mezun olduktan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum, belki bir süre bir yerde doktora sonrası araştırma yaparım.” Wang Yi’nin alanı biraz marjinaldi. Doğu yakasında da pek üretim sektörü yoktu. En yakındaki kurumsal laboratuvar bile Portland’daydı. O yüzden gelecekte nereye yöneleceğini gerçekten bilmiyordu.
Ama Gan Yang onun yerine çoktan karar vermiş gibiydi. Başını sallayıp, “Hmm, tam senin doktoranın bitimine denk gelecek.”
“Ne denk gelecek?” Wang Yi anlamamıştı.
Ganyang cevapladı. “İşe aldığım ilk araştırmacı olacaksın.”
Wang Yi oracıkta afalladı. Bu adamın baştan beri kendisine yaklaşırken niyetinin pek masum olmadığını düşünmeye başladı. Resmen iki yıl boyunca sabırla gözlemlemiş gibiydi.
Ama Gan Yang bir adım daha ileri gitti. “Eğer istersen, benim ortağım olacaksın.”
Bu kelime Wang Yi’yi bir an ürpertti, eline iğneyi batırıyordu neredeyse. Daha önce kimse ona böyle bir şey söylememişti.
Aslında, Liu bundan beş yıl önce benzer bir girişimde bulunmuştu. Bizzat Şanghay’a gidip adam toplamıştı. Fudan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Spor Akademisi... Hepsini ziyaret etmişti. Teklifleri de çok cazipti: “Siz sadece gelip araştırma yapacaksınız, başka hiçbir şeyle uğraşmayacaksınız. Sabah çayınızı bile biri hazırlamış olacak.” Bu Liu’nun birebir sözleriydi.
Gan Yang o üniversite öğrencileri ve hocalarının yüzündeki karmaşık ifadeyi hayal edebiliyordu. Onların araştırma alanları ayakkabıyla hiç alakalı değildi. Liu ne yapılması gerektiğini bile tam bilmiyordu, hatta net bir hedef bile koyamamıştı. Sadece diğer şirketlerin de bu alanda harekete geçtiğini duyduğu için bir şeyler yapma ihtiyacı hissetmişti. O dönem fason üretimden iyi para kazandığı için farklı bir alana yatırım yapmak istemişti. Ama sonunda uygun insan bulamayınca konu kapanmıştı. Aynı dönem dış şirketlerden gelen yöneticileri yüksek maaşla işe alma furyası da yaşanmış ama verimsiz çıkınca o da rafa kalkmıştı.
Günümüze gelince, aradan beş yıl geçmişti ama Liu hâlâ sadece fason üretim yapıyordu. Diğer yerel ayakkabı fabrikalarının “Ar-Ge merkezleri” dedikleri şey hâlâ markalı ürünlerin parçalanıp kopyalanmasından ibaretti. Kendi markası olan patronlar ise parayı reklamlara ve ünlü sponsorluklarına gömüyordu. 2008 Pekin Olimpiyatları yaklaşırken, CCTV’deki haber öncesi ve sonrası beş dakikalık reklamlar ile üçüncü sınıf şehirlerde daha fazla mağaza açmak onların ortak hedefiydi.
Ama Gan Yang kendini o insanlardan farklı görüyordu. Daha doğrusu, 2007 yılındaki o kendine güveni yüksek Gan Yang, her şeyin onun elinde farklı sonuçlanacağına inanıyordu.
O gece Wang Yi’nin küçük dairesindeki koltukta çok derin bir uykuya daldı. Ama birçok garip rüya da gördü.
Rüyalarda zaman çizgisi karmakarışıktı. Bir saniye bir ömür kadar uzun, on yıl bir an kadar kısaydı. Bazen Ithaca’daki kestane ağaçlarının altında koşuyor, bazen memleketine dönüyor, birçok insanla karşılaşıyor, birçok şey yapıyor, birçok söz söylüyordu. Ama uyandığında hiçbirini hatırlamıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder