Eat Run Love - 7. Bölüm

Mesela bu gece, Harlem'e gidecek durumdaydı.
Superday başladı.
İlk tur grup mülakatıydı. Sunulan bir satın alma-v birleşme senaryosu üzerine bir soru ortaya atıldı. On katılımcı lider seçmeksizin kendi aralarında tartıştı. Biri tahtaya yazdı, bir diğeri de sözcülük yaptı.
Ding Zhitong bu tür pozisyonlar için yarışmadı. Ne öne atıldı ne de taraf tuttu. Fikrini söyledi, tartışmalara katıldı, süreyi takip etti. Birileri tartışacak olsa arabuluculuk yapmaya hazırdı.
Ama elbette kimse tartışmadı.
Dışarıdan bu sektöre dair yaygın bir yanlış kanı vardı: Güya bu iş, baskın karakterleri tercih eder, ne kadar saldırgansan o kadar iyisindir. Ama aslında bu özellikler hiç hoş karşılanmazdı. Grup mülakatında bu tavırları sergileyen biri olursa, büyük ihtimalle elenir. Hatta böyle biri yüzünden tüm grup elenebilir. Bu aşamaya kadar gelmiş herkes Ivy League mezunu, en az bir yatırım bankası stajı yapmış, bu süreçleri ezbere bilen kişilerdi. Bu yüzden amatörce hatalar neredeyse hiç olmazdı.
İkinci tur birebir görüşmeydi. İlk turdaki vaka üzerine ek bir sayfa materyal verildi ve bireysel sunum yapmaları istendi.
Ding Zhitong grup mülakatında söylediği tüm noktaları detaylandırdı, ayrıntılı analizler yaptı. Görüşmeci birkaç soru sordu, o da her birine nokta atışı cevaplar verdi.
Kısa bir aradan sonra üçüncü tur başladı.
Yine birebir görüşmeydi. Bu kez görüşmeci MD (Managing Director) seviyesindeydi. Artık kalıplardan eser yoktu, yalnızca güncel ekonomi haberleri ve onun yaz stajında yer aldığı projeler üzerine sohbet edildi. Bu aşamada ezberlenmiş soru-cevaplar işe yaramazdı ama Zhitong zaten başarıya odaklı bir “soru çözücü”ydü. Hem hafızası hem kavrayışı güçlüydü.
Karşı tarafın verdiği tepkiden memnun olup olmadığını anlayamasa da, kendisi gayet rahattı. Şanghay aksanlı İngilizcesiyle gayet özgüvenli bir şekilde konuştu. Neler yaşanmıştı, neden yaşanmıştı, piyasaya etkisi neydi, genel kanaat neydi, bu kanaate katılıyor muydu ve neden... Ardından bir adım daha ileri gitti: Bu olayın M Bankası üzerindeki etkisi ne olurdu? O bankanın bir çalışanı olsaydı ne yapardı?
Üç tur tamamlandığında şirket tarafından açık büfe yemek düzenlendi. Adaylar ve görüşmeciler aynı ortamdaydı. Sohbet, gözleme, sosyal etkileşim... Bu da adeta dördüncü bir sınav gibiydi.
Burası otuz sekizinci kattaki personel yemek salonuydu. Tavandan tabana camlarla çevriliydi. Şehir manzarası, caddeler, park ve ufuk çizgisi net şekilde görünüyordu. Güneşli bir öğleden sonraydı, gökyüzü sonbahara özgü o keskin mavi renkteydi.
Ding Zhitong ortamda kısa bir "ben buradayım" turu attıktan sonra, nihayet biraz yemek aldı. Derken Qin Chang’ı gördü. Elinde kahve fincanı ile yanına geldi.
Bu kez adamı nihayet net bir şekilde görebilmişti.
Qin Chang tipik bir yatırım bankacısı görünümünde değildi. Boyu kısa sayılırdı, yüz hatları yumuşaktı. Giyimi sıradandı ama kusursuzdu. Sol yüzük parmağında sade bir alyans vardı. Genel haliyle oldukça temiz görünüyordu. Belki de daha önce kafasında oluşturduğu imajdan dolayı, yine de ona bakınca hafif bir hüzün havası seziyordu; bu ona lisede olimpiyat matematik kursundaki öğretmenini hatırlatıyordu.
Zhitong ona İngilizce selam verdi, o ise hemen Çinceye geçti. “Nasıl geçti sence?”
Zhitong gülümsedi ama kaçamak cevap verdi. Bu tür bir soruya ne yanıt verileceğini bilmiyordu. Geriye dönüp baktığında büyük bir hata yapmadığını düşünüyordu ama sıyrılıp çıktığını garanti edemezdi.
Asıl Qin Chang onu rahatlatmaya çalıştı. “Şu bir gerçek ki; eğer biri kendini iyi hissetmiyorken bile senin gösterdiğin performansı gösterebiliyorsa, IBD işinin üstesinden rahatça gelir.”
Zhitong, o eski olayı yine anımsadığı için biraz mahcup oldu.
Qin Chang ise gülerek devam etti. “İnan bana, eğer bu işi gerçekten seçersen, gelecekte buna benzer sayısız deneyim yaşayacaksın.”
Sesi yine aynı şekilde yumuşaktı. Aynı zamanda hâlâ hüzünlü.
Zhitong da artık iyice rahatlamıştı. O an bayılacak gibi olduğunu hatırlayıp şaka yaptı. “Ölümle burun buruna gelmek gibi mi?”
Qin Chang elindeki bardağı döndürerek hafifçe güldü. Sanki “anladın sen onu” diyordu.
Yıllar sonra Ding Zhitong hala bu anı ve Qin Chang’ın o sözlerini hatırlıyordu.
Qin Chang, işin kendisini seçmediğini, kendisinin bu işi seçtiğini söyledi.
Bazen düşünmeden edemiyordu. O zaman pes etmiş olsaydı, sanki bambaşka bir paralel evrenin başlangıcına adım atmış olacaktı ve ondan sonra yaşanan her şey de bambaşka gelişecekti.
Superday’in bitiminde, Ding Zhitong M Bankası'nın bulunduğu binadan çıktı.
Başarılı olup olmadığını tahmin etmeye cesaret edemiyordu ama yine de kendini durduramıyordu. Yoldan gelip geçen her kişiye bakarken, sanki artık buranın bir parçasıymış gibi hayal ediyordu kendini. Sabahları metroda yayılan tuhaf kokularla güne başlamak, öğlenleri Broadway’deki yemek arabalarının önünde sıraya girmek, her gün gün doğumuyla işe başlayıp gece yarısı eve dönmek... Tabii en çok da, primlerin yattığı günü dört gözle bekliyordu.
Ama bu noktada düşünmeyi bıraktı. Devam etmesine izin vermedi. Çünkü o, şanssız bir insandı. Geçmiş deneyimlerine göre, “kesin olur” dediği hiçbir şey bugüne kadar gerçekleşmemişti.
Asıl plana göre, şu sıralarda metroya binmiş, otobüs terminaline gidiyor olmalıydı. Orada bir bilet alıp emanete bıraktığı valizini geri alacak, otobüse binip Ithaca’ya dönecekti. Belki otobüs yola çıktıktan sonra, ancak o zaman Gan Yang’a bir mesaj atardı. “Ani bir işim çıktı, Pazar günü koşunu izlemeye gelemeyeceğim.”
Ama işte o öğleden sonra, bir cadde ötede yer alan Bryant Park’ta sonbaharın tüm renkleri parlıyordu. Birden bir istek duydu içinde, ertesi günkü hava durumuna baktı – parçalı bulutlu, sıcaklık 15°C, hafif rüzgarlı.
O anda Gan Yang’dan da bir mesaj geldi. Queen’s’e en yakın tezahürat noktasının konumunu atmıştı. Pulaski Köprüsü’nün oradaydı ve o civardan geçeceği yaklaşık zamanı da belirtmişti.
Ding Zhitong kaldırımda durdu, ekrana uzun uzun baktı ama cevap yazmadı. Sonra telefonu çantasının dibine attı ve metro istasyonunun derinliklerine doğru yürüdü. Eski metro vagonlarıyla birlikte sallanarak ilerledi. Tekerleklerle raylar arasındaki sürtünmeden çıkan çığlık gibi sesler, uzun tünelde yankılanıyordu.
Otobüs terminaline ulaştığında, önce emanete gidip yedek kıyafetleri ve kişisel bakım eşyalarının bulunduğu sırt çantasını aldı. Turnikelerin önünde bir süre tereddüt etti. Sonunda içeri girmedi, metroya geri döndü ve Flushing’e gitti.
Misafir evine geri döndü ve ev sahibine bir gece daha kalmak istediğini söyledi. Orada bir akşam yemeği yedi. Ev sahibi, başka bir konukla konuşurken ona satış ortaklığı teklif etmeye çalışıyordu. Ancak yemek bittikten ve odasına çekildikten sonra, Ding Zhitong telefonu çıkarıp sadece iki harf yazdı: “OK”.
“Önemli bir şey de değil yani.” diye kendi kendine bahane buldu. Bilet parası zaten karşılanmıştı, fazladan bir gecelik konaklama da çok bir şey tutmazdı. Madem buradaydı, o zaman gidip bir bakabilirdi.
Tam o saatlerde, Gan Yang da dışarıdan yeni dönmüştü.
O günün en önemli işi, Wang Yi ile birlikte maraton fuarına gidip koşu numarasını, yarış tişörtünü, zaman çipini ve kişisel eşyalar için verilen torbayı almaktı. Sonra da şehirdeki beş ayrı bölgeyi arabayla gezerek güzergâhı, başlangıç ve bitiş çizgisini öğrenmişti.
Wang Yi, onun uzun mesafe koşuya başladıktan sonra tanıştığı bir arkadaştı. Daha önce birkaç kez başarıyla maraton bitirmişti. Görünüşü oldukça sakin, her zaman kuralına uygun kestirdiği kısa saçları vardı. Yaşça Gan Yang’a yakın gibi dursa da aslında ondan epey büyüktü. Columbia Üniversitesi’nde biyomekanik alanında doktora yapıyordu.
Gan Yang ise tam bir amatördü. Gün boyunca Wang Yi’nin uyarılarını dinlemek zorunda kaldı. Sabah altıda yola çıkmaları gerektiğini, koşu başlangıç alanını netleştirmesini, numara kağıdının arkasına acil durum irtibat bilgilerini yazmasını, zaman çipinin çalışıp çalışmadığını kontrol etmesini, tuz tabletleri ve enerji jellerini alıp almadığını... Hatta “ilk defa koşuyorsun, göğüs ve kasık bölgesine mutlaka bolca vazelin sür” gibi uyarılar bile aldı.
Tüm gün boyunca bu kadar bilgiyle yorulmuştu. Ama Ding Zhitong’un gönderdiği o iki harfi görünce, dudaklarının kenarı istemsizce yukarı kıvrıldı. “Hıh” diye mırıldandı ve kapıdan girer girmez üstünü çıkarmaya başladı.
“Ne yapıyorsun sen?” diye bağırdı Wang Yi, şaşkın ve tetikteydi.
Gan Yang cevap verdi. “Biraz koşacağım.”
“Şaka mı yapıyorsun? Saat neredeyse dokuz. Yarın 42 kilometre koşacaksın!”
Gan Yang dinlemedi. Spor taytını giymişti ve tek ayağı üstünde zıplayarak koşu ayakkabılarını ayağına geçiriyordu. “Uzaklara gitmeyeceğim, biraz ritmi bulup dönerim.”
Wang Yi’nin kaldığı yer Columbia Üniversitesi civarındaydı. O bölge genellikle orta sınıfın yaşadığı bir yerdi, 110. caddeden 117. caddeye kadar oldukça sakindi. Ama on dakikalık bir yürüyüşle kuzeydoğuya gidilirse, Harlem’e ulaşırlırdı. Karanlık sokaklar, harap dükkanlar ve kuşkulu tiplerin takıldığı bir yerdi orası. Yalnızca birkaç sokak farkıyla bambaşka bir dünyaya geçerdin.
Wang Yi korkaktı. Bir keresinde yanlışlıkla oraya girip bir adamdan “Yo, whassup man?” diye bir bağırış duyduğundan beri, gece koşularına elveda demişti. Ama Gan Yang dediğim dedikti. Spor salonundaki kasların “ölü” olduğunu, koşu bandında gösterilen kilometrelerin “ruhsuz” olduğunu savunuyordu. Daha önce de burada kaldığında canı isterse Harlem’e kadar koşardı.
Bu akşamki hâli de öyleydi. Wang Yi onun halinden Harlem tarafına gideceğini hemen anlamıştı.
“Bu kadar da kendine güvenme, arada duvar falan yok.” diye uyardı Wang Yi.
Ama Gan Yang aldırmadı. “Gerçekten başıma bir şey gelirse kaçarım. Yıllardır bunun için çalışmadım mı? Her gün içip uyuşturucu kullanan birkaç adamdan hızlı koşamam mı sence?”
Wang Yi hemen karşılık verdi. “Nereden biliyorsun, belki onlar da antrenmanlıdır.”
Gan Yang da hemen sordu. “İnsan düzenli koşu yapıyorsa neden gidip soygun yapsın ki?”
Wang Yi sonunda pes etti, dönüp bilgisayarının başına geçti. “Peki peki, nereye isistersen git. Yanına birkaç tane yirmilik al, telefonunu unutma. Soyulursan hemen bana mesaj at, gelip sana giysi getiririm...”
Arkasında bir kapı kapanma sesi duyuldu. Wang Yi kafasını kaldırıp baktığında, Gan Yang çoktan gözden kaybolmuştu.
Gecenin karanlığı çökmüştü, hava serinlemişti, sokaklar tenha idi. Gan Yang kaldırımda biraz ısındıktan sonra, koşmaya başladı. Kısa sürede en rahat ritmini yakaladı. Soğuk hava ciğerlerini dolduruyordu, ağzından çıkan buhar gecenin karanlığında eriyor, sanki denize karışan bir damla gibi yok oluyordu.
Bu saatler, onun her zaman gece koşularını yaptığı vakitlerdi. Biyolojik saati çok dakikti; her sabah altıda kalkar antrenman yapar, akşam sekizde de altı kilometre koşardı. Yarıştan önceki gece normalde dinlenmesi gerekirdi ama bu gece, yine de koşmak istemişti. Belki Liu Başkan yüzündendi, belki maraton, belki de Ding Zhitong... Belki de üçünün birden etkisi vardı.
Daha dün, her zaman yaptığı gibi Liu Başkan’ı aramış ve mezuniyetten sonrası hakkında konuşmuştu.
Liu Başkan tabii ki onun geleceğinin parlak olduğuna inanıyordu. Olimpiyat madalyasına gidememişti belki ama suç kronometredeydi, jürilerdeydi. Konuşmanın sonunda da her zaman dediği şeyleri tekrarlamıştı. “Mezun olunca kalabiliyorsan Amerika’da kal, ama çok yorucu bir işe de girme sakın.”
Ganyang, “Herkes zengin olanların daha da çok çalıştığını söylüyor. Başkan Liu, sen neden oğlunun hırslı olmasını istemiyorsun?” dedi.
Başkan Liu ise şöyle yanıtladı: “Ben bu kadar çok çalışıyorsam, oğlumun çalışmasına gerek kalmasın diyedir. Amerika evden çok uzak diyorsan, Hong Kong’a git. Orada ev bile ayarlandı senin için, tek eksik evlenip çocuk yapman.”
“Bu söylediklerin kulağa biraz... domuzun çiftleşme dönemine sokulması gibi geliyor.” diye şaka yaptı Ganyang.
Başkan Liu kilometrelerce öteden onu azarladı: “Saçmalama, ne diyor bu çocuk böyle?!”
Gan Yang kıkırdayarak güldü.
Başkan Liu, yani Liu Yongjuan, onun annesiydi. Gan Yang onu küçüklüğünden beri fabrika çalışanlarının ağzından duyduğu şekilde “Başkan Liu” diye çağırıyordu. Artık yirmili yaşlarının ortasındaydı, bunu dışarıda söylemeye biraz utanırdı ama hâlâ her hafta sonu annesiyle telefonda konuşurdu. Her şeyi konuşurlardı.
Biraz güldükten sonra yeniden sordu. “Geçen sefer bahsettiğim şeyi düşündün mü?”
“Şey... Sonra konuşuruz.” diye geçiştirdi Başkan Liu.
“Ne demek sonra konuşuruz?” Gan Yang onun bu şekilde sıyrılmasına izin vermedi.
Başkan Liu ciddi bir ses tonuyla, “Önce okul işini hallet. Sonra bir süre çalış, girişim işini o zaman düşünürüz.” dedi.
“Bir süre dediğin ne kadar?” diye net bir süre istedi Gan Yang.
Başkan Liu düşündü ve “Bir yıl.” dedi.
Gan Yang da düşdüünce mantıklı buldu. “Tamam, anlaştık.”
Başkan Liu güldü. “Yetişkinler söz verir ve tutar.”
Bu sözü çocukluğundan beri defalarca duymuştu. Kesin bir güvenin ifadesiydi. Annesi daha önce onun dönmesini hiç istememişti. Bu, ilk kez geri adım attığı andı. Ganyang’ın keyfi çok yerindeydi.
Ertesi gün maraton koşusuna ilk kez katılacaktı. Ding Zhitong onu Pulaski Köprüsü’ndeki tezahürat noktasında bekleyecek, ona destek verecekti.
Bunu nasıl açıklayacağını bilmiyordu ama her şeyin tamamlanmış olduğunu hissediyordu. Tıpkı bir anime dizisinin her bölümünün sonunda çıkan, “devam edecek” anlamına gelen yazılar gibi, bir sonraki bölümü sabırsızlıkla bekliyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder