Eat Run Love - 6. Bölüm

İki elini yumruk yapmış, kolları belinde, başı hafif kalkık—o meşhur “yukarıdan insanlara bakan” bakışla, gözlerini ileri dikmişti.

Birkaç gün sonra, Ding Zhitong bir telefon aldı.

Karşı taraftaki ses M Bankası’nın İnsan Kaynakları departmanından birine aitti. 

“Tebrikler! İlk tur mülakatı geçtiniz. Lütfen 3 Kasım’da Manhattan’da yapılacak bu yılki kampüs işe alım Superday etkinliğine katılın.”

O sırada dersten yeni çıkmış, amfiden dışarıya doğru yürüyordu. Ithaca her zamanki gibiydi—rüzgâr esiyor, kar taneleri savruluyor, gökyüzü kapalıydı.

Sakinmiş gibi davranarak telefon görüşmesini sürdürdü. Yer ve zamanı teyit etti, karşı taraf son sözlerini bitirip telefonu kapatana kadar kendini tutmayı başardı. Ama görüşme biter bitmez, neredeyse sevinçten havaya zıplayacaktı. Ne yazık ki etraf kalabalıktı; bu yüzden kendini tuttu. O an, bu güzel haberi kiminle paylaşacağını bilemedi. Feng Sheng mülakata bile alınmamıştı, muhtemelen hâlâ içten içe üzülüyordu. Daha işin başındayken, her şey belirsizken, şimdiden Song Mingmei gibi çoktan işe alınmış birinin yanında heyecanını paylaşmak da pek uygun olmazdı.

Biraz kararsız kaldıktan sonra, telefon rehberinden Gan Yang’ı buldu. Kısa ve öz bir mesaj yazdı:

“Superday’e kaldım.”

Karşıdan neredeyse anında yanıt geldi.

“Yarın seni koşuya götürüyorum!”

Oysa Ding Zhitong’un tek istediği, onun “Sen harikasın be kıdemlim!” demesiydi. Koşu meselesini hala unutmamış olması onu şaşırttı ve hemen reddetti.

“Hayır, önce bir teklif gelsin de sonra konuşuruz.”

Gan Yang geri adım attı.

“O zaman önce bir yemek yiyelim?”

Yine mi yemek? Sadece bir iyilik yapmıştı, bu kadar da istismar edilmezdi. Ding Zhitong mesajı okurken istemsizce acı bir tebessümle başını salladı. Yine de morali iyiydi, o yüzden sonunda şöyle yazdı:

“Peki.”

Yine yemek için buluştular, ama bu kez farkli yerde—kampüsün orta kısmındaki Okenshields adlı yemekhanedeydiler.

Geçen sefere göre hava birkaç derece daha soğumuştu, ama Gan Yang’ın umurunda değildi sanki. Üzerinde sadece göğsünde okul amblemi bulunan kapüşonlu bir sweatshirt vardı. Geçen seferki griydi, bu seferki siyahtı. İçinden beyaz bir tişörtün yakası görünüyordu. Geniş omuzları ve uzun bacaklarıyla oldukça hoş görünüyordu. Ding Zhitong’dan yarım kafa daha uzun olsa da, Ding yine de üst sınıf havasını sürdürdü ve bir yemek fişi daha harcayıp ona öğle yemeği ısmarladı.

İkisi sıraya girip yemeklerini aldılar ve bir yere oturup karşılıklı konuşmaya başladılar.

Gan Yang tarihleri karşılaştırınca fark etti ki, Ding Zhitong’un Superday'e katılacağı hafta sonu, kendisi de tam o zaman şehir merkezine gidecekti.

4 Kasım'da, ilk kez New York Maratonu'na katılacaktı.

“Birlikte gidelim, hadi! Benim arabamla gelirsin.” dedi ona bakarak.

Ding Zhitong onun gözlerinin birden parladığını gördü. Daha önce hep bunun sadece romanlarda geçen bir mecaz olduğunu sanırdı.

“Hangi gün gitmeyi düşünüyorsun?” Hemen kabul etmedi.

Gan Yang düşündü, “Cuma öğleden sonra bir sınavım var. Akşam çıkarız.”

Ding Zhitong başını salladı. “Yolda en az dört saat sürer, New York’a çok geç varırız. O gece iyi dinlenmem lazım, geçen seferki gibi olmasın...”

Ama bu çocuk hala vazgeçmemişti. “O zaman biraz erken çıkarız?”

“Sınavın ne olacak?” diye karşılık verdi Ding Zhitong. “Boşver, ben otobüsle giderim. Cuma sabahı yola çıkarım, altı saat falan sürer, öğleden sonra orada olurum...” Bunları söylerken onun gözlerindeki ışığın nasıl yavaş yavaş söndüğünü de gördü.

“Şöyle yapalım o zaman...” İçinden bir yumuşama geldi. Yeni bir öneri sundu. “Ben pazar günü gelip seni izlerim, maraton bitince de birlikte Ithaca’ya döneriz, olur mu?”

“Tamamdır, anlaştık!” Karşısındaki gözler yeniden ışıldadı.

Ve işin tuhafı, Ding Zhitong bu bakışı izlemekten hoşlandığını fark etti.

Böylece yemek boyunca Gan Yang'ın “New York Maratonu” hakkında çene çalmasını dinledi. Hatta çocuk çantasından kağıt kalem çıkarıp kendi çizdiği haritayla anlatmaya başladı.

“Burası başlangıç, Staten Adası’ndaki Fort Wadsworth. Oradan Verrazzano Köprüsü’nden Brooklyn’e geçiyoruz, 1200 metrelik bir yokuş, yaklaşık 50 metre irtifa farkı var. Tüm maratonun en yüksek noktası. Köprüyü geçince Brooklyn düz bir parkur, orası bitince yarı yolu geçmiş oluyoruz. Sonra Pulaski Köprüsü’nden Queens’e, üç kilometre sonra Queensboro Köprüsü’nden Manhattan’a geçiyoruz, 1st Avenue boyunca altı kilometre koşuyoruz, sonra Willis Köprüsü’nden Bronx’a geçiyoruz, 2500 metre sonra Madison Köprüsü’nden tekrar Manhattan’a, 5th Avenue boyunca 2500 metre koşup Central Park’a giriyoruz. 37. kilometrede yine zorlu bir yokuş var, 30 metre daha tırmanıyoruz. Bu son yokuşu bitirince, son beş kilometre kalıyor...”

Ding Zhitong bunları pek kafasına takmadan dinlerken, gayet gerçekçi bir sorunla yüzleşti — az önce ağzından öylece çıkıvermişti ama, kendisine fazladan bir gece konaklama masrafı çıkmış oldu. Kendini “Hiç değilse dönüşte onun arabasıyla giderim, tek yön bilet parasından tasarruf ederim” diyerek teselli etmeye çalıştı. Sonra düşününce yine hesap tutmadı. Superday için şehir dışından gelen öğrencilerin ulaşım masraflarını M Bankası karşılıyordu ama bu fazladan gece konaklama parasını kendi cebinden ödeyecekti.

Kafasında arka planda deli gibi hesap yaparken Gan Yeng da tam o anda konaklama meselesini hatırladı.

“Nerede kalacaksın?” diye sordu.

“Flushing’de.” dedi Ding Zhitong. Yaz stajı sırasında orada kalmıştı; Çinlilerin yoğun olduğu bir bölgeydi, Yan Aihua'nın tanıdıkları orada birkaç ucuz ve güvenli pansiyon önermişti.

Gan Yang hemen karşılık verdi. “O kadar uzak mı? Mülakatın Manhattan Midtown’da olmalı, değil mi?”

“Orada tanıdıklarım var...” diye geçiştirdi Ding Zhitong. 'Ben de isterim Manhattan’da otel tutmayı, parayı sen mi vereceksin?' diye düşündü. Sonra bu düşüncenin biraz uygunsuz olduğunu fark edip hemen sustu.

Gan Yang da daha fazla kurcalamadı. Elindeki kendi çizdiği haritaya tekrar döndü, içinden hesap yaptı. “Staten Adası’ndan başlayıp Brooklyn, sonra Queens... 30 kilometre civarında ‘duvara çarpma’ evresi başlıyor. Sen Queen’s’te beni en iyi halimle göremeyeceksin yani...”

Ding Zhitong gülmemek için kendini zor tuttu ve gayet içtenlikle, “Tamam işte, ben de tam o noktada sana moral veririm. Orayı geçtikten sonra metroya atlar bitişte seni beklerim.” dedi.

Gan Yang bu cevabı duyunca iyice keyiflenerek gülümsedi.

Bu kadar saf bir insan olabilir mi? diye düşündü Ding Zhitong. Hatta biraz da içi burkuldu.

Bu safça fikir, o gün öğleden sonra, Ding Zhitong büyük derslerden birinde Song Mingmei’yle karşılaşana kadar sürdü.

Song Mingmei yanına oturdu, hafifçe dürterek kulağına fısıldadı.

“Hey, öğlen kiminle yemek yedin?”

Ding Zhitong yemekhanede biri tarafından görülmüş olduğunu hemen anladı. Şüphe çekmemek için mesafeli bir tavırla, sanki çok tanımadığı birinden bahsediyormuş gibi, “Metalurji bölümünden bir son sınıf Çinli öğrenci. Mülakat hakkında bir şeyler soruyordu.” dedi.

Ama Song Mingmei doğrudan isim verdi.

“Gan Yang, değil mi?”

Ding Zhitong rolünü bozmadan, bir yandan dizüstü bilgisayarını açıp bir yandan umursamazca cevap verdi.

“Evet, sana da mı mülakat sorularını sordu?”

Bu soruyu çok doğal bir şekilde yöneltti ama Song Mingmei sinsi bir gülümsemeyle karşılık verdi. Her şeyi çözmüş gibi bakarak konuştu. 

“Gan Yang öyle mi? O mu başkalarından mülakat tavsiyesi alacak? Hadi canım. Onun tarzı daha çok şöyle: ‘Hey, benimle koşuya gelmek ister misin?’”

Son cümleyi Gan Yang’ı taklit ederek söyledi, üstelik oldukça da benzetmişti.

Ding Zhitong’un içinde bir şeyler buz gibi oldu ama dışarıdan hiçbir şey belli etmedi.

“Bunu sana da mı söyledi?”

“Evet.” dedi Song Mingmei doğrudan ve bilgisayarını açarak dersi dinlemeye başladı, “Ben daha okula yeni gelmiştim, hemen yürüdü zaten. Sonra da koşuya davet etti.”

“Sen gittin mi?” diye sordu Ding Zhitong.

Song Mingmei başını salladı.

“Eğer spor salonunda koşu bandında olsaydı belki düşünürdüm ama illa açık havada koşalım dedi. O yüzden boş verdim.”

“Peki sonra?” Ding Zhitong neden hâlâ sorduğunu bilmiyordu.

Hoca çoktan yerini almış, projektörü açmıştı. Salon karardı ve slaytlar başladı.

Song Mingmei kalan birkaç saniyede son cümlesini sıkıştırdı.

“Sonrası mı? Herhalde başka birine sormuştur.”

Ding Zhitong başka bir şey demedi. Bir yandan geçen haftanın notlarını açarken, kulağında hâlâ o ses çınlıyordu.

Ding Zhitong, benimle koşuya gelmek ister misin?

Lanet olsun! diye içinden geçirdi. Bu çocuk da neyin nesi böyle?

Sadece o bir saniyelik anda, gerçekten gidip Gan Yang’ın yakasına yapışıp “Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” diye sormak istemişti.

Ama ders bitince, o kadar da önemli gelmedi.

1940 yılında Bai Liusu, Fan Liuyuan’a şöyle demişti:

Gerçek bir Çinli kadın, dışarıdan bakıldığında buz gibi temizdir ama içten içe fazlasıyla baştan çıkarıcıdır.

2007 yılındaki Ding Zhitong, 1.67 boyunda, 47 kilo, bel-kalça oranı neredeyse yok sayılabilir durumdaydı ve gözlük takıyordu.

Hakkını vermek gerekirse, onun aslında öyle kuruntulara kapılması bile yersizdi. Zaten karşı taraf da ona herhangi bir şey yapmamıştı ki, bu kadar abartmaya ne gerek vardı? Onun hayat hedefi mezun olmak, iş bulmak ve para kazanmaktı; başka şeyler düşünecek vakti mi vardı sanki?

O birkaç gün boyunca da her zamanki gibi kış dağlarını aşarcasına derse gidiyor, kütüphanede çöküp büyük ödevini tamamlamaya çalışıyordu. Bu arada iki iş başvurusu daha ön elemeden geçmişti, görüşme için telefonla mülakat ayarladılar.

Her telefon mülakatı öncesi, o hep yarım saat önceden yurda dönerdi. Su içer, tuvalete gider, ellerini yıkar, içinden tütsü yakmasa da hazırlığını yapar, kapıyı kilitler, kulaklığını takar, bilgisayarını açar, özgeçmişiyle not kağıdını çıkarır, hatta yüz ifadelerini kontrol edebilmek için karşısına bir de ayna koyardı. Kendini adeta bir çağrı merkezi çalışanı gibi hissediyordu.

Bunlara ek olarak, M şirketinin “Superday”ine de hazırlanması gerekiyordu.

“Superday” dediğin şey, birkaç yıl öncesine kadar “assessment center” yani değerlendirme merkezi olarak anılırdı; özetle birden çok mülakatın tek bir günde tamamlandığı, türlü biçimlerde sınandığın son aşamaydı.

Yeni mezun alımında bu, son adımdı. Görünüşte büyük paraya bir adım kalmış gibiydi ama gerçekteki elenme oranı, Normandiya Çıkarması’ndan bile fazlaydı.

Yine de gönderdiği tüm başvurular içinde, bu onun için en ideal ve başarıya en yakın ihtimaldi.

O birkaç gün boyunca, Gan Yang yine mesaj atmaya devam etti. Ding Zhitong ne yanıt vereceğini düşünüp durdu. Aklına hep lisede okuduğu o Tayvan aşk romanlarındaki bir replik geliyordu: “Benim seninle bu oyunları oynayacak vaktim yok!” Belki bu söz çok fazla tekrarlandığı için belki de söyleyenler hiçbir zaman ciddi tipli kişiler olmadığından, o zamanlar bu cümleyi her duyduğunda gülmek gelirdi içinden. Ama şimdi, bu yedi kelimeyi gerçekten onun yüzüne haykırmak istiyordu.

Tabii ki yapmadı. Sadece her gece yatmadan önce topluca bir cevap gönderdi. Karşı taraf da büyük ihtimalle tavrını anlamıştır zaten. Vakti geldiğinde de “Üzgünüm, maçına gelemeyeceğim” deyip geçerdi. İster koşu partneri arasın ister flört peşinde olsun, bu konu böylece kapanmış olacaktı.

Göz açıp kapayıncaya kadar cuma geldi çattı. Ding Zhitong Ithaca’dan yola çıkıp altı saatlik otobüs yolculuğuyla New York’a ulaştı.

Otobüs terminalinden çıkınca, ertesi gün Midtown’daki mülakat yerine nasıl gideceğini haritadan bir kez daha kontrol etti, sonra metroya binip Flushing’e geçti ve önceden ayarladığı pansiyona yerleşti.

Burası beş odalı, küçük, kırmızı duvarlı, gri kiremitli, önünde ve arkasında avuç içi kadar çiçekli bahçesi olqn bir evdi.Evde kalanların hepsi Çinli öğrencilerdendi. Kimi civarda okuyordu, kimi kısa süreliğine çalışmaya gelmişti. Ev sahibesi, Yan Aihua’nın poker oynama arkadaşıydı. Aynı dönemde, 80'ler ve 90’larda yurt dışı bağlantıları sayesinde Amerika’ya gelen o kuşaktandı. İngilizcesi hâlâ pek iyi değildi. Vergi beyanını “Taxi” diye, salata sosunu da “Dress” diye telaffuz ederdi ama bu dil eksikliği, onun burada yıllardır tutunmasına, ev alıp araba edinmesine ve canı sıkıldıkça gençlere hayat dersi vermesine hiç engel olmamıştı.

O akşam Ding Zhitong, ev sahibinin hazırladığı akşam yemeğini yedi. Yemekte ister istemez ertesi günkü mülakat konusu açıldı. Ding Zhitong, tevazu gösterip “Sadece denemeye geldim, büyük ihtimalle olmayacak.” dedi. Beklemediği şekilde ev sahibi de onu teselli etti.

“Sen zaten gayet iyisin. Bunu bir deneyim olarak gör. Bir düşün, insanlar neden yüksek maaşla bir yabancıyı işe alsın ki, değil mi?”

Ding Zhitong ne diyeceğini bilemedi, içinden sadece “tövbe tövbe” dedi. Neyse ki ev sahibi konuyu daha fazla uzatmadı. Rengarenk kutular çıkardı ve bir sağlık ürünü markasının temsilcisi olduğunu söyledi. Eğer Ding Zhitong da ondan ürün alırsa, Yan Aihua’nın hatırına etiket fiyatından %42 indirim yapacağını, üstelik öğrenciler ve ev kadınları için biçilmiş kaftan olduğunu, ayda sadece evde oturup birkaç telefon açarak birkaç bin dolar kazanılabileceğini ballandıra ballandıra anlattı.

Burada doğrudan satış sistemi yasaldı, bu işlere giren orta yaşlı kadın çoktu. Ding Zhitong daha önce de duymuştu zaten, hemen “Teşekkür ederim, almayayım.” dedi. Epey dil döktükten sonra ev sahibi onun gerçekten parasız olduğuna kanaat getirdi ve sadece yemeğin parasını alarak onu yukarıdaki küçük odasına gönderdi.

Erken yattı, ama heyecandan mı yoksa yatağa yabancı olduğundan mı, bir türlü uyuyamadı. Saat on biri geçtiği hâlde hâlâ dönüp duruyordu. O sırada köşede şarja takılı telefonu bir kez yanıp söndü, birkaç saniye sonra yine ışık yansı. Oda dar ve uzun bir koridor gibiydi. Yataktan bir bacağını uzatınca telefonu alabilecek mesafedeydi. Eğilip baktı, iki mesaj gelmişti ve ikisi de Gan Yang'dandı.

İlkinde, “New York’a geldim, Columbia yakınlarında bir arkadaşımda kalıyorum.” diyordu.

İkincisi ise, “Yarın başarılar! Sana Superday’i geçmenin sırrını göndereceğim.” şeklindeydi.

Ding Zhitong dayanamadı, “Ne sırrı?” diye sordu.

Gan Yang talimat vermeye başladı: “Şimdi ayağa kalk.”

Ding Zhitong dağınık saçlarıyla yataktan kalkıp çıplak ayakla yere bastı.

Ardından 2. adım: “Ayaklarını omuz hizasında aç.”

Dediğini yaptı.

3. adım: “Omuzlarını geriye çek, göğsünü dik tut.”

Üzerinde sadece bir askılı tişört ve küçük bir iç çamaşırı vardı. Bu poz biraz garip hissettirdi ama yine de yaptı.

4. adım:  “İki elini yumruk yap, kalçanın arka yanına koy.”

5. adım: “Kafanı hafifçe kaldır, ileri bak. Ama dikkat et, yukarıdan aşağı bakıyormuşsun gibi bir ifadeyle!”

Ding Zhitong dayanamayıp sordu. “Bu ne?”

Gan Yang cevapladı. “Süper kahraman pozu, Superman!”

Ding Zhitong: “???”

Aklında hemen 1978’deki Christopher Reeve’in mavi taytlı, kırmızı donlu, S harfi gibi kıvrık kaküllü Superman’i canlandı.

Gan Yang hâlâ açıklama yapıyordu. “Mülakattan önce kimsenin görmediği bir yerde bu pozu en az bir dakika tut. Bu testosteron seviyesini artırır, kortizolü azaltır...”

Telefonun ekranından gelen mavi ışık yüzünü alttan aydınlatıyordu. Ding Zhitong mesajı daha bitirmeden kendi kendine söylendi. “Ben de ne salakmışım, söylediklerini harfiyen yaptım.” Telefonu kapatıp bir kenara attı ve tekrar yatağa dönüp yorganın altına girdi.

Bu kez uyuyabildi. Gözlerini tekrar açtığında sabah olmuştu. Tam o anda telefon alarmı da çalmaya başladı. Bir hamlede yataktan fırladı. Diş fırçalama, giyinme, kahvaltı, makyaj... Hazırdı. Çıkarken eşyalarını toplayıp otobüs terminaline götürdü ve emanet dolabına koydu.

Her şey hazırdı, her adım sorunsuz ilerlemişti. Midtown’daki M şirketinin ofisine ulaştı, resepsiyonda ismini verdi, geçici ziyaretçi kartını aldı ve 37. kattaki bir toplantı odasına götürüldü. Superday’in başlamasına daha yarım saat vardı.

İçeride bekleyen başka adaylar vardı ve sürekli yeni gelenlerle birlikte oda yavaş yavaş doluyordu. Her biri tek başına bakıldığında farklı görünse de topluca bakıldığında birbirine çok benziyorlardı: Genç, keskin bakışlı, baştan aşağı şık, yüzlerinde gülümseme... Belli ki hepsinin örnek niteliğinde özgeçmişleri, ezbere bildikleri sayısal mantık soruları ve kendi olağanüstü deneyimlerini ve üstün niteliklerini sergileyen kısa hikâyeleri vardı.

Zaman, dakika dakika akıp geçti. Yirmi dakika... On be... On...

Ding Zhitong ayağa kalktı ve toplantı odasından çıktı.

Kapıdaki asistan onu görünce, “Az sonra başlayacak.” dedi.

O da, “Sadece tuvalete gideceğim, hemen dönerim.” diye yanıtladı.

Asistan belli ki böyle son dakika tuvalet koşuşturmalarına alışkındı. Elini kaldırıp yönü gösterdi ve “Çabuk git gel.” dedi.

Zhitong halı kaplı koridordan yürüyerek geçti, iki kapıdan kartını okutarak kadınlar tuvaletine ulaştı. İçerisi oldukça geniş ve temizdi. Etrafa bir göz gezdirdi, kimse olmadığından emin olunca lavabonun önünde durdu. Karşısında tüm duvarı kaplayan kocaman bir ayna vardı.

Adım 1: Ayaklar omuz hizasında açık.

Adım 2: Omuzlar açık, göğüs dik.

Adım 3: Eller yumruk yapılmış, belde. Baş hafif yukarıda. Gözlerde ise dünyayı tepeden izleyen o bakış, doğrudan ileriye...

...

Yıllar sonra bile Ding Zhitong o anı çok iyi hatırlıyordu. Hatta bir terfi sonrası yaptığı konuşmada bu hikâyeyi anlatmıştı. Dinleyenler muhtemelen bunu başka bir kişisel gelişim klişesi olarak algılamışlardı. Sonuçta bu sektörde bu tarz hikâyeler sayısızdı. Gerçekte onun bunu gerçekten yaptığını kimse bilmiyordu. O an, arkasında bir kırmızı pelerin görür gibi olmuştu sanki. Rüzgârla savrulan değil, yerçekimine meydan okuyan bir şekilde, neredeyse gerçeküstü bir biçimde süzülen pelerin...

Ta ki kapı açılıp biri daha içeri dalana kadar. Belli ki o da ani bir ihtiyaçla gelmişti ve Zhitong’un bu şekilde ayakta durduğunu görünce neredeyse ödü kopmuştu. Zhitong pozisyonunu bozdu, ona başını sallayıp gülümsedi ve topuk sesleriyle dışarı çıktı.


Yorumlar