Eat Run Love - 5. Bölüm

Vedalaşırken aklı çok netti, ama şimdi düşününce o kadar da emin olamıyordu.
“Niye ışıkları açmadan camı açıyorsun?”
Soğuk havaya aldırmadan hâlâ ince kıyafetlerle gezen Song Mingmei içeri girdi. Kimin odasından döndüğünü bilmiyordu ama kolları ve bacakları açıktaydı.
Ding Zhitong ancak o zaman camı kapatıp masadaki lambayı yaktı.
Durumu geçiştirmek için, “Odada çok sıcaktı. Kalorifer vanasını ne zaman gelip tamir edecekler acaba?” dedi ve montunu çıkarıp lavaboya yöneldi.
Song Mingmei hâlâ kapının kenarına yaslanmış duruyordu, içeriye girmemişti.
“Bugün sen olmasaydın, Bian Jieming’i nasıl başımdan savardım bilmiyorum.” dedi.
Bian Jieming de onun peşinden koşan adamlardan biriydi, üçüncü sıradaydı. O dönemde Song Mingmei’ye epey gönül vermişti, sırf onunla bir yemek yiyebilmek için sık sık New York’tan dört saatten fazla araba kullanarak geliyordu
Otuz beş yaşındaydı; o zamanlar onlara göre bu yaş çoktan "amca" sınıfına giriyordu. Ama finans dünyasında genç yaşta başarı elde etmiş biriydi. Manhattan’ın tam göbeğinde kendi finans şirketi vardı, hem danışmanlık hem yatırım işleri yapıyordu. Song Mingmei onunla New York’ta staj yaparken tanışmıştı; Bian, onun çalıştığı şirketin müşterisiydi.
Ding Zhitong bu konuda ona hep hayranlık duyardı. Bazıları kadınların networking (çevre kurma) konusunda doğal bir avantaja sahip olduğunu söylerdi ama o, bu avantajı kullanmaya ne cesaret edebiliyor ne de becerebiliyordu. Kendini hiçbir zaman Song Mingmei kadar ölçüyü elinde tutabilen biri olarak görmemişti. Mingmei hem kendi zarar görmüyor, hem de karşı tarafı memnun edebiliyordu.
Tam da bu sırada, Ding Zhitong’un aklı bir anda Gan Yang’a ve az önceki yürüyüşleri sırasında aralarında geçen konuşmalara kaydı.
Gan Yang ne demek istemişti?
Merdivenin altında vedalaştıkları anda her şeyden çok emindi aslında; ama şimdi, dönüp tekrar düşündüğünde o kadar da emin olamıyordu.
Ya da belki... bu meseleyi şu an düşünüyor olmak için biraz erken miydi? Sonuçta adam sadece onu evine bırakmıştı, birlikte bir akşam yemeği yemişlerdi, bir de kahve içmişlerdi. Her açıdan bakıldığında, son derece masumane bir “memleketten tanıdık yardımı” gibiydi.
Ding Zhitong bu konuda derin düşünmeye cesaret edemedi. Onun gibi biri için, M Bankası’ndan gelecek bir iş teklifi hâlâ daha makul bir beklentiydi.
Hayır, dur. Gan Yang ona birlikte koşuya çıkmayı da teklif etmişti.
Ama bu teklifin içinde de büyük bir belirsizlik vardı — M Bankası’ndan o teklifi alabilecek miydi?
Ding Zhitong aniden fark etti ki, bu düşünceler yüzünden, en gerçekçi hayali bile artık o kadar saf ve net gelmiyordu.
S*ktir!
Ardından, o garip test sonuçlarını bir kez daha hatırladı. Makyaj temizleme suyuyla yüzünün yarısını silmişken dayanamadı ve Song Mingmei’ye sordu
“Sence gerçekten ruh eşi diye bir şey var mı bu dünyada?”
Song Mingmei, daha önceki şakayı çoktan unutmuştu ama hiç tereddütsüz cevapladı.
“Tabii ki var.”
Ding Zhitong şaşırmıştı. Mingmei’nin bu kadar gerçekçi biri olarak, böyle çocukça bir düşünceden onu vazgeçirmeye çalışacağını sanmıştı.
Ama hemen ardından şu cümle geldi:
“...Ama insanın ruhu sayısız farklı yönü olan bir şey. Her yön için farklı bir ruh eşi vardır. Mesela ben, bana her açıdan uyacak tek bir insanın varlığına pek inanmam.”
İşte bu, onun tanıdığı Song Mingmei’ye daha çok benziyordu.
Ding Zhitong aynaya bakarak hafifçe gülümsedi ve “Yani şu anki 1, 2 ve 3 numara bunlar mı?” diye sordu.
Song Mingmei başını salladı.
“Hayır, onlar sadece gözlem örneklerim.”
“Ne demek gözlem örneği? Ne gözlemliyorsun ki?”
Ding Zhitong bu kısmı tam anlayamamıştı.
“Biri Şanghay’da girişimcilik yapıyor, biri Pasadena’da araştırma, diğeri Wall Street’te finans şirketi işletiyor. Ne kadar temsil edici örnekler ama.”
Song Mingmei açıklamaya başladı.
Onun hayatında olan potansiyel talipler her zaman net bir şekilde birbirinden ayrılmıştı. Gerek coğrafi olarak, gerekse mesleki alanlarda — hiçbir şekilde çakışmaları yoktu.
“Hmm,” dedi Ding Zhitong, onaylar gibi. “Ama örneklem boyutu biraz küçük sanki. Sayıyı biraz artırmayı düşünmüyor musun? En azından yüz kişilik falan olmalı bence.”
Song Mingmei, onun alay edip etmediğine aldırmadan kendi düşüncesini sürdürdü.
“Aslında haklısın, örnek demek pek uygun olmadı. O zaman şöyle diyeyim, bu üçü şu anki yatırım portföyüm. Biri internet sektöründe, biri yapay zekada, biri de finans dünyasında. Çin ile Amerika arasında geniş bir yelpazeye yayılmış durumdalar, yaşları da yirmi üçten otuz beşe kadar uzanıyor. Yani yatırım yaparken çeşitlendirmeye dikkat ettiğimi görüyor musun? Bu tam da bir banker’ın düşünce yapısı değil mi?”
Ding Zhitong’ın söyleyecek sözü kalmamıştı. Sadece, “Takdir ettim, gerçekten ” diyebildi.
Ama Song Mingmei bir anda daha da meraklandı, gözlerini ona dikip sordu
“Sen bugün ne yaşadın da bu kadar varoluşsal sorulara takıldın?”
“Ha? Yok ya, öylesine söyledim ben...”
Ding Zhitong hemen pijamalarını alıp banyoya kaçtı, Mingmei’nin Gan Yang’ı hatırlamasından korkuyordu.
***
Ertesi gün öğleden sonra Ding Zhitong, mülakat tavsiyelerinde yazdığı gibi usulen Qin Chang’ı aradı ve değerli vaktini ayırıp onu mülakata aldığı için teşekkür etti.
Telefon çaldı ve karşıdan yine o tanıdık, sakin ve akıcı İngilizce sesi geldi. Ama karşılıklı birkaç nazik cümleden sonra Qin Chang birden Çinceye geçti ve şöyle sordu.
“Daha iyi misin?”
Ding Zhitong olduğu yerde donakaldı. Sonra bir anda panikledi. Kendi elleriyle inşa ettiği “profesyonel aday” imajı sanki bir anda yerle bir olmuştu.
Başvurduğu pozisyon, yatırım bankacılığı biriminin (IBD) en alt kademesi olan analistlikti ve tüm bankacılık sektörünün en yoğun tempolu, en yıpratıcı işi olarak bilinirdi. Haftanın yedi günü, günde yirmi dört saat çalışmaya hazır olmak gerekirdi.
Oysa o gün, yüzü bembeyazdı, gözleri boş bakıyordu, elleri buz gibi soğuktu, neredeyse duvarlara tutunarak yürümüştü...
O haldeyken bile karşı tarafın hiçbir şey fark etmediğini nasıl düşünebilmişti?
Bu noktaya gelmişken, artık kendini sakin olmaya zorladı. Gülümseyerek açıklamaya çalıştı.
“Dün kahvaltı yapmadım, biraz kan şekerim düştü. Aslında bünyem sağlamdır, staj dönemimde de IBD’nin iş temposuna gayet iyi ayak uydurmuştum...”
Qin Chang onun ne düşündüğünü hemen anlamış gibiydi. Sözünü kesti ve “Aslında size dün bir soru daha soracaktım.” dedi. “Ama rahatsız görünüyordunuz, sormaya fırsat olmadı.”
“Buyurun.” dedi Ding Zhitong, dikkat kesilmişti.
Qin Chang yavaşça konuşmaya başladı.
“Eğer bir gün, A ve B şirketlerinde olduğu gibi başarısız işlemlerle sık sık karşılaşırsanız, işin karanlık yüzlerini yeniden yeniden görmek zorunda kalırsanız... kendinizi bu işi sevmeye nasıl ikna edeceksiniz?”
Konuşma bir anda yarım saniyeliğine durdu.
Ding Zhitong’ın dili tutuldu.
Gerçek şu ki, onun tek derdi para kazanmaktı. Sevmek ne alakaydı?
O an kendini tamamen şeffaf hissetti.
Ezberleyerek öğrendiği teknik bilgiler, kalıp cevaplarla doldurduğu davranışsal mülakat soruları, yapmacık dışadönüklük, zorlama özgüven... Hepsi Qin Chang’ın bakışları önünde bir bir çözülmüştü.
“Kararlılık da bir tür sevgidir, değil mi?” dedi, zorlama bir gülümsemeyle.
Karşıdan hafif bir gülüş geldi, sonra tekrar İngilizceye dönüldü.
Birkaç kibar cümle daha kuruldu ve telefon kapandı.
Telefonu kapattıktan sonra Ding Zhitong derin bir düşünceye daldı.
İlk başta mülakatta çok iyi geçtiğini düşünüyordu ama bu sıradan bir teşekkür aramasının ardından bile umutlarını yitirmeye başlamıştı.
Acaba işi çoktan kaybetmiş olabilir miydi?
Bu işi kendi başına çözemeyince olup biteni en ince ayrıntısına kadar Song Mingmei’ye anlattı.
Ondan profesyonel bir görüş almak istiyordu.
Song Mingmei ise her zaman aynı görüşteydi: Mülakatta hemşehrine denk gelmek çoğu zaman hayra alamet değildi.
Çünkü bazı insanlar, adil görünmek için ya da bilinçaltlarındaki başka karmaşık nedenlerle en çok yine kendi milletlerinden olanlara karşı acımasız oluyordu.
Ding Zhitong’un anlattıklarını dinleyince yüzünü buruşturdu.
“Üstelik bir de otuzunu geçmiş bir VP(Başkan Yardımcısı) ha... iyice sinir oldum.”
“Otuzunu geçmiş bir başkan yardımcısında ne varmış ki?” diye sordu Ding Zhitong.
Song Mingmei’nin zihni harıl harıl çalışıyordu. “Eğer Amerika’da lisans okuduysa ya da bizim gibi finans yüksek lisansından mezunsa, yirmi iki–yirmi üç yaşında işe başlamıştır. İki yıl Analist, iki yıl Yardımcı Yönetici, sonra da Başkan Yardımcısı olmuşsa, demek ki en az yedi yıllık iş tecrübesi vardır ve bu pozisyonda en az üç yıl geçirmiştir. Diyelim ki çalıştıktan sonra MBA yaptı ve doğrudan Yardımcı Yönetici pozisyonundan başladı, o durumda bile bu süreyi bulur.”
“Üç yıl çok da uzun bir süre sayılmaz ki.” dedi Ding Zhitong. Bu, yatırım bankacılığındaki normal bir terfi süreciydi. Otuzlarında bu noktaya gelmek zaten oldukça başarılı sayılırdı.
Song Mingmei daha açık anlatmak zorunda kaldı. “Üçüncü yılında bir başkan yardımcısı, artık yönetici pozisyonuna yükselebilecek kıvama gelmiştir. Ama bu adam, kar yağan bir cumartesi günü, arabayla dört saatten fazla yol yapıp Ithaca gibi bir yere gelip ilk tur kampüs mülakatı yapıyorsa... Bir düşün, iyice düşün.”
Ding Zhitong bu kez meseleyi kavradı ve Song Mingmei’nin gözlem gücüne içten içe hayran kaldı.
Bu sadece ilk tur görüşmeydi; karşılarına çıkan mülakatçıların çoğu genelde yardımcı yönetici seviyesinde oluyordu. Başkan Yardımcısı seviyesindeki Qin Chang, çok daha rahat ve uygun bir görev alabilirdi.
Başta sadece Qin Chang’in nazik ve mesafeli biri olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi geriye dönüp bakınca, içinde başka bir duygu uyanmıştı. Ne olduğunu tam adlandıramasa da, lisede onları sınava hazırlayan matematik öğretmenini andırdığını hissetmişti.
O öğretmen, yarışma sınıfına giren birkaç öğrenci için sınıf öğretmeni tarafından özel olarak getirtilmişti. Az konuşur, hiç sert olmazdı ama sabırlıydı; bir yandan da yorgun bir şekilde uzaklaşmış gibiydi. Elindeki üniversite sınavı sorularını anlatırken, öğrencilerin çözmesini beklediği anlarda sık sık camdan dışarı boş gözlerle bakardı—sanki şöyle diyordu: “Ben kimim? Neredeyim? Neden hayatımı burada heba ediyorum?”
Birkaç yıl sonra “Detachment” (Türkçeye “Bağlanma” veya “Kopukluk” olarak çevrilebilecek) adlı bir öğretmen filmi izlemişti. Başroldeki adam ona tanıdık gelmişti. Daha sonra, internette Çinlilerin sıklıkla kullandığı bir ifade gördü: sàng (yani umutsuz, yorgun, yılgın).
Ding Zhitong bunu ilk gördüğünde, tam olarak Qin Chang’i tanımladığını düşünmüştü. Ama o zamanlar bu adamın neden böyle olduğunu bilmiyordu. Sadece kendi çapında tahmin yürütüyordu—burası sonuçta Amerikalıların ülkesiydi. Söylenene göre, Çinliler için Wall Street’teki “cam tavan” pozisyonu başkan yardımcılığıydı. Belki de Qin Chang, işte o tavana takılmış, ne ilerleyebilen ne de geri dönebilen biriydi.
Aynı akşam, Feng Sheng onlara uğradı. Ding Zhitong, onun da fikrini sordu.
Feng Sheng’in bakışı da pek iyimser değildi. Kendi sınıf arkadaşları arasında küçük çaplı bir araştırma yaptığını, birçok finans kurumunun üçüncü çeyrek sonuçlarının açıklandığını ve kârların ciddi şekilde düştüğünü söyledi. Bu da bu yılki iş olanaklarının geçen yıla göre çok daha kötü hale gelmesine neden olmuştu. Song Mingmei gibi staj sonrası kadroya alınanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Hatta bazı kişiler return offer (geri çağrı teklifi) aldıktan sonra, İK’dan arayıp teklifin iptal edildiğini bile duymuştu. Arayıp nedenini sorduklarında, “şimdilik tüm kadrolar donduruldu, yeni alım yapılmayacak” yanıtını almışlardı. Ama isterlerse kalıcı pozisyon açılana kadar kısa dönemli stajyer olarak devam edebilecekleri söylenmişti.
Sonradan geriye dönüp baktıklarında, aslında daha o zamanlardan bir yıl sonra patlak verecek olan soğuk rüzgârları hissetmeleri gerektiğini fark ettiler. Ama olaylar gerçekten yaşanmadan önce, herkes bunun sadece sıradan bir dalgalanma olduğunu düşünmüştü. Tıpkı lise ders kitaplarında anlatıldığı gibi, kapitalist ekonominin doğal döngüsüne uygun, önemsiz bir iniş çıkış...
Feng Sheng gittikten sonra, Ding Zhitong çaresizce gerçeği kabullenip dizüstü bilgisayarını açtı, başka bir şirketin mülakatı için hazırlanmaya başladı. Yan odadan Song Mingmei’nin telefonla konuşma sesi geliyordu, tonunda nadir görülen bir yumuşaklık vardı. Ama konuşma çok genel seyrettiğinden, arayanın peşindeki taliplerden hangisi olduğunu kestirmek mümkün değildi.
Masada duran telefonu birden titredi. Ganyan’dan mesaj gelmişti. Hiçbir açıklama olmadan doğrudan selam veriyordu. “Hey, Ding Zhitung!”
Ding Zhitong yanıtladı: “Efendim, A-Gan?”
Ganyan lafı dolandırmadan bam diye konuya girdi. “İK seni aradı mı?”
Ding Zhitong iç çekti ve “Bu kadar çabuk olur mu hiç...” yazdı.
Ganyan: “Tamam o zaman, ben koşuya çıkıyorum.”
Ardından, suratını asmış bir emojiyi de mesajın sonuna ekledi: ——【
Ding Zhitong cevap vermedi, telefonu kapatıp mülakat hazırlıklarına geri döndü. Ama gözünün önünde bir türlü Ganyan’ın yüzü gitmiyordu. İşin kötüsü, az önceki emojiyle yan yana getirince gerçekten de benziyordu. Burnundan sessizce bir nefes verdi, hafifçe gülümsedi.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder