Eat Run Love - 3. Bölüm

 3. Bölüm


Para dışında, bu dünyada onun en çok kıymet verdiği şey zamandı. Onu asla harcayamazdı.

Arabadan inip yurda dönerken Ding Zhitong’un zihni hâlâ bulanıktı. Odaya girer girmez bir tane daha ibuprofen aldı, stor perdeleri indirdi ve yatağa kıvrılıp başını yorganın altına gömdü.

Gözlerini bir sonraki açışında etraf zifiri karanlıktı, sabah mı akşam mı, hiçbir fikri yoktu. Eski yatağın ortası göçmüş, küçük bir kuş yuvasına dönmüştü adeta; içine büzülmüş yatıyordu. Vücut ısısı normale dönmüş, ağrıları dinmişti. Yan odadan insan sesleri geliyordu, ne dediklerini anlayamasa da bir süre kıpırdamadan öylece dinledi. Sadece bu kısa anda, ne iş bulmayı düşündü, ne de parası yetip yetmeyeceğini hesapladı.

Sabah yaşadıkları sessiz bir film gibi zihninde parça parça yeniden canlandı. Muhtemelen bayılmak üzere olduğu için gördüğü her şey filtrelenmiş gibiydi. O anlarda gördüğü kişi, sanki mürekkep ve suluboya karışımı bir tablo gibi akmıştı zihnine. Düzgün bir burnu, narin kaşları, beyaz teni, simsiyah yanık mürekkep rengindeki göz bebekleri ve açık tonda şafak kırmızısı dudakları vardı.

Ve o eller... Uzun parmaklar, düzgün eklemler, temizce kesilmiş oval tırnaklar.

Kendine şaşırdı. Bu adamı daha önce de görmüştü aslında, ama hiçbir zaman bu kadar dikkatli bakmamıştı.

Tam o sırada telefonunun ziliyle irkildi, sanki bir anda tamamen uyanmış gibi oldu. Bir süre el yordamıyla aradıktan sonra sonunda yatağın yanında yerde duran cep telefonunu buldu. Karşı taraf çoktan kapatmıştı. Ekranın yaydığı ışık gözlerini kamaştırdı, gözlerini kısarak baktı ve ekranda Song Mingmei’nin adını görünce hemen bir bahane uydurup geri aradı.

“Alo, neredesin?... Ben biraz rahatsızlandım… Karnım çok ağrıyor... Hıhı, tamam, çabuk gel.”

Bu, aralarında önceden kararlaştırdıkları bir taktikti. Eğer biriyle çıktıkları buluşma ters giderse ya da karşı taraf fazla ısrarcı olursa, birbirlerini arayarak kurtarırlardı. Bu fikir Song Mingmei’ye aitti ve şimdiye dek bu yöntemi en çok o kullanmıştı. Ding Zhitong ise, İthaca’ya geleli bir yılı geçmiş olmasına rağmen, duygusal ilişkiler konusunda tamamen boş geçmişti. Onun aklında hep para kazanmak vardı.


Telefonu kapattığında, ekranında hâlâ okunmamış bir mesajın yanıp söndüğünü fark etti. Bir saatten uzun bir süre önce gelmişti. Kısa bir cümleydi.

“Biraz daha iyi misin?”

Gönderen, tanımadığı bir numaraydı ama kimin yazdığını hemen anladı. Bu, Gan Yang’ın numarasıydı. Numarasını hâlâ rehbere kaydetmemişti ama hafızasına çoktan kazınmıştı.

“İyiyim artık, teşekkür ederim.” diye cevapladı ve bir yandan da alışknlıkla numarasını rehbere ekledi: A Gan.

Kaydeder etmez, yeni bir mesaj daha geldi.

“Birlikte bir şeyler yiyelim mi?”

Ding Zhitong elbette verdiği sözü hatırlıyordu. Sadece, bu adamın borcunu böyle sıkı takip edeceğini beklememişti. Fakir birinin en çok korktuğu şey borçtur; o da istisna değildi. Saate baktı: 19:35. Bütün gün ağzına tek lokma koymadığından karnı artık iyiden iyiye kazınmaya başlamıştı. Kısa bir tereddütten sonra tek kelimelik bir yanıt yazdı.

“Olur.”

Karşı taraftan yanıt gecikmedi. Her zamanki gibi hızlı ve netti.

“Ne yiyelim?”

Ding Zhitong bir an düşündükten sonra yazdı.

“Carl Becker House’ta buluşalım.”

A Gan: “Yani yemekhane mi???”

Ding Zhitong gözlerini devirdi. 'Başka ne bekliyordun ki?' diye geçirdi içinden. Oranın açık büfesi bile on doları geçiyordu, az buz para değildi...

Neyse ki karşı taraf daha fazla mırın kırın etmedi. Bir mesaj daha düştü ekrana.

“Gelip alayım mı seni?”

Ding Zhitong kısa bir yanıtla geçiştirdi.

“Gerek yok.”

A Gan ısrarcıydı.

“Zaten yakındayım, yolumun üstü.”

Ding Zhitong: “Peki.”

Telefonu bir kenara bıraktıktan sonra yıkanmak için kalktığında aynadaki kişiyi görünce irkildi.

Bayılır gibi yere yığıldıktan sonra ne üzerini değiştirmişti ne de makyajını silmişti. Gün boyunca derin bir uykunun içinde kalmıştı. Gömleği tamamen buruşmuş, yüzündeki makyajsa darmadağın olmuş, allığı şakaklarına kadar yayılmış, ruj çenesine bulaşmıştı. Kafası karışıktı; bunlar eve gelmeden önce mi olmuştu yoksa geldikten sonra mı? Emin olamıyordu.

O anda Gan Yang’ın gözünden nasıl göründüğünü düşünmeden edemedi. Hemen yüzünü yıkayıp üstünü değiştirdi. Günlük bir şeyler giydi: bir sweatshirt, kot pantolon, üzerine de kalın bir mont.

Ama tam kapıdan çıkacakken durdu, geri dönüp aynanın karşısına geçti ve yüzüne hafif bir makyaj yaptı. Sanki bir nebze olsun itibarını geri kazanmak ister gibiydi.

On dakika sonra, yurdun aşağısında buluştular.

Gan Yang da artık sabahki o ciddi mülakat kıyafetlerini çıkarmıştı. Soğuk havaya aldırmadan, üstünde sadece okulun adının yazılı olduğu gri bir kapüşonlu vardı, sırtında ise sade bir sırt çantası.

“Gerçekten iyi misin şimdi?” diyerek ciddi bir ifadeyle ona baktı.

“Gerçekten iyiyim.” dedi Ding Zhitong, başını sallayarak.

“Sabah epey kötü görünüyordun…” İlla sabahki olayı açacaktı.

Ding Zhitong biraz utandı, ama kendine takılarak kurtarmaya çalıştı.

“Sen 911’i aramaya kalkınca birden ayıldım, hatırladın mı?”

Gan Yang bir an boş boş baktı, anlamamıştı.

Açıklamak zorunda kaldı.

“Ambulans çağırmak ne kadar pahalı, sen bilmiyorsun galiba.”

Gan Yang hala ona bakıyordu ama bu kez dudaklarında bir gülümseme vardı. Sessiz, yumuşak bir kahkaha yayılmıştı yüzüne.

“Daha önce benim kadar para delisi birini görmedin değil mi?” dedi Ding Zhitong gamsızca. Para konusundaki takıntısı umurunda değildi, ellerini montunun ceplerine sokup kampüs yoluna doğru yürümeye başladı.

Gan Yang adımlarını ona uydurdu. “Hayır, aslında öyle değil.”

Bu defa Ding Zhitong'un susma sırası gelmişti—açıklama bekledi. Ama Gan Yang cevap vermek yerine bir soru sordu.

“Amerika’ya geldikten sonra gittiğim ilk turistik yeri tahmin edebilir misin?”

Ding Zhitong düşündükten sonra bir şey salladı.
“Wall Street’teki bronz boğa?”

Gan Yang o an başını ona çevirip şaşkın şaşkın baktı. Belli ki böyle isabetli bir tahmin beklemiyordu.

Ding Zhitong da kısa süreliğine afalladı. Aslında aklına gelen ilk şeyi söylemişti. Ardından hemen nedenini ekledi. “Çünkü benim de Amerika’ya geldikten sonra gittiğim ilk yer o boğaydı.”

“Ciddi misin?” Gan Yang neredeyse hayran kalmıştı.

“Tabii ki ciddiyim.” dedi Ding Zhitong güvenle.

“Ben annemle gitmiştim. Boğanın kafasına dokunmakta ısrar etti, uğur getiriyormuş iş için. Bana da dokundurttu, sınavlardan kalmayayım diye.” Gan Yang gülerek geçmişten bahsetti, sonra merakla sordu. “Peki sen neden gitmiştin oraya?”

“New York'ta günübirlik tura katılmıştım.” dedi Ding Zhitong, daha fazla ayrıntı vermeden üstünkörü geçiştirdi.

Aslında o da annesiyle birlikte gitmişti. Yanlarında, kuzeybatı şivesiyle konuşan kırk küsur orta yaşlı kadın ve erkekten oluşan bir grup vardı. Hepsi yurt dışı gezisine çıkmış bir kafileydi. New York’taki bir Çinli seyahat acentesi bu grubun yerel rehberliğini üstlenmişti ve annesi, Yan Aihua, o turun rehberiydi.

İlk gün, Ding Zhitong Şanghay’dan kalkıp New York’a uçmuştu. Uçakta geçen onca saat boyunca pek uyumamış, saçları statik elektrikten yüzüne yapışmış, yüzü yorgunluktan sapsarı kesilmişti. Yan Aihua hem grubu karşılamış hem de onu almıştı ama Long Island’daki eve götürmemiş, doğrudan grubun otobüsüne bindirip otele yollamıştı. Oraya yalnız gelen bir katılımcıyla aynı odada kalmasını ayarlamıştı.

Ertesi gün, tur grubu şehir turuna ve alışverişe çıkmış, Ding Zhitong da onlarla birlikte sürüklenmişti. Hem yardım ediyor, hem tercümanlık yapıyordu.

Broadway Caddesi’nden geçerken grup Wall Street’in simgesi olan bronz boğayı görmeye gitmişti. Herkes boynuna fular bağlamış, parmaklarıyla “V” işareti yaparak o boğanın etrafında hatıra fotoğrafları çektiriyordu. Tüm tur rehberleri gibi Yan Aihua da turistik cazibe merkezi hakkında az bilinen bazı gerçekleri paylaştı. Örneğin Bronz Boğa'nın aslında Wall Street'te olmadığı ve birçok büyük yatırım bankasının genel merkezinin de Wall Street'te olmadığını söylemişti. 11 Eylül'den sonra hepsi şehir merkezine taşınmıştı. Bir de Gan Yang’ın annesinin anlattığı gibi uğur getiren bir efsane vardı tabii. Boğaya dokunmanın ticaret hayatında şans getirdiği, ama özellikle en sihirli noktanın… boğanın poposunun altındaki o iki küçük yumru olduğu anlatılırdı.

Tur rehberi rutinini tamamladıktan sonra Yan Aihua sohbeti koyulaştırmış, turistlerle ev sohbetine geçmiş, kendi kızının yakında Cornell’de okuyacağını anlatmıştı.

Bazıları imrenerek tebriklerini sunmuştu ama içlerinden biri sesini yükselterek laf atmıştı. “Artık yurtdışında okuyup dönen o kadar çok genç var ki… O yurt dışı eğitim parasını, kim bilir kaç yılda çıkarırsın!”

Ding Zhitong bu sözleri duyunca başını çevirip annesine bakmıştı. Ama Yan Aihua’nın yüzünde en küçük bir huzursuzluk belirtisi bile yoktu. Yüzünde hala bir gülümseme vardı ve ineği işaret ederek şöyle dedi: "Ivy League okullarında birkaç yıl eğitim almak, bu caddede çalışanların yıllık primine denk ancak.”

Tur grubundaki diğer kişiler, kendilerini ilgilendirmeyen bu duruma bir tebessümle karşılık verip geçiştirmişti. Sadece Ding Zhitong o sözleri kafasında evirip çeviriyordu. Gerçekten bu kadar kolay mıydı? Benzer şeyleri başka yerlerde de duymuştu, ama nasıl başarılacağını hâlâ bilmiyordu.

O boğa heykelinden ayrıldıktan sonra tur otobüsü, liman otobüs terminalinin önünden geçti ve Ding Zhitong’u, elli pound’luk iki bavuluyla birlikte kaldırıma bırakıverdi. İşte orada, Ithaca’ya giden o uzun yol otobüsüne bindi. Sonraları, uzun bir süre annesi Yan Aihua’yı bir daha hiç görmedi.

Gan Yang’ın o gün boğa heykelini ziyarete gittiğinde tam olarak neler yaşandığını bilmiyordu. Onun anlatımlarından çıkarabildiği kadarıyla, hoş bir anı gibi görünüyordu. Ama kendi hikâyesini anlatmak istemediği için, o da Gan Yang’ı sorgulama hakkını kendinde görmedi.

Batı kampüsündeki yemekhaneye vardıklarında, Ding Zhitong büyük bir cömertlikle iki yemek fişi harcayıp Gan Yang’a bir menü ısmarladı.

Karşılıklı oturmalarına rağmen hâlâ epeyce yabancıydılar. Konuşmaları genelde aynı birkaç klasik soruya takılıp kaldı: Önceki okulun neresi? Buraya nasıl geldin? Gelecekte nereye gitmeyi düşünüyorsun?

Ding Zhitong’un geçmişi oldukça sade bir hikâyeydi. Lisans eğitimini Şanghay'da finans alanında tamamlamıştı. Son sınıfta yurt dışı başvuruları yapmış, eline iki kabul mektubu geçmişti: Biri Cornell, biri de Michigan Ann Arbor. İki “köy” arasında birini seçmek zorundaydı ve o, Ithaca’daki Cornell’i tercih etmişti.

Bu, onun hikayesinin özet geçilmiş, sadeleştirilmiş versiyonuydu. Anlatmadığı bazı ayrıntılar da vardı.

Mesela bu tarz özel üniversitelerin mesleki programlarında burs almak pek mümkün olmuyordu. Babası Ding Yanming, şehrin dışında bulunan bir devlet dişli fabrikasında sıradan bir teknisyen, aynı zamanda amatör sanat faaliyetlerine katılan biriydi. Yarıyıl başına 50.000 ABD dolarını aşan öğrenim ücretini ve ek yaşam masraflarını karşılaması kesinlikle mümkün değildi.

Gan Yang’ın geçmişi ise tamamen farklıydı. Ortaokuldan sonra bir yurt dışı danışmanlık şirketi aracılığıyla Amerika’ya gelmişti. İlk olarak Philadelphia’da adı sanı duyulmamış, üniversite sıralamalarında adı geçmeyen bir liseye yerleştirilmişti. Sınıfında on öğrenci vardı: dördü siyahi, dördü Koreliydi, kalan ikisi de onun gibi yurtdışı hayaliyle gönderilmiş Çinli çocuklardı. O zamanlar henüz reşit değildi; önce bir Amerikalı ailenin yanında kalmış, sonra birkaç okul değiştirmişti. Süreçte ne kadar para harcandığı meçhuldü. Sonunda New Jersey’de prestijli bir özel yatılı liseye kapağı atmayı başarmıştı. Liseden mezun olduğundaysa Ivy League’e girmeyi başarmıştı.

Bunu duyunca, Ding Zhitong’un aklına Song Mingmei geldi. Song, Columbia’ya, Carnegie Mellon’a ve NYU’nun Stern İşletme Fakültesi’ne başvurmuş, ama hiçbirinden kabul alamayınca Cornell’e gelmişti. O günden beri de linans bölümünün bu kadar kırsal bir yere yerleştirilmesinin ne kadar akıl dışı olduğundan şikâyetçiydi. Ona göre bu, öğrencilerin staj bulma ve bağlantı kurma şansını ciddi biçimde baltalıyordu.

Ding Zhitong, Amerikan lisesinden mezun birinin kendilerine kıyasla çok daha fazla seçeneği olacağını düşünüyordu. Bu yüzden, Gan Yang’ın neden “gönüllü olarak köylere indiğini” pek anlayamıyordu. Fırsat bu fırsat, doğrudan sordu. “Sen neden Ithaca’yı seçtin ki?”

Gan Yang’ın cevabıysa oldukça rahat ve başına buyruktu. “Manzarası güzel çünkü.”

Bu kadar basit bir cevap beklememişti. Oysa kendisi de iki okul arasında karar verirken, Cornell kampüsünde çekilmiş bir tanıtım videosunu izler izlemez etkilenmişti ve bu onu Ithaca’ya yönlendirmişti.

Ama çok geçmeden, Ding Zhitong aslında her şeyi fazla romantize ettiğini fark etmişti. Okudukları okul, Ivy League sıralamasında yıllardır son sıralarda sürünüyordu, ana kampüs ise resmen “hiçliğin ortasındaydı.” Okula gitmek için geniş çayırlardan geçmek gerekiyordu—kimi yerlerde atlar, kimi yerlerde inekler, koyunlar otluyordu. Arabayla gidiyorsan, bazen yolda durmak zorunda kalıyor, sabırla bir geyik ya da bir alageyiğin podyum yürüyüşü yapar gibi yavaş yavaş önünden geçmesini bekliyordun. Kampüsün hemen dışında minicik bir kasaba vardı. Ne yersen, ne giyersen, nereye eğlenmeye gidersen hep o kasabanın sınırları içindeydi. Başka da bir alternatif yoktu.

Çin’den gelen öğrencilerin çoğu büyük şehir kökenliydi, bu yüzden buraya hep “Kang köyü” diyorlardı. Açık konuşmak gerekirse, gerçekten de tam bir köydü.

Böylesine kırsalda kalan bir okulun tanıtım videolarında öne çıkan en güçlü argüman elbette “doğa manzarası”ydı. Her sene sırf bu yüzden Ithaca’ya gelen onlarca, hatta yüzlerce öğrenci oluyordu.

Ama Gan Yang durmayıp bir gerekçe daha sıraladı. “Ve seçilebilecek yaklaşık 300'den fazla spor dersi var.”

Bu noktada Ding Zhitong tamamen koptu. Dördüncü sınıfın ilk döneminde son beden eğitimi dersini tamamladığında, ev arkadaşıyla birlikte dışarı çıkıp hotpot yemeye gitmiş, bir daha asla 800 metre koşmak zorunda kalmayacağı için kutlama yapmıştı.

“Sen neleri seçtin peki?” diye sordu, sırf sohbet olsun diye.

"Kayaktan bahsetmeme gerek yok sanırım, değil mi?" dedi Gan Yang, sonra parmaklarıyla saymaya başladı, “onun dışında binicilik, okçuluk, Muay Thai, kürek...”

Ding Zhitong'un şaşkınlıkla ağzı açık kaldı. Ithaca’da beş farklı binicilik merkezi vardı. Üstelik ek ücret ödemek gerekmiyordu, bu yüzden zamanında o da binicilik dersi almayı düşünmüştü. Ama sonunda vakit bulamayınca vazgeçmişti. Bir de kürek... Okulun kürek takımı tamamen “alfa erkeklerden” oluşuyordu. Hava ısınınca ne zaman nehir kenarından geçse, mutlaka antrenmanlarını izlemek için birkaç dakikalığına dururdu.

“Sen kürek dersi de mi aldın?” Bu noktada Ding Zhitong aniden tedirginleşti. Birden, o bahar günlerinden birinde, nehrin kenarındaki korkuluğa yaslanıp bir yandan yakışıklı sporcuların göğüs kaslarını izlerken, bir yandan ağzını kocaman açıp Subway sandviçini ısırdığı anlardan birinin Gan Yang’a denk gelip gelmediğini düşünmeye başladı.

“‘Kürek bilmeyen boşuna Ivy okumuş’ derler ya!” Neyse ki, Gan Yang bunu sadece gülerek karşıladı, sonra da bir vites daha yükseltti. “Ha, bir de geçen yaz uçak ehliyeti aldım.”

“Bu ders de seçmeli mi?” Ding Zhitong iyice hayrete düştü, bir yandan da içinden “resmen kendimi kandırmışım” diye geçiriyordu.

“Yok yok, burada yakında bir uçuş okulu var. Arabayla beş dakika mesafede. Dünya çapında ödül almış bir yer. Hava güzelse arıyorsun, hemen ders alabiliyorsun. Mezun olup gittikten sonra böyle bir imkânı nereden bulacaksın? Bir saat uçmak için bile yarım gününü yolda harcarsın.”

Zhitong sırf sohbet devam etsin diye sordu. "Peki bu işin maliyeti ne kadar?”

Gan Yang kafasından hesapladı. “Ben biraz fazla uçtum, toplamda 10 bin dolar gibi bir şey harcadım. Ama çok uçmazsan, 8 bine de halledersin.”

“Vay be...” Zhitong yine sadece bir “vay” diyebildi, ardından lafı şakaya vurdu. “Senin katılmadığın ne kaldı acaba?”

Gan Yang biraz düşündü, sonra içtenlikle cevapladı. “Golf. Ona pek ilgim yok.”

Zhitong gülerken içinden, “İnsan ilişkilerinde en işe yarayacak olanı da oymuş halbuki” diye geçirdi.

Ama Gan Yang ciddiyetle konuşmaya devam etti. “Asıl önemli olan koşu.”

Şu ana kadar saydığı her şey başlı başına bir “ders dışı aşırılık” gibiydi. Zhitong, bunların üstüne hâlâ “asıl önemli” bir şey daha olması fikrine şaşırmıştı.

Daha ilk sene okula başladığında, Hu Shi’nin “iskambil günlüğü” internette gündem olmuştu. O da merakla gidip Asya kitaplığına uğrayıp ödünç almıştı. 1937 tarihli ilk baskıydı; sözlük kalınlığında, dikey dizimli, yarı klasik yarı modern Çinceyle yazılmıştı. İlk satır şöyleydi: “Kat kat buz yolları örtmüş, karlar yalnız şehri bastırmış”. Gülmüştü okurken, tam da içine işlemişti. Ama devam ettikçe gördü ki, Hu Shi yalnızca iskambil oynamamış; partiler, yemekler, maçlar, göl gezileri... Ithaca’nın etrafındaki tüm doğal güzellikleri ziyaret etmiş. Ardından da Philadelphia, New York, Boston derken Amerika’yı karış karış gezmiş. Adamın yüz yıl önceki öğrenci hayatı, kendisininkinden katbekat renkliydi.

Oysa kendi Cornell günleri, ders çalışmak ve iş başvurularıyla geçmişti. Şu an karşısında oturan Gan Yang’la sanki aynı okulda bile okumamışlardı.

“En azından artık tanıtımdaki ürünle gerçek ürün örtüşüyor.” diye şaka yaptı. “Tanıtım filmindeki her şey yalan olduğunu fark edene kadar bir yılım geçti.”

“Nesi yalanmış ki?” diye itiraz etti Gan Yang, “Şu okul çevresindeki yollar koşmak için biçilmiş kaftan.”

“Senin her şeyin nasıl koşuya bağlanıyor ya? Tüm yıl boyunca koşuyor musun yani?” diye sordu Zhitong.

“Tüm yıl.” dedi Gan Yang, başını sallayarak.

“Kış dahil mi?” dedi Zhitong, iyice şaşırarak.

“Kış dahil.” Yine başını salladı.

Zhitong ellerini birleştirip ona selam durduktan sonra kendi yaşadıklarını anlatmaya başladı.

“İlk dönem, Eylül’de kayıt oldum. Sonbahar hakikaten güzeldi ama çok geçmeden kar yağmaya başladı. İkinci dönem Manhattan kampüsündeydim, yaz stajıyla birlikte bahar ve yazı şehirde geçirdim. Son dönemde tekrar Ithaca’ya döndüm, Ekim’i yeni geçmişti ki kar yeniden başladı.”

Ithaca’nın kışı fazlasıyla uzun ve soğuktu. Zhitong, doğma büyüme Şanghaylıydı. Hayatında doğru düzgün kar bile görmemişti. İlk kar manzarasında heyecanlansa da, önceki gece birde ödev bitirip ertesi sabah saat sekiz kırk dersine gitmek için karlı yokuşu tırmanmak zorunda kalınca, kendini adeta manastıra yeni girmiş bir keşiş gibi hissetmişti—soğuktan ağlayası gelmişti.

Gan Yang ise tam tersine gururlu bir ifadeyle,
“Ben yaz stajı yapmadım. Yazın burada kalmak harikaydı.” dedi.

“Dördüncü sınıfa geçerkenki yazı Ithaca’da mı geçirdin? İki ay boyunca ne yaptın peki?” Tahmin etmek zor değildi ama Zhitong yine de sordu.

Ve tahmin ettiği cevap geldi. “Koştum tabii.”

“Peki iyi misin koşuda?” diye devam etti.

“Amatör düzeyde fena değilim. Atletizm takımındakilerle kıyaslanmaz tabi.” dedi Gan Yang mütevazı bir ifadeyle, “Onlar gerçekten çok iyiler. Ve bu sadece okul takımı. Profesyonel olanları düşünemiyorum bile.”

“O zaman neden bu kadar zaman ve enerji harcıyorsun buna?” diye sordu Zhitong, bu defa gerçekten merak ederek.

Eğer mesele sadece CV’ye bir renk katmaksa, bunu yapan çok kişi vardı. Sırf fiziksel sağlık içinse, o da anlaşılırdı. Ama yaz stajından feragat etmek, hatta BB bankasının mülakatını bir maraton için kaçırmak... bu artık onun anlayış sınırını zorluyordu.

Ama bu soruyu sorar sormaz bir an tereddüt etti. Belki de Gan Yang’ın ailesi zengindi, belki de o zaten böyle haftada yüz saat çalışılan işlere tenezzül etmiyordu. Onun gelecekle ilgili ne planı olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Belki burada kalmayı bile düşünmüyordu. Hatta belki finans alanında çalışmak gibi bir hedefi hiç olmamıştı. Aklına, Song Mingmei’nin bir keresinde “Gan Yang’ın ailesi fabrika sahibiymiş.” dediği geldi. Belki mezun olunca sadece gidip işin başına geçecekti...

Gan Yang ciddiyetle düşündükten sonra ona bakarak sordu. “Bir şeyi sevmek için ille de bir sebep mi olması gerekiyor?”

Ding Zhitong buna cevap veremedi. İçinden 'Bu tam bir zengin çocuğu mantığı işte.' diye geçirdi.

Ama o sırada Gan Yang’ın gözlerinde, daha önce görmediği bir parıltı vardı. Ding Zhitong’un aklında yer eden ama başkasına tarif etmesi imkânsız bir şeydi bu.

O an, Ding Zhitong da kendini İthaca kırsalında koşarken hayal etmeye çalıştı. Hiçbir yere varma niyeti olmadan, tek başına vakit geçirme duygusu...

Ama gerçek hayat onun böyle yaşamasına izin vermiyordu. Günde on saatten fazla ders çalışıyor; gözünü açtığı andan itibaren dersler, sınavlar, ödevler, stajlar ve iş başvuruları arasında debelenip duruyordu.

Paranın dışında, bu dünyada en kıymetli şey onun için zamandı—ve zamana asla müsrif davranamazdı.






Yorumlar