Eat Run Love - 2. Bölüm

Dört Mevsimi Kış Olan Ithaca
Ekim ayında bile kar yağan Ithaca'da, Ding Zhitong, karlar içinde mülakat yoluna düştü.
Wall Street’teki yatırım bankaları büyükten küçüğe doğru üç kategoriye ayrılır: Dev yatırım bankaları (Bulge Bracket- BB), Orta ölçekli yatırım bankaları ve Özel yatırım bankaları.
Şirketler bir halka arz veya birleşme-devralma sürecini tamamladıktan sonra, projeye katılan tüm yatırım bankalarının logolarını içeren bir duyuru yayımlar. Bu duyurunun en üstüne, projeyi yöneten başlıca bankaların adı yerleştirilir; logoları da kocaman basılır — işte bu durum “bulge out” (dışa doğru genişlemek) olarak adlandırılır. Zamanla hep en üstte yer alan bu büyük bankalar bulge bracket olarak adlandırılmaya başlanmıştı.
Ivy League’in kıyısında köşesinde kalmış bir üyesi olsa da, Cornell yine de BB yatırım bankalarının başlıca hedef okullarından biri sayılırdı. M Bankası da bu nedenle özel olarak bir temsilci gönderip onlara okul içi mülakat düzenlemişti. Mülakat yeri, Cornell’in otelcilik bölümüyle ilişkili olan Statler Hotel’in kampüs içindeki toplantı odasındaydı.
Heyecandan olsa gerek, Ding Zhitong bir önceki gece doğru dürüst uyuyamamıştı.
Odadaki kaloriferin vanası bozulmuştu ve kapanmıyordu. Sıcaklık neredeyse yazı aratmıyordu, incecik bir yorganla bile örtünmek mümkün değildi. Yatmadan önce, Ding Zhitong yan odadan Song Mingmei’nin Batı Yakası’ndaki ikinci talibiyle uzun bir telefon görüşmesi yaptığını duydu. Gece yarısı ise, nereden geldiği belli olmayan bir partinin sesi yükseldi. Duvarlardan geçen ağır bas titreşimleri, kulaklarına kadar ulaşıyordu.
Ding Zhitong kendini bir tren rayının üzerinde yatıyor gibi hissetti. Sanki yaklaşmakta olan bir trenin sesi giderek artıyor da, her an üstünden geçecekmiş gibiydi. Rüyasında kaçmak istiyordu ama bir türlü ayağa kalkamıyordu. Ne tam uyanık ne de tam uykudaydı, bütün gece boyunca huzursuz bir şekilde dönüp durdu.
Üstelik, canını fazlasıyla sıkan bir başka mesele daha vardı—regli tam da bu günlere denk gelmişti.
Ding Zhitong zaten zayıf ve üşümeye meyilli bir bünyesi vardı. Regl dönemi geldiğinde mutlaka bir-iki günü kıvranarak geçirirdi. Üstelik bu ağrılar da tamamen ruh haline bağlıydı. Keyfi yerindeyse hafif atlatırdı, ama bir sınav ya da yarışma gibi önemli bir şeyi varsa, ağrıları katlanılmaz olurdu.
Üniversite giriş sınavı da regl dönemine denk gelmişti. O zaman çareyi doğum kontrol hapı almakta bulmuştu ama bu sefer durum farklıydı. İlacı alsa bile, en fazla iki hafta ertelenebiliyordu. O zaman da ilk elemeyi atlatmış olsa bile, ikinci turun tam ortasına denk gelme ihtimali vardı—bu da işleri iyice zora sokardı.
Bu yüzden riske girip akışına bırakmaya karar verdi.
Ama hayatın cilvesi de tam olarak buydu; neden korkarsan, eninde sonunda gelip seni bulurdu.
Mülakat sabahı alarmın çalmasıyla uyanıp yataktan kalktı ama midesi bulandığı için kahvaltı yapamadı. Sıcak süte biraz kakao karıştırıp içti. Sıcak, tatlı içecek boğazından iner inmez karnına bir ağrı saplandı. Hemen tuvalete koştu ve korktuğu başına gelmişti.
Tuvalet dolabına koyduğu kutu da boşalmıştı. Song Mingmei'den ona bir tampon getirmesi için seslendi.
“İyi misin?” diye sordu.
Kötü olsa bile vazgeçme gibi bir lüksü yoktu.
Başını salladıktan sonra bir adet ağrı kesici yuttu. Ardından takım elbisesini ve topuklu ayakkabılarını giydi, üstüne kalın bir mont geçirdi ve titreyerek buz gibi havaya çıktı.
Dört mevsimi kış gibi geçen Ithaca'da, adeta karla kaplı bir dağa tırmanır gibi mülakata doğru ilerledi.
Otele vardığında, mülakatın başlamasına 15 dakika vardı. O tanıdık ağrı, art arda dalgalar hâlinde geri gelmişti. Az önce içtiği ağrı kesici, okyanusa atılmış bir taş gibi etkisizdi. Ağzında acı bir tat vardı ve kusacak gibi hissediyordu.
Her zamanki gibi, içten içe kendine kızıyordu.
'Neden uykusuz kaldım? Neden spor yapmıyorum? Neden her gün dört fincan kahve içiyorum? Neden hamburgerler ve abur cuburlarla karnımı doyuruyorum?'
Ama artık pişmanlık için çok geçti.
Lavaboya gidip aynaya baktığında, yüzü bembeyaz, tanınmayacak haldeydi. Biraz allık ve ruj sürüp kendine sahte bir canlılık kazandırdı.
Lavabodan çıktığında tam da sıra ona gelmişti.
Asistanın eşliğinde odaya doğru yürürken, sanki ölüme gidiyormuş gibi hissediyordu, nefes almak bile acı veriyordu.
Mülakat, otelin bir toplantı odasında yapılıyordu. Ding Zhitong içeri girer girmez masanın diğer tarafında oturan adam ayağa kalktı ve tokalaşmak için elini uzattı. O da Wall Street’te para kazanma kararlılığıyla gülümsedi ve Song Mingmei’nin öğrettiği el sıkışma taktiğini uyguladı—avuç içi tam temas, başparmak dipleri hizalı, tok ama sarsmadan sıkılan bir el ve yarım saniye sabit tutuş. Göz teması da şarttı; samimi ve kendinden emin görünmeliydi.
Adamın nasıl göründüğünü umursamıyordu ama Song Mingmei’nin öğüdü kulaklarında çınladı. “Bu tür durumlarda samimiyet değil, özgüven önemlidir. Sakın unutma.”
Adam otuzlarının ortasın olan bir başkan yardımcısıydı. Asyalı bir yüze sahipti ama İngilizcesi fazlasıyla akıcıydı. Onun Amerika doğumlu bir Çinli olduğunu sandı ama adam soyadını kusursuz bir Pekin aksanıyla telaffuz edince karşısındaki kişinin gerçek bir Çinli olduğunu anladı.
Adı Qin Chang'di. “Q” gibi bir sessizi bu kadar temiz çıkarabilmek, ancak Çince yeterlilik seviyesi en üst düzeyde olanların harcıydı.
Anlık olarak içini bir şans duygusu sardı, ilk turda karşısına bir Çinli çıkmıştı. Ama bu düşünce uzun sürmedi. Hemen ardından Song Mingmei’nin bir başka uyarısını hatırladı. “Beyaz adamlar kendi aralarında dayanışır, Hintliler kol kola girer, ama Çinliler birbirini yer. Bu tuhaf olgu, Kuzey Amerika'daki işyerlerinde de bir istisna değil."
İçinden bir haç işareti çizdi, ardından ellerini dua eder gibi birleştirdi. Artık sıradaki hamleyi beklemekten başka çaresi yoktu.
Neyse ki, sorular zor değildi. Hepsi Feng Sheng’in soru bankasından çıkmıştı. Song Mingmei ile defalarca üzerinden geçmişlerdi. Ding Zhitong her cevabı ezbere biliyordu. Hatta kalan boş vaktinde içinden dua edip durdu. “Bir an önce bitsin de yurduma dönüp sıcak su torbasıyla yatağa gireyim.”
Soru: Neden finans bölümünü seçtiniz?
Cevap: Bu aslında lise birinci sınıfa dayanıyor. O yıl üniversite giriş seviyesinde finans dersi almıştım. Tüm sorunların matematiksel modeller ve fonksiyonlarla ölçülebileceğini, analiz edilebileceğini, hatta geleceğin tahmin edilebileceğini fark ettim. Bu benim için adeta bir aydınlanma anıydı…
(Basit bir dille ifade etmek gerekirse, para kazanmanın her şeyini öğrenmek istiyordum.)
Soru: Neden yatırım bankacısı olmak istiyorsunuz?
Cevap: Öğrendikçe fark ettim ki, piyasada sayısız değişken ve belirsizlik var. Yatırım bankacısı olarak bizim görevimizse bu belirsizlikleri yalnızca analiz etmek değil, mümkünse öngörmek ve hatta kontrol etmeye çalışmak. Bence bu, son derece zorlu ama bir o kadar da büyüleyici bir iş…
(Gerçek sebebi mi? Bu sektörde paranın çok iyi olduğunu duymuştum.)
Soru: Neden M Bankasını seçtiniz?
Cevap: Çünkü burada en yetenekli yatırım bankacılarıyla birlikte çalışmak mümkün. Ben de böylesine zorlu ama aynı zamanda kişisel gelişime açık bir ortamın parçası olmayı hayal ediyorum…
(Açık konuşmak gerekirse, siz Wall Street’in en iyi beş bankasından birisiniz. Sizin çalışanınız olursam çok para kazanabileceğimi düşünüyorum.)
...
Teknik sorulardan davranış temelli sorulara, mülakatın iki temel ayağını da sırayla geçtiler. Ardından Qin Chang, yaz stajında yer aldığı projeyi sordu.
O proje, başarısızlıkla sonuçlanan bir şirket satın alımıydı. Ding Zhitong işe adım attığı ilk anda böyle berbat bir işle karşılaşacağını hiç beklememişti.
Şirket A, B’yi satın almak istiyordu. Ön hazırlıklar bir yılı aşkın süredir devam ediyordu ve sonunda taraflar bir anlaşmaya varmıştı. Ne var ki, anlaşma daha duyurulur duyurulmaz, Şirket B mali sahtecilik ve rüşvet suçlamalarıyla mahkemeye çağrıldı.
Bunun üzerine Şirket A, tek taraflı olarak satın alımdan vazgeçti ve cezai tazminatı ödemeyi göze aldı. Ancak Şirket B bunu kabul etmeyip A’ya dava açtı ve sözleşmenin aynen uygulanmasını talep etti. A da karşı hamle olarak B’yi, şirketin gerçek durumunu gizleyerek kendilerini aldattıkları gerekçesiyle mahkemeye verdi.
Eğer her şey plana göre gitseydi, Ding Zhitong’un yaz stajındaki o on hafta boyunca satın alım sürecinin tamamını baştan sona izleme şansı olacaktı. Fakat gerçek hayatta, tüm staj süresi boyunca yalnızca A ve B şirketlerinin mahkemede birbirine dava açmasını seyretmekle yetinmişti. Mülakat günü geldiğinde bile dava hâlâ sürüyordu. Şirket A’nın hisse değeri ve kredi notu ise düşmeye devam ediyordu.
Hikâyeyi oldukça canlı bir şekilde anlattı. Qin Chang bu tabloya gülümsedi ve ondan sonucun ne olacağını tahmin etmesini istedi.
Ding Zhitong, masasının altındaki ellerini yumruk yaptı. Parmak uçları avuç içine gömülmüş, ağrısını bastırmaya çalışarak cevapladı. “İki taraf da bir adım geri atar, fiyat düşer, anlaşma yine de tamamlanır.”
Qin Chang bir soru daha yöneltti. “Neden böyle düşünüyorsun?”
Ding Zhitong dikkatini toparlamaya çalışarak yanıtladı. “B’nin gelirleri düşüşte, davalarla uğraşıyorlar, finansal kaynakları açıkça tıkanmış durumda. Tek çıkış yolları şirketi satmak. A cephesinde ise eski ürünlerin patent süresi dolmak üzere, Ar-Ge başarısız olmuş, yeni ürünler yok ortada. Tekrar yeni bir satın alma süreci başlatacak zamanları da yok. Onların da tek seçeneği B’yi almak.”
“Bu kadar emin misin?” Qin Chang hafifçe gülümsedi.
“Arkadaşlar bana ‘şans tanrıçası’ der,” dedi Ding Zhitong. Sesi titriyordu artık, gülüşü neredeyse acı içinde nefesini çeker gibiydi ama söyledikleri doğruydu. Sınıf arkadaşları arasında sık sık ekonomi haberlerine göre bahisler açılırdı, o ise girdiği her iddiayı kazanırdı.
Bu defa da farklı olmadı. Bir yıl kadar sonra, A ve B gerçekten onun tahmin ettiği gibi birleşti. Ama tabii, bu sonradan öğrenilecek bir şeydi.
O an için sonucu bilmemesine rağmen, kendinden emin cevaplar verdiğini düşünüyordu. Hatta, tam zamanında gelen regl sancısının ona bir tür avantaj sağladığını bile hissediyordu.
O anda, kramp ve mide bulantısı endişeyi bastırmış, tüm o kendini sorgulama duygularının üstüne çıkmıştı. Sahneye ilk kez çıkan bir oyuncu gibiydi—başta ödü kopmuştu, ama perde açılıp ışıklar üzerine vurduğunda seyirci salonu bembeyaz bir boşluk gibi görünmüştü. Aşağıda insanlar mı vardı, yoksa turp mu oturuyordu, belli değildi. Böylece yeni oyuncu, banyosunda şarkı söyler gibi kendini oyunun akışına kaptırmış ve bütün sahneyi başarıyla tamamlamıştı.
Yarım saat sonra, mülakat bitti. Ding Zhitong Qin Chang’la tokalaşarak vedalaştı. Gözleri neredeyse hiçbir şeyi net göremiyordu ama yüzünde hâlâ çiçek gibi bir gülümseme vardı.
Toplantı odasından çıktıktan sonra, zihninin bulanmasına izin verdi. Sanki az önceki acı da biraz hafiflemişti. Asansöre binerken hemen Song Mingmei’ye mesaj attı.
“Nailed it—hallettim!”
Kendini gerçekten iyi hissediyordu. Söylenmesi gereken her şeyi söylemiş, yapılması gereken her şeyi de yerli yerince yapmıştı.
Mesaj gönderildiği anda asansör zemin kata ulaştı. Dışarı adım attı—ve lobinin tam ortasında yığılıp kaldı.
Soğuk ter, kulak çınlaması, çarpıntı... Kalp atışları giderek yavaşladı, acı tamamen yok oldu. Geriye yalnızca rahat ama hissizleştirici bir huzur kalmıştı; sanki tüm dünyadan kopmuş, başka bir boyuta geçmişti.
Ding Zhitong hayatında ilk kez bayılmıştı. Aslında yalnızca birkaç saniyeliğineydi.
Yere düştüğü anda, sırtüstü uzanmıştı; mozaik desenli mermerin üzerinde, tavandan sarkan yıldızlar gibi kristal avizenin ışıkları görüşünde birer kara lekeye dönüşüyordu. Tüm görüş alanını bu siyah noktalar kaplamadan hemen önce, tanıdık ama bulanık bir yüz gördü.
Gan Yang’dı. Elinde telefon, birini arıyordu.
“Dur—”
Hemen korkuyla kendine geldi. Ayağa kalkmak için çabalarken düşünebildiği tek şey, satın aldığı en ucuz uluslararası öğrenci sigortasıydı. Eğer hastaneye götürülürse o faturalar ne kadarı bulurdu? Sigorta şirketiyle pazarlık etmesi ne kadar zaman alırdı? Rakamlar, zihninde dolanan kara halkalar gibi birbirine dolanmıştı.
“Ambulans çağırma, cidden iyiyim!”
Karşısındakinin eline tutunarak güvence verdi, neredeyse telefonu kaptığı gibi elinden alacaktı.
Gan Yang kolunu tutup onu destekledi.
“Az önce bayıldın, yine de bir hastaneye görünsen iyi olur...”
“Gerçekten gerek yok. Her ay böyle oluyorum. Eve gidip bir ibuprofen alıp uyursam geçiyor.”
Kararlılığı kesindi.
“Ha…”
Gan Yang ona baktı. Görünüşe göre bir şeyleri anlamıştı.
Bu sırada otelin çalışanları da etraflarını sarmıştı. Ama Ding Zhitong acıdan kendini kaybettiği anda yalnızca Çince konuştuğu için o an orada bulunanlar arasında sadece Gan Yang onu anlayabilmişti. Nasıl olduysa, bir anda onun vasiliğini yapan kişi oluvermişti.
Resepsiyon müdürü ve birkaç görevli birden sorular yağdırmaya başladı.
“Onu tanıyor musunuz?”
“İkiniz de burada öğrenci misiniz?”
“911’i arayalım mı?”
Gan Yang hepsine tek tek cevap verdi.
“Evet, arkadaşım. Doğru, ikimiz de burada öğrenciyiz. Gerek yok, ben onu acile götürürüm.”
“Acile de gitmeyeceğim!” Ding Zhitong yeniden telaşlandı.
“Peki, acile gitmiyoruz.” diye bu kez Çinceyle güvence verdi Gan Yang, sonra yumuşak bir sesle teklif etti. “O zaman seni yurda götüreyim, olur mu?”
Ding Zhitong başını salladı, sonunda içi biraz olsun rahatlamıştı.
Kendine tam anlamıyla geldiğinde, deri bir koltukta uzandığını fark etti. Ağrı hâlâ devam ediyordu. Bir yerlerden vızıldayan bir ses geliyordu ve yüzüne doğru yüksek ateş gibi sıcak bir rüzgâr esiyordu.
Birkaç saniye sonra bunun bir araba olduğunu anladı. Direksiyon başında da biri vardı.
Sürücü o sırada koltuğuna yeni oturmuştu. Elini uzatıp arka koltuklardaki havalandırma yönünü ayarlarken onun gözlerini açtığını fark edip sordu.
“Biraz daha iyi misin?”
“Çok daha iyiyim.” diye yanıtladı. Aslında arabaya nasıl bindiğini hiç hatırlamıyordu ama artık sormaya da utanıyordu. Aralarında pek bir samimiyet yoktu ama dışarısı karanlık ve buz gibiydi, etraf sanki donmuştu. Tüm vücudu titriyordu; ağrıdan mıydı yoksa soğuktan mı, ayırt edemiyordu. Kendi başına yürüyerek dönmeye mecali kalmamıştı.
Arabanın motoru homurdanarak çalıştı. Yolu kabaca tarif ettikten sonra arka koltuğa yaslanıp gözlerini kapattı.
Araba batı kampüsündeki yurt binasının önüne geldiğinde, sonunda aklına çok önemli bir soru geldi.
Ganyang’ın üzerinde kaliteli kumaştan dikilmiş beyaz bir gömlek vardı. Koyu mavi renkte, küçük "G" harfleriyle bezeli kravatı çözülmüş, ceketle birlikte ön koltuğun arkasına asılmıştı. Gömleğin iç yakasından markanın etiketi kısmen görünüyordu: Giorgio Armani. Tam da Feng Sheng’in heves edip bir türlü almaya kıyamadığı o marka. Açıkça belliydi ki bu, onun mülakat için hazırladığı özel kıyafetiydi.
“Mülakatın bitti mi?” diye sordu Ding Zhitong.
Gan Yang gülümsedi ama hemen cevap vermedi. Arabayı park edecek bir yer bulduktan sonra bileğini kaldırıp — görünüşe göre oldukça pahalı — saatine baktı ve şöyle dedi.
“Ben senin hemen arkandaydım, ama saat geçti artık.”
Yani görüşmeye hiç gitmemişti.
“Peki şimdi ne olacak? Yeni bir randevu almadın mı?” Ding Zhitong, onun adına ciddi ciddi endişelenmişti; karın ağrısını bile unutmuştu.
Ganyang ise yalnızca omuz silkip “Boşver.” dedi kayıtsızca. “Zaten pek hazırlanamamıştım. Kabul edilsem de muhtemelen bir sonraki aşamaya katılacak zamanım bile olmayacak.”
“Başka bir mülakatın mı var? Hangi şirketle?” Ding Zhitong’un kafasında sadece iş bulmak vardı, başka bir şey düşünemiyordu.
Ganyang gülümsedi, başını sallayarak, “Mülakat değil.” dedi. “Kasım başında New York’a maraton koşmaya gideceğim.”
Maraton mu? Ding Zhitong bunun üzerine ne söyleyeceğini bilemedi. Kafasında bir anlam oturtamadan bir süre duraksadı, sonunda sadece, “O zaman... sana bugün gerçekten zahmet verdim. Daha sonra sana yemek ısmarlayayım.” diyebildi.
Aslında bu, tamamen nezaketen söylediği bir şeydi. Ganyang’ın da klasik şekilde, “Gerek yok.” deyip geçmesini bekliyordu. Ama beklenmedik şekilde Ganyang sordu.
“Telefon numaram var mı sende?”
Ding Zhitong başını iki yana salladı. İçinden de geçirdi: 'Neden senin numaran olsun ki bende? Zaten doğru düzgün tanışmıyoruz bile.'
Sonra Ganyang telefonunu çıkarıp onu aradı.
Ding Zhitong onun kendi numarasını bildiğine inanamıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder