Eat Run Love - 13. Bölüm

Geri dönüp merdivenleri çıkınca kapının açık olduğunu fark etti. Song Mingmei kapının önünde dikiliyordu, yüzünde yarı alaycı bir tebessüm vardı. Ona bakıp, “Fena değilsin ha...” dedi.
Ding Zhitong sanki kötü bir şey yaparken yakalanmış gibi afallamıştı, ama yine de sakinmiş gibi davranarak hiçbir şey açıklamadan veya itiraf etmeden içeri girdi.
Aslında gizlemek istemiyordu ama nasıl söyleyeceğini de bilmiyordu.
Bu, Gan Yang ile ilişkiye başladıkları anlamına mı geliyordu?
Yakında buradan ayrılacaktı, o ise önümüzdeki yıl mezun olacaktı. Geleceğe dair bir plan konuşmuş değillerdi. Üstelik çocuk kendisinden küçüktü. Bir yaş mı? Belki iki? Tam olarak kaç yaşında olduğunu bile bilmiyordu.
Dürüst olmak gerekirse, aralarındaki şey yalnızca sarhoşken alınmış ani bir karardı. Ne olduğunu tam olarak kendileri de bilmiyordu; sözde sevgili olmuşlardı. Sadece birkaç kez birlikte yemek yemiş, birkaç kere koşuya çıkmışlardı. Bir de koridorda öpüşmüşlerdi. Hepsi bu.
Ama o öpücük, düşündüğünden daha hoşuna gitmişti. Belki bir kez daha denemeye değerdi.
Ertesi gün öğleden sonra, Gan Yang söz verdiği gibi yurttan onu almaya geldi.
Ding Zhitong yine rahat bir eşofman takımı giymişti, üstüne ince bir mont geçirmişti. Saçını arkasında gelişigüzel toplamış, yüzüne makyaj bile yapmamıştı. Spor ayakkabılarını geçirdiği gibi sırt çantasını takıp dışarı çıkmaya hazırlanıyordu.
Song Mingmei, aşağıda bekleyen kişinin kim olduğunu tahmin etmişti. Hafif şaşkın bir ifadeyle ona bakıp sordu.
“Yani bu adam gerçekten sadece koşmak için mi çağırmış seni?”
Ding Zhitong da bu duruma güldü ve başını sallayarak, “Evet.” dedi. “Gerçekten koşmak için.”
Aşağı indiğinde, camın ardından Gan Yang’ın dışarıda onu beklediğini gördü. Üzerinde hâlâ çok az giysi vardı—sadece spor kıyafetleri. İnce bir mont bile giymemişti. Üstündeki giysiler vücut hatlarını açıkça belli ediyordu ama bu haliyle bile hiç zayıf görünmüyordu. Siyah eşofman altı uzun bacaklarını ortaya çıkarıyordu; üstünde sadece siyah bir uzun kollu vardı. Tüm bu sadeliğe rağmen, yüzündeki ifade sayesinde gri bulutların altında bile genç ve canlı görünüyordu. Tam da onun, Subway sandviçini yerken uzaktan izlediği o “beğen ama yaklaşma” tiplerden biriydi.
Ama şimdi o “tip” tam karşısındaydı. Kapıyı açıp dışarı çıkınca Gan Yang yanına gelip elini tuttu, sonra dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Hareketi çok doğaldı ama Ding Zhitong henüz alışkın değildi. Kalbi hızlı hızlı atarken içinden 'Nasıl oldu da bu noktaya geldik biz ya?' diye geçirdi.
Gan Yang akşam yemeğini kendi yapacağını söylediği için, birlikte arabayla kasabadaki süpermarkete gidip alışveriş yaptılar.
Yurt dışına çıkmadan önce, Ding Zhitong babası Ding Yanming’den hızlı bir yemek eğitimi almıştı. Birkaç basit yemek yapabiliyordu: yumurta kavurması, domatesli yumurta, domatesli yumurta çorbası ve yumurtalı pilav. Fazla çeşit yoktu ama babası, kızının bir “okumuş insan” olduğunu düşünüyor, gelecekte iyi para kazanacağını varsayarak bunların yeterli olduğunu savunuyordu. Sonuç olarak, Ding Zhitong bu birkaç tarifle, kantinle, sokak yemekleriyle ve hazır gıdalarla bugüne kadar idare etmişti.
Ama şimdi Gan Yang’ın alışveriş sepetine attıklarına bakınca—alabalık, T-bone biftek, tereyağı, muskat, türlü türlü sebzeler—aklındaki tariflerin çok ötesine geçildiğini fark etti. Acaba gerçekten yemek yapmayı biliyor mu? diye düşünmeden edemedi ama nasıl olsa para harcayan o değildi, sadece sonucu görmek yeterliydi.
Gan Yang’ın evine vardıklarında daha da şaşırdı. Okula yaklaşık iki kilometre uzaklıkta, iki katlı müstakil bir evdi. Üstelik dışarıda büyükçe bir bahçesi vardı. Alanı tam kestiremiyordu ama bildiği tek şey, gerçekten büyük olduğuydu.
Onu asıl şaşırtan evin büyüklüğü değil, garaj ve bahçedeki cam seraydı.
Garajda 1966 model bir Mustang dışında krem rengi bir Pontiac GTO daha vardı. Bu da klasik bir arabaydı ve şu an tamir sürecindeydi.
Seraya gelince... Ding Zhitong orada sadece birkaç çiçek bekliyordu ama Gan Yang içeri girip anlatmaya başladı. Sol tarafı göstererek, “Şunlar benim domateslerim.” dedi. Ardından sağ tarafı işaret etti.
“Orada da küçük marullar, bir de filizlendirdiğim soya fasulyeleri var...”
Bu nasıl emekli dede hayatı? Ding Zhitong kahkaha attı.
“Başka ne tuhaf hobilerin var, söyle de hepsini birden öğreneyim.”
“Buna tuhaf hobi denmez.” diye hemen itiraz etti Gan Yang.
“Sebze yetiştirmek Çinlilerin genetik özelliğidir. Çinlinin olduğu yerde bahçe de olur.”
Ding Zhitong omuz silkti.
“Ben kaktüs bile yaşatamıyorum. Muhtemelen vatandaşlıktan atılacağım.”
Gan Yang güldü ama bu cümleyi mecaz olarak yorumladı, kaktüsü nasıl öldürdüğünü sormadı bile. Sonra kollarındaki alışveriş torbasıyla mutfağa geçti, malzemeleri bir bir ayıkladı. El becerisi oldukça iyiydi, bıçak kullanışı ustacaydı. Ding Zhitong, onun gerçekten yemek yapmayı bildiğini bu kez kesin anlamıştı. Zaten yardım edecek hali de yoktu, salonu biraz dolaşmaya karar verdi.
Ve sonunda herkesin dilindeki o ünlü dolabı gördü—gerçekten de tüm bir duvarı kaplıyordu ve içi spor ayakkabılarla doluydu. Kafasını kaldırıp baştan sona inceledi. Bazı ayakkabılar daha ilk bakışta “vintage” havası veriyordu. Aynı modelin farklı renklerinden birkaç çift olması da özenle toplandığını belli ediyordu. Ama dürüst olmak gerekirse, göze hitap eden pek bir şey yoktu, hatta bazıları bayağı çirkindi. Bu takıntıyı pek anlayamamıştı.
“Şu sıranın tamamı, 1979 model AVIA’lar.” dedi Gan Yang mutfaktan çıkıp ellerini kurularken. Ona doğru yürüyüp bakmakta olduğu ayakkabıları gösterdi. “O zamanlar ABD’de ilk beşteydi. Clyde Drexler ya da asistiyle meşhur John Stockton gibi NBA yıldızlarına sponsor olmuşlardı.”
Ding Zhitong hiçbir şey anlamamıştı. Daha önce bu insaların adlarını bile duymamıştı ama sadece, “Sonra ne olmuş?” diye sordu.
Gan Yang adeta bomba patlatır gibi bir ifadeyle anlatmaya başladı.
“1991’de AVIA, Nike’ın Air serisinin kendi Cantilever taban teknolojisini çaldığını öne sürerek dava açtı. Dünya kadar para harcadılar ama davayı kazanamadılar. Sonra da finansal sıkıntıya girdiler, şirket birkaç kez el değiştirdi. Marka çöktü, şu an süpermarket raflarında satılır hâle geldi.”
Ding Zhitong bu "satıldı, sonra yine satıldı" kısmına biraz ilgi duymuştu ama Gan Yang bu bölümü önemsemeyip hızlıca başka konulara geçmişti bile.
“Şu birkaç çift, 1995 model Reebok DMX. O zamanlar büyük markalar tam anlamıyla bir ‘silahlanma yarışına’ girmişti. Nike Zoom’u çıkardı, Reebok da DMX’i sürdü piyasaya. Giyimi fena değildi ama en fazla bir ayda hava kaçırmaya başlardı. Hava kaçınca da tabanı elde dikilmiş gibi sertleşirdi. O kadar şikâyet aldı ki, sonunda üretimden kaldırıldı.”
“Şurada altta duranlar da 2000 model Nike Shox.” Ayağından birini çıkarıp ona gösterdi. “Sence de özellikle çirkin değil mi?”
Ding Zhitong başını salladı. Gerçekten çirkindi. Az önce dikkatini çekmişti bile, demek ki sorun onun zevksizliğinde değilmiş.
“Tabana dört tane yay kolonu eklediler, üzerine de TPU plakası koydular ki ağırlığı eşit dağıtsın. Kulağa etkileyici geliyor ama aslında hissiyatı hiç iyi değildi. Ne darbe emişi ne de esneklik tatmin ediciydi. Üstelik tabanı da iç yükseltisi varmış gibi kalındı. Ama reklam için deli gibi para harcadılar, sözleşmeli oyuncularına hep bunu giydirdiler ve gerçekten bir ara çok popüler oldu. Nike’ın planına göre bu tasarım onlarca yıl kullanılacaktı. Şimdi sokakta herkesin böyle ayakkabılarla dolaştığını düşünsene..."
Düşünemiyordu. Ding Zhitong usulca başını salladı ve sonra sordu: “Peki sonra ne oldu?” Hazır anlatacak bir hikâyesi varken keyifle dinlemeye hazırdı.
Gan Yang onu yanıltmadı. “Sonrası? Karşılığı geldi tabii. O ayakkabıları tanıtan oyuncu Carter, bir maç sırasında dizinden sakatlandı. Ayağında 150 dolarlık Shox BB4 vardı. Ondan sonra herkes Shox teknolojisinin olgunlaşmamış olduğunu sorgulamaya başladı, hatta Carter’ın sakatlığının sebebinin bu ayakkabılar olduğu bile söylendi. Serinin satışları hızla düştü, sonunda da tarihe karıştı.”
Ding Zhitong bu hikâyeyi duyunca gülmemek için zor tuttu. 'Tamam, çirkinler, giymesi de rahatsız ama yine de bu, hepsini toplamanı engellememiş...'
O anlatmaya devam etti, o da dinlemeyi sürdürdü. En sonunda, Ding Zhitong nihayet her şeyi kavradı ve sordu. “Yani senin bu duvar boyunca dizdiğin tüm ayakkabılar... başarısız modeller mi?”
“Evet.” dedi Gan Yang başını sallayarak. “İyi ayakkabıların yepyeni vintage modelleri nereden bulunur ki? Onları alıp vitrine koyacak halimiz yok. Hep giyilmiş, eskimiş şeyler.”
Pekâlâ. Ding Zhitong,tkulağa oldukça mantıklı geldiğini kabul etti.
Ayakkabıları inceledikten sonra henüz yemek vakti gelmemişti. Beş kilometre koşmak için dışarı çıktılar. O civar hep güzel evlerle doluydu, yolun iki tarafında özenle bakılmış bahçeler vardı. Ağaçların dalları bembeyaz kırağıyla kaplanmıştı, yerdeki kar ise pırıl pırıl temizlenmişti.
Isındıktan sonra koşmaya başlamadan önce Ding Zhitong'un konuşacak enerjisi hâlâ vardı. Bacaklarını esnetirken sordu. “Bu evde hep yalnız mı yaşadın?” Söz ağzından çıkar çıkmaz sanki geçmişini sorguluyormuş gibi biraz ileri gittiğini hissetti. Aralarındaki ilişkinin henüz o seviyeye gelmediğini düşünüyordu.
Ama Gan Yang pek umursamadı, başını sallayarak cevapladı. “Evet, bazen arkadaşları çağırıyorum.”
Ding Zhitong bunu duymuştu zaten.
“Tek başına bu kadar büyük bir evde yaşamak... Ailen ne kadar zengin senin böyle?” dedi hayranlıkla. Ithaca’da kiralar ucuz olsa da, çoğu öğrenci her giderini kısmaya çalışırdı.
Gan Yang yine aynı umursamaz tavırla güldü. “Bilmiyorum, fena değil herhalde.”
'Fena değil', tam bir zengin cevabı diye içinden geçirdikten sonra sormaya devam etti. “Tek çocuk musun?”
Gan Yang başını salladı.
“Peki ailenin şirketi halka açık mı?” İyice ileri gitmişti.
Ama o gerçekten cevap verdi. “Sanırım hazırlık aşamasında.”
“Yani sadece hazırlık aşamasında mı...” Ding Zhitong hayal kırıklığına uğramış taklidi yaptı.
Gan Yang da onun oyununu devam ettirerek çıkıştı. “Sen de amma maddiyatçısın!”
“Evet tabii ki.” dedi Ding Zhitong bu sefer biraz daha ciddiyetle ve iyi niyetle uyardı onu. “Sen de çok safmışsın, ne sorarsam hemen cevap veriyorsun. Senin gibi bir aile geçmişine sahip biri gizli kimlik kullanmalı, bir ton sınav yapmalı... İnsanların paranın peşinde olmasından endişelenmiyor musun?”
Gan Yang, kendinden emin şekilde başını salladı. “Endişelenmem. Genelde insanlar benim peşimde olur.”
Ding Zhitong güldü ve hatırlattı. “Ama ben tam bir para delisiyim.”
Gan Yang ona bakıp “O zaman biraz daha uğraşayım da, sen de benim peşime düş.” dedi.
Ding Zhitong içinden 'Bu nasıl köylü romantizmi gibi bir şey ya?' diye geçirdi ama yüzü kızardı, elektrik çarpmış gibi hissetti kendini.
---
Yıllar sonra, açık havada koşmak için en iyi mevsimin kış olduğunu söyleyen bir makale okumuştu.
Çünkü sıcaklık düşük olduğunda, ilkbahar-yaz-sonbahar aylarına kıyasla, kışın yapılan koşular kalp-akciğer kapasitesini, kas gücünü ve oksijen alımını daha kolay geliştirir; hatta daha fazla endorfin salgılanmasını sağlayarak insanı daha mutlu ederdi.
O yazıyı okuduğunda, aklına 2007 kışında yaşadıkları geldi. Evet, gerçekten mutlu bir kış olmuştu ama bunun tamamen kıştan kaynaklanmadığını da biliyordu.
Kasım sonu geldiğinde, Ithaca’da hava buz gibiydi. Güneşsiz günlerde sıcaklık neredeyse sıfır dereceye düşüyordu. Yol kenarındaki ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüş, dalların üzerinde şeker serpiştirilmiş gibi ince bir kar tabakası vardı. Uzaklardaki Cayuga Gölü gri renkteydi, yüzeyi pusluydu. Geçen yıl tam da bu zamanlar, o manzaralara bakacak cesareti bile yoktu. Çünkü bir anlık kararla kendini aşağı atar diye korkuyordu.
Ama o akşamüstü... her şey tamamen farklıydı. Artık teklif mektubunu almıştı. Nihayet biraz rahatlayabiliyordu. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeyi umursamadan, sadece Gan Yang’la birlikte onun evinden çıkıp göl kıyısı boyunca şelaleye doğru koşmuşlardı.
Onun temposu Gan Yang için yalnızca bir ısınmaydı. Koşu boyunca sürekli sohbet etmişlerdi, o tam bir gevezeydi. Bazen bacaklarını yukarı kaldırıp öne doğru zıplıyor, sonra bir süre geri zıplıyordu. Ding Zhitong’un aklında sürekli şu kelime dönüp duruyordu: Zıplayan maymun.
Yorumlar
Yorum Gönder