Eat Run Love - 12. Bölüm

İki gün sonra, Pazartesi günü, Ding Zhitong M Bankası’ndan kabul maili aldı.
Telefon geldiğinde dersteydi. Önce e-posta bildirimi çıktı. Kocaman sınıfta herkes neredeyse uyuyordu, bilgisayar ekranının üst kısmında sessizce beliren yeni e-posta bildirimiyle göz göze geldi. Halüsinasyon görmediğine emin olmak için her kelimeyi iki kez okudu. Kalbi deli gibi atıyor, elleri titriyordu. E-postayı açmak isterken yanlışlıkla çıkış yaptı, ardından parolayı iki kez üst üste yanlış girdi. Nihayet yeniden giriş yapabildiğinde, mailin başındaki kalın harfli “Congratulations!” yazısını gördü.
Feng Sheng her zamanki gibi onun yanında oturuyordu. Ding Zhitong’daki tuhaflığı fark etmiş olmalı ki, dönüp ona baktı.
Ding Zhitong kısık sesle söyledi.
“M Bankası’na kabul edildim.”
Feng Sheng bunu abartmadan ama yürekten gelen bir rahatlamayla cevapladı:
“Artık hepimizin bir yeri var.”
Bu süreçten geçmiş biri, ne kadar zor olduğunu çok iyi bilir ama bunu gerçekten dile getirdiğinde, sadece basit bir cümle olarak çıkar.
Ders bitince Ding Zhitong, insan kaynaklarını arayıp teklifi ve sonraki süreci doğruladı. Yazılı teklif belgesi ona postalanacak, o da imzalayıp geri gönderecekti. Ardından işe giriş sağlık kontrolü ve üçüncü taraf bir arka plan taraması yapılacaktı.
Telefonu kapattıktan sonra Gam Yang’a da mesaj attı.
O da hemen cevap verdi.
“Harika! Sana kesinlikle başaracaksın dememiş miydim?!”
Ding Zhitong kendi kendine, 'İşte bu, o süreci hiç yaşamamış birinin tepkisi. Her şeyi evrenin gizemli yasalarına bağlamak kolay.' diye düşündü.
Ama Gan Yang bir mesaj daha gönderdi.
“Bu akşam birlikte yemek yiyelim. Bana gel, sana yemek yapayım.”
Ding Zhitong şaşırıp sordu.
“Sen yemek yapmayı biliyor musun?”
Gan Yang hemen yazdı.
“Tabii ki, saçmalama.”
Onun evini ve yemek becerilerini epey merak etse de, Ding Zhitong yine de kibarca reddetti.
“Bu akşam olmaz.”
Gan Yang: “???”
Ding Zhitong açıkladı.
“Bana daha önce teklif alan biri yemek ısmarlamıştı, ben de onu geri ağırlayacağım.”
Gan Yang: “Ben senin için kendi mülakatımı bile iptal ettim, beni niye yemeğe çıkarmıyorsun?”
Yine o konu! Dürüstçe söyle, o mülakat senin için gerçekten önemli miydi? Hem ben sana okul yemekhanesinde kaç kez yemek ısmarladım?
Ding Zhitong ne yazacağını bilemedi. Yazdığı birkaç cümleyi sildi durdu.
Gan Yang zekiydi, hemen anlamıştı asıl sebebi.
“Feng Sheng mi?”
Ding Zhitong ekrana bakakaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu. M Bankası’ndan bu teklifi almasında Feng Sheng ve Song Mingmei’nin çok büyük katkısı olmuştu. Elbette onları yemeğe davet etmeliydi ama Gan Yang’ı da dahil ederse, bu kombinasyon onu fazlasıyla huzursuz ediyordu.
Gan Yang muhtemelen biraz alınmıştı ki uzun süre cevap vermedi.
Ding Zhitong onu yatıştırmak için yeni bir mesaj yazdı.
“Seni elbette ayrıca davet edeceğim.”
Ancak o zaman Gan Yang gönülsüzce iki kelime yazdı.
“Peki, tamam.”
Ding Zhitong daha fazla gönlünü almaya çalışmadı. Bu kadarı yeterdi. Sonra güzel haberi Song Mingmei’ye de verdi.
Song Mingmei işin ehliydi. Durumu duyar duymaz “Telefonla mailin aynı gün gelmesi, ucu ucuna girdin demek. Şansın açıkmış! Ayrıca seni site visit’e çağırmamışlar, demek ki seni isteyen kişi, mülakatta seni görenlerden biri ve doğrudan senin amirin olacak.” dedi.
Ding Zhitong’un aklına hemen Qin Chang geldi ve o an, hafifçe nankörce sayılabilecek bir düşünce belirdi kafasında: Kariyerine daha başlarken, cam tavanın altında sıkışmış bir VP’nin yanında işe başlamak... çok da parlak bir fikir gibi durmuyor.
Ama şu anda öyle ince eleyip sık dokuma lüksü yoktu. Üstelik teklif paketinde yazan rakamlar onu fazlasıyla memnun etmişti: Yıllık maaş 85.000 dolar.
Sektördeki genel uygulamaya göre bonuslar en az maaşın %50’si kadar oluyordu. Bu da demek oluyor ki, ilk yılında toplam kazancı yaklaşık 130.000 dolar olacaktı!
Kur oranı sürekli düşse de hâlâ 7.4 civarındaydı. Şöyle bir çevirince...
İnsanların olmadığı bir köşeye çekilip maili defalarca okudu, hesaplamayı da defalarca yaptı. Tıpkı mağaradaki Gollum’un altın yüzüğüne bakarken “my precious, my precious” demesi gibi mırıldanıyordu.
Akşam yemeği meselesine gelirsek, Song Mingmei de orada Feng Sheng’in olacağını anlamıştı. Gülerek sordu.
“Benim gelmeme gerek yok herhalde, değil mi?”
Ding Zhitong hemen atladı.
“Olur mu öyle şey, mutlaka gelmelisin. Önce sana söyledim zaten, daha Feng Sheng’e haber bile vermedim. Eğer bu akşam işin varsa başka zaman da buluşabiliriz.”
Song Mingmei kaşlarını çatarak sordu.
“Seninle Feng Sheng arasında tam olarak ne var?
Bu sorunun cevabını çok uzun zamandır merak ediyordu.
Ding Zhitong başını salladı, oldukça içten bir şekilde yanıtladı.
“Hiçbir şey. Gerçekten hiçbir şey yok.”
Song Mingmei biraz hayal kırıklığına uğradı.
“Halbuki Feng Sheng gayet iyi biri. Boyu, yüzü, eğitimi, kariyer potansiyeli... Her şey yerli yerinde. Üstelik ikiniz de Şangaylısınız, yatakta bile ortak dil sorunu yaşamazsınız. Ailesinin Fenyang Yolu’nda tarihi bir evi bile var.”
Ding Zhitong, Song Mingmei’nin konuşma tarzına alışık olsa da bu sözleri duyunca yine de kahkahayı patlattı.
“Sen onun nerede oturduğunu bile nereden biliyorsun ya?”
“Network becerisi işte.”
Ding Zhitong bir kez daha içten içe ona hayran kaldı. Feng Sheng onunla aynı üniversiteden mezundu, birlikte okul başvurusu yapmış, vizeye bile beraber gitmişlerdi.
Ama onun ailesi hakkında pek bir şey bilmiyordu. Zaten Feng Sheng de pek anlatmamıştı. Bildiği tek şey, onun da kendi gibi tutumlu yaşadığıydı. ABD’ye geldiklerinde aynı ucuz yurtta kalmışlar, tatillerde memlekete dönmeye kıyamamış, geziye bile çıkmamışlardı.
Bu yüzden, Song Mingmei’nin söylediği o "Fenyang Yolu’ndaki tarihi ev" lafından ciddi ciddi şüphe duydu.
O akşam, üç kişi kasabaya inip yemek yedi.
Sonuçta bu bir karşılık davetiydi, dolayısıyla yemek kalitesi de doğal olarak Feng Sheng’in verdiği davetten aşağı olmamalıydı. Ancak Ding Zhitong uzun süredir okulda ya gezici yemek kamyonlarından ya da Subway’den yiyordu, bu yüzden çevredeki restoranları pek tanımıyordu. Sonunda Song Mingmei’nin önerisiyle, yenilikçi mutfağıyla ünlü bir restoran seçtiler. Söylenene göre bu yer, 3 numaralı Bian Jieming’in favorisiymiş; şefi CIA (Culinary Institute of America) mezunuymuş, Bian Bey’in ismini verirsen hafta sonları bile en iyi masayı ayırtabiliyormuşsun.
Madem her şey açıkça konuşulmuştu, üçü arasında hâlâ yalnızca “altın arayıcılarının saf arkadaşlığı” vardı. Masada stajlardan, mülakatlarda yaşadıkları şeylerden konuştular. İki networking ustası karşı karşıya gelince, Song Mingmei birinin adını anıyor, Feng Sheng onu tanıyordu. Feng Sheng birinden bahsediyor, Song Mingmei de onu biliyordu. Ding Zhitong ise çoğu zaman sadece kenardan dinlemekle yetiniyordu.
Bu tür anlarda, Ding Zhitong onları izlerken kendi kendine bu mesleğe uygun olup olmadığını sorguluyordu. Grup mülakatlarında karşılaştığı insanlarda hep aynı özellikleri görmüştü—zeki, kendine güvenen, sesi gür çıkan tiplerdi. Hatta konuşma biçimleri, soru sorma tarzları bile birbirine benziyordu. Oysa Ding Zhitong sadece onları taklit ediyordu. Dikkatle izliyor, kafa yoruyor, “böyle bir durumda onlar ne yapardı, ne derdi” diye düşünüyor, sonra da onları örnek alıp ortama ayak uydurmaya çalışıyordu.
Bu dünyanın içinde olsa da, bir yanıyla hep dışarıdan bakıyormuş gibiydi.
Ama Ding Zhitong çok iyi biliyordu ki, sadece yıllık maaş paketindeki o rakam uğruna bile olsa, bu taklide devam edecekti.
Çünkü onun, bir yıl içinde 80 bin dolar biriktirmesi gerekiyordu.
CIA mezunu şefin şöhreti boşuna değildi, yemek gerçekten çok lezzetliydi. Sadece Feng Sheng’in söylediği bir cümle, Ding Zhitong’u biraz şaşırttı.
Mezuniyet sonrası planlar konuşulurken, Song Mingmei “İki teklifin vardı, hangisini seçtiğine karar verdin mi?” diye sordu.
“Karar verdim.” dedi Feng Sheng, ama hangisi olduğunu doğrudan söylemedi.
Song Mingmei bir kez daha hangisi olduğunu sorunca Feng Sheng başını hafifçe eğdi, tabağına bakarak yanıtladı. “Düşünüp taşındım, New York’ta kalıp L firmasında sürünmeye karar verdim.” Bu cümleyi söylerken, sanki hem Song Mingmei’ye cevap veriyor, hem de Ding Zhitong’a söylüyormuş gibiydi.
Ding Zhitong’un içi birden sıkıştı.
Neyse ki hemen ardından şöyle devam etti: “Sektöre yeni giriyorum, önce biraz tecrübe edinmek istiyorum. New York sonuçta dünyanın en gelişmiş piyasası, en üst düzey yatırımcılar burada. Burada karşılaşabileceğin insanlar ve deneyimler, Hong Kong’la kıyaslanamaz bile.”
“Doğru, finansın merkezi.” dedi Song Mingmei gülümseyerek. Sohbet bu konu üzerinden devam etti, o iki seçenek arasındaki kararsızlık da böylece kapanmış oldu.
Ding Zhitong da kendini bu konuyu fazla kafaya taktığına ikna etti.
Kalmak ya da gitmek, herkesin kendi hesabıydı. İşletme bölümü mezunları mezun olduktan sonra bir yıllık OPT (Optional Practical Training) adı verilen staj vizesine başvurabiliyordu. Bazıları iş bulamasa bile, OPT ile ABD’de kalıyor, ücretsiz bir staj bulup orada oyalanırken yeni iş arıyordu. Oysa Feng Sheng’in elindeki, bir BB yatırım bankasından gelen teklifti. Her ne kadar hayalindeki pozisyon olmasa da, böyle bir teklifi reddetmek gerçekten zordu. Onun bu kararı vermesi için elbette geçerli nedenleri vardı, bu onunla—Ding Zhitong’la—ilgili değildi.
Restorandan çıkıp yurda vardıklarında saat onu geçmişti. O sırada Ding Zhitong, Gan Yang’dan gelen üç kelimelik bir mesaj aldı: "Yemeği bitirdin mi?"
O da “Hıhı” diye yanıt verdi, ama karşı taraf sessiz kaldı.
Ding Zhitong, hâlâ ona sinirli olduğunu tahmin etti ama onu yatıştırmaya da üşendiği için öylece bıraktı. Dişlerini fırçalayıp kıyafetlerini değiştirdikten sonra, birden alt kattaki kapının zili çaldı. Sanki bir önseziye kapılmış gibi Song Mingmei'den önce kapıyı açmak için koştu. Nitekim siyah beyaz güvenlik kamerasının ekranında gülümseyen tanıdık bir yüz gördü.
“Kim o?” diye sordu Song Mingmei içeriden.
“Yan dairedeki komşu kartını unutmuş.” diye cevapladı Ding Zhitong ve hemen ekranı kapatıp dışarı fırladı.
O aşağı inerken Gan Yang da yukarı çıkıyordu, merdivenlerin dönüş noktasında karşılaştılar. Ding Zhitong iki basamak yukarıda olduğu için boy farkı kapanmıştı. Ona nadiren yukarıdan bakabildiği bir anda başını hafif eğince göz göze geldiler.
“Buraya niye geldin?” diye sordu Ding Zhitong.
Gan Yang yanıtladı: “Seni görmek istedim. Bir de...”
“Bir de ne?” Koridor karanlıktı ve Ding Zhitong lenslerini çıkardığı için yüz ifadesini tam seçemiyordu.
Gan Yang cevap vermedi, iki merdiven daha çıkıp onu kollarının arasına aldı ve sonra eğilip öptü. Bu yavaş çekim bir sahne gibiydi—önce burunları birbirine değdi, sonra dudaklarını kavuştu, başını hafifçe eğerek daha derine nüfuz etti. Dudakları ve dili sıcaktı, ıslaktı, temiz ama açgözlüydü. Ding Zhitong’un zihni bir an boşaldı, nefes almayı bile unuttu. Uzun süre öpüştüler, sanki ikisi birden dış dünyadan kopuk bir balonun içine girmişti. Etrafta sadece ikisinin nefes sesleri vardı, dışarıdaki kar ve kış havası bile bir anda sıcaklık ve tat kazanmıştı. Üzerindeki ince sweatshirt’e rağmen, onun vücudunun sıcaklığını, kalp atışlarını ve en küçük hareketlerini hissedebiliyordu.
Kendine geldiğinde, Ding Zhitong’un kolları çoktan onun boynuna dolanmış, tüm vücudu ona yaslanmıştı. Geri çekilmeye çalıştı ama Gan Yang bu durumdan çok memnundu. Bir elini onun sırtına koyup hareket etmesini engelledi ve dudaklarının kenarına bir öpücük daha kondurduktan sonra onu bıraktı. “Koridor da epey soğuk, sen yukarı çık. Yarın da akşam yemeği için bana gel.”
Söylediği ton, sanki 'Sen ayrılmak istemiyorsun ama hadi, çok da kaptırma kendini' gibiydi.
Ding Zhitong onun fazla havalara girmesinden korkup özellikle küçümseyici bir ifade ttakıarak sordu. “Sırf bunun için mi geldin?”
Gan Yang ona gülümseyip başını salladı ve tek kelimeyle yanıtladı. “Evet.” Sonra dönüp aşağı indi.
Ding Zhitong olduğu yerde kaldı. Elleri sweatshirt'ünün ceplerinde, bir ayağıyla basamakları tekmeleyerek onun arkasından uzaklaşan siluetine bakarken aslında bu sözlerde gizli bir anlam olduğunu fark etti. 'Yarın, devamı var.'
Hiçbir sebep ve uyarı olmadan, kalbi tekledi ve yüzü kızardı. O his... ortaokul hazırlık sınıfının ilk gününde, hayatında ilk kez güzel bir çocuğa ilk görüşte âşık olduğu gündekiyle aynıydı. Üniversitedeyken yalnızca yurttaki diğer üç kızın erkek arkadaşı olduğu için, 'Benim de hayatımda biri olmalı' deyip biriyle çıkmaya başlamış olması gibi değildi.
Üniversiteden mezun olmadan hemen önce yurt dışına çıkmaya hazırlanıyordu. O sırada o "biri" de Şanghay’daki yabancı sermayeli bir şirkette yönetici adayı olarak işe başlamıştı. Birbirlerinden uzakta kalmaya başlayalı çok olmamıştı ki, telefonla konuştuklarında neredeyse hiç ortak konu bulamıyorlardı; görüntülü konuşmalar da yalnızca birbirlerine bakışıp kalmakla geçiyordu. En sonunda herkes kendi hayatına yöneldi. Küçük bir mesele yüzünden aralarında soğukluk oluştu, “ayrılalım” bile demeden ilişkileri bitti. Ne büyük bir acı hissetmişti, ne de pişmanlık; tam tersine içi rahatlamıştı.
Ama bu sefer, o kadar kolay sıyrılamazdı.
Ding Zhitong da nedenini bilmiyordu, ama bu ilişki daha başlarken kafasında bitişini düşünmeye başlamıştı bile.
Yorumlar
Yorum Gönder