Eat Run Love - 10. Bölüm

Hayatında ilk defa maraton koşan Gan Yang, yarışı tamamlayamadı.
İthaca’ya döndüğünde atletizm takımındaki koca yürekli kardeşleri, bu olayı duyunca onu cumartesi gecesi kasabadaki bara çağırdılar. Bu onların takımının geleneğiydi.
Bar, alkol orani %2 olan yerel üretim biralara sahipti. Sporcuların da gönül rahatlığıyla içebileceği cinstendi. Ama alkol dayanıklılığı dediğin şey, Gan Yang’da hiç yoktu. İkinci ile üçüncü bardak arasında, gözleri çoktan bulanıklaşmaya başlamıştı. İki maratonu da 2 saat 30 dakikanın altında tamamlayabilen ustalar, ona hâlâ yarışta neden başarısız olduğunu anlatıyorlardı: “Zihinsel olarak hazır değildin, stratejin doğru değildi, enerjini kötü kullandın...” O başını sallayıp hepsini dinledi, ama asıl nedeni açıklamaya utanıyordu—yarışı tamamlayamamasının gerçek nedeni aslında bunlardan hiçbiri değildi.
Dışarıda ışıklar değişiyor, insanlar bağırışıyordu. Hava soğuk olmasına rağmen barın camları açıktı. Bazı insanlar pencere kenarına yaslanmış sigara içiyordu. Yükselen dumanın arasından, kapıdan geçen tanıdık bir siluet gördüğünü sandı. Elleri cebinde, boynu kabanına gömülmüş, rüzgarla uçuşan saçlarının uçları ışığın rengini almış, yumuşacık görünüyordu.
Neyin peşinde olduğunu bilmeden dışarı fırladı. Yarım sokak koştu, sonra yanlış gördüğünü anlayıp moral bozukluğuyla geri döndü.
O gece barda “reggae gecesi” vardı. DJ, Bob Marley çalıyordu. Tam o anda şu sözler duyuluyordu:
> Her tohum ektiğimde, o bana “Büyümeden öldür” dedi. Dedi ki, “Büyümeden öldür.”
Birden tüm dünyanın ona karşı olduğunu hissetti. Tuvalete sığındı ve Wang Yi’yi aradı. Telefon açılır açılmaz, “Olmaz. Ona gidip her şeyi açık açık söylemem gerek.” dedi.
Sözleri karmakarışıktı ama Wang Yi birden konunun özünü kavradı ve doğrudan sordu.
"Şu geçen sefer erkek arkadaşı var demiştin ya, o mu?"
Gan Yang bir an duraksadı, ne diyeceğini bilemedi.
"Yoksa..." Wang Yi karşıdan kahkahalarla güldü, "sen üçüncü kişi mi oluyorsun yani?"
Gan Yang öfkeyle telefonu kapatıp banyodaki tezgâha “pat” diye fırlattı, ardından arkasına bile bakmadan çıktı.
Ding Zhitong, yurt binasının önünde Feng Sheng’le vedalaşıp yukarı çıktı. Odaya girdiğinde içeri kapkaranlıktı, Song Mingmei orada değildi.
Başta, Bian Jieming’in sadece bir bahane olduğunu düşünmüştü ama gerçek olsa da olmasa da, Song Mingmei belli ki hafta sonu için yalnız kalacak biri değildi. Ceketini çıkardı, yüzünü yıkadı, yazı masasının başına oturdu. Dayanamayarak tekrar e-postalarını kontrol etti; hatta geri dönüşüm kutusu ve spam klasörüne kadar her yere baktı. Reklamlar dışında yalnızca babası Ding Yanming’den gelen bir e-posta vardı.
Ding Yanming, her zamanki gibi yaklaşan emekliliğinin keyfini anlattığı mailde, yeni aldığı dijital SLR fotoğraf makinesinden, hafta sonları arkadaşlarıyla dışarı çıkıp bol bol fotoğraf çektiğinden bahsediyordu. Maile eklediği fotoğraflarda kendini oldukça bakımlı göstermişti. Hemen her fotoğrafta yanında bir kadın vardı—orta yaşlı, uzun boylu, iyi bir fiziğe sahip, yüzü allık ve fondötenle dolu, saçları kestane rengine boyanmış, iri dalgalarla şekillendirilmişti. Tipi, tıpkı Yan Aihua Aihuydi.
Ding Zhitong bu fotoğrafları görünce gülümsedi. İçinden, 'Babamın gençliğinden beri değişmeyen bir zevk anlayışı var.' diye düşündü. 'Hafif yetenekli, biraz kendini beğenmiş, modaya düşkün ama sorumluluk almak istemeyen biri. Para kazanamaz ama harcamayı çok iyi bilir.'
Bu yüzden, para kazanmak onun işiydi.
"Keşke biraz param olsaydı!" diye iç geçirdi.
Bilgisayarı kapattı, derin bir nefes aldı ve uzun bir iç çekti ama içindeki sıkıntı dağılmadı. Muhtemelen akşam yemeğinde içtiği azıcık şaraptan dolayı böyle hissediyordu—ne yeterince içmişti ne de tam içmemiş. Mutfaktaki buzdolabında, süpermarketten aldığı kutulu Kaliforniya şarabı vardı. Ucuz ve boldu. Bazen uykusuzluk çektiğinde, onunla uyuyordu. Bir kqdeh doldurup içti, sonra kendini biraz daha iyi hissedince banyoya gitti, dişlerini fırçalayıp yatağa girmeye hazırlandı. Ne olursa olsun, büyük meseleler yarına kalmalıydı.
Tam ağzını çalkalarken dışarıdan birinin kendisine seslendiğini duyar gibi oldu. Önce kulak yanılması sandı ama ses gittikçe arttı. Dikkatle dinleyince gerçekten de adını bağıran birisi vardı.
Ağzındaki suyu tükürüp pencereye koştu.
Aşağıda biri ellerini huni gibi yapmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
“Ding~ Zhi~ Tong~ Ding~ Zhi~ Tong~”
Gan Yang’dı.
Ding Zhitong şaşkınlıkla camı açtı.
“Ne yapıyorsun?”
“Bir aşağı gelsene.” dedi Gan Yang, kolunu uzatarak orangutan gibi salladı.
“Neden ineyim?” diye sordu.
“Bir şey soracağım sana.”
Ama söylediği şey bir cevap değildi.
“Bu saatte... Ne soracaksan telefonda sor.” dedi Ding Zhitong, sakin kalmaya çalışarak.
Gan Yang birden kendi üstünü başını aramaya başladı, yüzünde kaybolmuş bir ifade vardı.
“Telefonum... Telefonumu nereye koydum bilmiyorum...”
O zaman Ding Zhitong onun sarhoş olduğunu fark etti.
Oldukları yer öğrenci yurduydu ve karşıdaki pencerelerden birileri de perdeyi aralamış bakıyordu. Gan Yang böyle bağırmaya devam ederse kampüs güvenliği gelir, onu karakola götürürdü. Hemşehrisi sayılırlar diye, mecburen aşağı indi.
Kapı açılır açılmaz soğuk rüzgâr yüzüne çarptı. Ding Zhitong ürpererek durdu.
“Sor hadi.”
“Niye böyle yapıyorsun?” Gan Yang onun gibi kollarını göğsünde kavuşturdu, ne yaptığını bilmeden taklit etti.
Ding Zhitong neredeyse sinirinden gülecekti.
“Çünkü üşüyorum. Sen üşümüyor musun?”
“Hayır.” dedi Gan Yang başını sallayarak. Gerçekten de sıcak basmış gibi duruyordu.
Ding Zhitong buna da güldü.
“Yani beni buraya bunun için mi çağırdın?”
Gan Yang hemen başını salladı.
“Dur, dur bir düşünmem lazım.”
Ding Zhitong güldü. Nefesiyle oluşan küçük beyaz buğu, dudaklarının önünde yoğunlaştı, sonra hemen dağıldı—bir film karesi gibiydi. Detaylar netti. Gan Yang başını eğmiş ona bakarken birden sustu. Ding Zhitong onun bu halini görünce, bunun bir iki cümleyle bitmeyeceğini anladı. Onu kolundan çekti, içeri soktu ve kapıyı kapattı.
Kaldığı yurt binası eski, gri bir yapıydı. İçeri girince doğrudan merdiven ve koridor karşılıyordu. Tavan lambasının üstünde kalın bir toz tabakası vardı, yayılan ışık loştu. Normalde bu saatlerde öğrenciler yurda dönmüş olur, ortalık kalabalık olurdu. Ama cumartesi akşamı dışarıda eğlenen çoktu, bina bomboş görünüyordu. Uzaklardan belirsiz müzik sesleri ve kahkahalar yankılanıyordu.
“O gün ne oldu gerçekten?” dedi sonunda Gan Yang.
“Hangi gün?” diye cevapladı Ding Zhitong, saf numarası yaparak. Oysa aslında çok iyi biliyordu: New York Maratonu günüydü.
Gan Yang pes etmeden devam etti.
“Sonra niye bir daha benimle konuşmadın? Neden teşekkür ettin bana?”
Ding Zhitong, “Sana teşekkür ettim çünkü bana yardım ettin.” dedi.
Gan Yang hemen karşı çıktı.
“Yalan söyleme!”
Adeta anaokulu düzeyinde bir diyalog gerçekleşiyordu.
Ding Zhitong gülmemek için dudaklarını ısırdı, sonunda ciddi bir şekilde cevapladı.
“O gün bitiş çizgisine gelmemi istemedin. Sanırım partnerin rahatsız oldu, seni zor durumda bırakmak istemedim. O yüzden kendi başıma döndüm.”
“Partner mi?” Gan Yang bir şey anlamamıştı.
Ding Zhitong onun bu haline bakınca anladı ama yine de bilerek sordu.
“Hani bana kendin göstermiştin ya.”
“Wang Yi’den mi bahsediyorsun?” Gan Yang sonunda hatırladı.
“Ben onunla ileride ayakkabı işi yapacağım, o tarz bir partner. Diğer türden değil...”
“...Ayakkabı işi?” Bu sefer Ding Zhitong anlamadı.
“Evet... spor ayakkabısı, koşu, basketbol için, sonra da...”
Gan Yang anlatmaya başladı, konu dallanıp budaklandı.
Ding Zhitong tekrar güldü.
“Tamam, anladım. Başka bir şey var mıydı?”
Gerçekten vardı. Gan Yang hemen sordu.
“Sen benden hoşlanıyor musun?”
Ding Zhitong bir an duraksadı. İçinden, 'Ne kadar da dan diye soruyor...' diye geçirdi.
Gan Yang ise kararlıydı, sanki büyük bir adım atıyormuş gibi konuştu.
“Erkek arkadaşın olsa bile, sana bunu söylemek istedim. Senden gerçekten çok hoşlanıyorum.”
Ding Zhitong bir süre ona baktıktan sonra konuştu. “Sevgilim yok.”
“Peki ya Feng Sheng...?” diye sordu Gan Yang.
“Sevgilim değil.” Başını salladı.
“Ah, onu sevgilin sanmıştım...” Gan Yang biraz şaşırmıştı.
“Ne tesadüf, ben de senin sevgilin olduğunu sanmıştım.” Ding Zhitong alayla söyledi.
Gan Yang başını sallayarak eşlik etti “Evet ya, gerçekten ne tesadüf, meğer ikimiz de bekarmışız.”
Bu aşırı derecede garip diyalogdan sonra Ding Zhitong ne söyleyeceğini bilemedi.
Sonunda yine Gan Yang boğazını temizledi ve konuştu: “Peki, şey... Benimle sevgili olmak ister misin?”
Bunu çok kısık bir sesle söylemişti, hatta koridorda yankılanan hafif müzik sesi neredeyse sözlerini bastırmıştı. Ding Zhitong uzun süre tepki veremedi, doğru duyup duymadığını anlayamıyordu, sadece az önce içtiği o market kırmızı şarabının tam da bu anda kafasına vurduğunu hissetti.
“Arabanı nereye park ettin?” diye konuyu değiştirerek sordu. Tek isteği, bu adamı bir an önce göndermekti.
Ama beklenmedik şekilde o gülerek cevapladı. “Arabayla gelmedim, koşarak geldim.”
Neden o kadar sıcakladığı şimdi belli olmuştu! Ding Zhitong başını salladı ve yine başı döndü... Sonra bir umutla telefonunu çıkarıp “A-Gan” numarasını aradı. Karşı tarafta gerçekten biri açtı, telefon birkaç kez el değiştirdikten sonra Gan Yang’ı tanıyan birini bulabildiler ve o kişi gelip Gan Yang’ı almayı kabul etti.
Merdivenin alt tarafında, duvara yaslanarak bir köşeye oturdular ve atletizm takımından arkadaşın gelmesini beklediler.
Gan Yang az önce telefon ekranında gördüğü “A-Gan” ismini hâlâ aklından çıkaramamıştı, “Biliyor musun, bana bu lakabı taktıktan sonra her gün Nike Cortez giydim.” dedi. (Çevirmen Notu: Şu lanet lakap işini çözemedim ve her yerde karşımıza çıkıyor sjjshdhdhz)
“Nike Cortez de ne?” Ding Zhitong gerçekten bilmiyordu.
“‘Forrest Gump ayakkabısı’ işte!” Gan Yang inanamaz gözlerle baktı, neredeyse ayakkabısını çıkarıp ona gösterecekti.
“Senin ne demek istediğini ben nereden bileyim?” Ding Zhitong gülmeye başladı.
“Değil mi ya, sen nereden bileceksin?” dedi Gan Yang da, bir anda kahkahaya boğuldu.
Ding Zhitong kesinlikle delirmiş olmalıydı, çünkü bu adamı sevimli bulmaya başlamıştı.
“Şimdi artık biliyorsun. Benimle sevgili olmak ister misin?” dedi tekrar. Gülümsemesi silinmişti, gözlerinin içine bakarak çok ciddi bir şekilde sordu.
Bu sefer, Ding Zhitong onu net bir şekilde duydu. Ama sadece ona bakarak, “Gan Yang, kızlar her zaman senin peşinden mi koştu? Hiç hoşlandığın ama senden hoşlanmayan biriyle karşılaşmadın mı?"
Gan Yang biraz düşündü, sonra yine ciddi bir şekilde cevapladı. “Sanırım öyle.”
Ding Zhitong bir kez daha gülümsedi. Sarhoş bir insanın hiçbir şeyi gizlememesi... Bu gerçekten çok sevimliydi.
Ama Gan Yang pes etmeye niyetli değildi, önceki sorusuna döndü. “Peki ne diyorsun, benimle sevgili olur musun?”
Ding Zhitong ona baktı ve başını salladı. Sarhoş insanlar da hayır demeyi bilmezdi.
Tıpkı Feng Sheng’in neden M şirketinin yazılı sınavını geçemediğini bir türlü anlayamaması gibi, Gan Yang da neden bu kez bir kıza açıldığında reddedildiğini anlayamıyordu. Bu yüzden illa ki ondan bir yanıt almak istemişti.
Evet, işte bu kadar saçma bir inat uğruna. Ve Ding Zhitong’un bu ilişkiye razı olmasının tek sebebi... onu gerçekten biraz seviyor olmasıydı.
Yorumlar
Yorum Gönder