When the Phone Rings - 36. Bölüm (Türkçe Novel)


"Yanlış bir şey yaparsan ilk önce seni öldürürüm. Çünkü en sinir bozucu olan sensin."

"!.."

"Boş konuşuyorum."

Gözleri korkudan kararmıştı. Uçurumdan aşağı düşerken rehinecinin sesi kafasında yankılandı.

Kollarını sallamayı denedi ama hiçbir şey yakalayamadı. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu.

"!. "

Büyük bir darbe sırtına bomba gibi indi. Bir dala daha çarpıp aşağı doğru yuvarlandı.

Hee-Joo içgüdüsel olarak kollarını uzatıp umutsuzca bir şeylere tutunmaya çalıştı ama her şey avuçlarından kayıp gitti.

".!"

Sürüklendiği delikte sert bir kayaya başını çarptı. Yere düştüğümde tüm vücuduna keskin bir acı yayıldı.

"Ha... Ugh...!"

Bulanık zihninin ötesinde, bir yerlerden kalın bir çığlık yankı yaparak kulağına çarptı.

Bu bir halüsinasyon muydu değil miydi, hiç önemli değildi.

'Ben buradayım...'

Dişlerini sıkarak elini uzattı.

Ancak görüşü tamamen kararmıştı.

"I ı..."

Tüm vücuduna soğuk sızıyordu.

İlk olarak, titreyen parmak uçlarında pürüzlü kayaya dokundu.

Neyse ki, dokunma hissi uyanır uyanmaz, diğer tüm duyuları bir anda geri döndü.

Yırtık giysilerin arasından bıçak gibi soğuk rüzgar sızarak girdi. Gözleri bulanıklaştı, başında bir sıcaklık hissetti.

Bir yerleri şişmiş, acıyor ve kanıyordu. Tüm vücudunda morluklar oluşmuştu, hareket etmeye çalıştığında vücudu ter içinde kaldı.

Gözlerini tekrar açtığında karanlık çökmüştü.

'Ne kadar süredir baygınım acaba?'

Yaprakların arasından, kararmış gece gökyüzü görünüyordu.

'Neredeyim ben?'

Uçurumu tepesinden ağaçların arasından geçerek bir deliğe düşmüştü.

Ama henüz kurtarılmadığına göre, konumunu belirlemede zorlanıyor olmalıydılar.

"Hı ı..."

Hiç kimsenin suçu olmayan, gereksiz bir hüzün içini sardı.

Uuu...

Uzaklardan bir yabani hayvanın sesi duyuluyordu.

Buna ek olarak gece, ormanın içindeki en ufak sesleri bile yankı yaparak geri gönderdi.

O zaman zifiri karanlık bile tehdit edici gelmeye başladı.

Sonsuza kadar böyle hareketsiz kalmaya devam edemezdi.

'Korkuyorum... Eve gitmek istiyorum...'

Ama üşüyen bacakları sanki tamamen felç olmuş gibiydi.

'Önce yavaşça vücudumu kaldırayım.'

Hee-joo, zorlanarak sırtındaki çantayı çıkardı.

'Telefon... önce telefonla yerimi bildirmeliyim...!'

Hee-joo, çantasını karıştırarak telefonunu buldu.

Panikle karışık bir sevinç anından sonra telefonun tamamen kapanmış olduğunu fark etti.

Nadiren kullandığı telefonuydu bu. O nedenle yeterince sık şarj etmiyor ya da yeterince dikkat etmiyordu.

'Tam da şu anda neden şarjı biter ki!..'

Yanakları her an ağlayacakmış gibi titrerken yüz ifadesi birden değişti.

Hee-joo, vücudunun acısını unutarak bir an için dondu.

İkinci cep telefonu elindeydi.

'Delirdim galiba... Olmaz...'

Göğsünden şiddetli bir inilti çıktı.

Ama bu pazarlık telefonu artık sahip olduğu tek şeydi.

Şeytanın meyvesi gibiydi.

Kalbi çılgınca çarpmaya başladı.

Bu telefonla arayabileceği tek kişi vardı.

Ve o kişi, asla yardım istememesi gereken biriydi.

Çünkü o, şantajcı 406'ydı.

Tehdit telefonunu yardım istemek için kullanamazdı.

'Delirdim, delirdim ben...'

Pişmiş pirincin üzerine kül serpmek gibiydi bu...

S*ktir.

Ağlamıyordu ama küfürler ağzından dökülüyordu.

"!.."

Birden vücudunda güçsüzlük yayılmaya başladı. Dudakları çatladı ve başı dönmeye başladı.

Muhtemelen susuzluktandı.

'Olmaz... Bu çok tehlikeli.'

'Tekrar bayılmamam gerek.'

Sonunda Hee-joo, tek hayatta kalma umudu gibi gördüğü şantaj telefonunu çıkardı.


***


İtfaiye ekipleri ve dağ arama kurtarma ekipleri dört saattir çalışıyordu.

17 ekipman ve 50'den fazla personel, uçurumdan aşağı 50 metre mesafeye kadar her yeri didik didik arıyorlardı. Ancak Heejoo’dan en ufak bir iz bile bulunamamıştı.

"Geçen sefer de bir profesör kaybolmuştu, hatırlıyor musun? İki gün sonra cesedi bulundu. Uçurumdan düşüp öldüğü düşünülüyor ama aslında intihar..."

"Hey! Ağzını hayra aç, şimdi böyle konuşmanın sırası mı?"

Orada toplanan, kulaktan kulağa yayılan dedikoduları duyarak gelen insanlar fısıldaşıyordu.

Baek Sa-eon en başından beri arama kurtarma ekibiyle birlikte hareket ediyordu.

O, savaş muhabiri olarak çalışırken ABD Ulusal Tüfek Birliği'nden atıcılık sertifikası almış ve mermi yağmuru altında kalan iç savaş bölgelerine evinin arka bahçesi gibi girip çıkmış biriydi.

Bu yüzden, ormanda dolaşmak gibi bir yürüyüş onun için zor bir iş sayılmazdı.

“Şey, Baek Sa-eon Bey... Kaybolan kişinin ailesine haber verdiniz mi?”

“Evet.”

“Bu dağda genellikle kazara düşerek ölümler olur. En azından cesedi kurtarabilmemiz için…”

“Cesedi kurtarmak mı?”

Baek Sa-eon, gözünü bile kırpmadan o kelimeyi tekrar etti.

“Ah, yani demek istediğim...”

İtfaiyeci açıklama yapmaya çalışırken, sessizce gözlerini kapatıp açan adam sordu. Gözlerinden hiçbir duygu okunmuyordu.

“Kurtarma köpeği hemen devreye girebilir mi?”

"Olabilir ama henüz kayıp kişinin kıyafeti ya da eşyası elimize ulaşmadı."

"Hemen başlayın."

"Efendim?"

"Benim kıyafetimi beline dolamıştı."

Baek Sa-eon, dağcılar kadar ustalıkla dağda ilerlerken konuşmaya devam etti.

"Kurtarma köpeğine benim kokumu verin. Sadece kıyafet değil, ten kokusu da sinmiştir. Otobüste bile yanımdaydı. Duş jeli kokumuz bile aynıdır."

"Şey, önce ailesine haber vermemiz gerek…"

"Ben kocasıyım."

"!.."

İtfaiyeci olduğu yerde donakaldı. Ağzını birkaç kez açıp kapayan görevli, sonunda başını eğip sessizce kabul etti.

Bu karmaşanın ortasında Baek Sa-eon'un yüzünde en ufak bir değişim bile olmadı. Tüm duygularından arınmış yüzü, adeta ağartılmış bir alçı heykelini andırıyordu.

Tam o sırada telefonunun sesi duyuldu.

Ekrana baktığında arayanın Mavi Saray olduğunu gördü.

"..."

Midesini bulandıran şey, böyle bir anda bile medyayı kontrol edip Cumhurbaşkanı sözcüsü olarak görevini yerine getirmek zorunda olmasıydı.

Nasıl kokusunu aldılarsa, gazetecilerin aramaları ve mesajları şimdiden yağmur gibi yağıyordu. Onun gözbebekleri bu durumdan tiksinircesine titredi.

"Sayın sözcüm, telefonunuz az önce beri sürekli çalıyor..."

Gece vakti, dağ başında çalan telefonun titreşimi, adeta yaban arısı vızıltısı gibi yankılandı. Zaman zaman ekip üyelerinin başı, sesin kaynağına doğru çevrildi.

"Telefonu açmayacak mısınız?"

"Açmayacağım."

Ancak Baek Sa-eon, kim olduğu belirsiz aramalara tepki vermedi.

Saatini kontrol etti.

"Beklediğim bir telefon var."


***


Şu anda aradığınız numara kullanılmamaktadır ya da aramaya kapalıdır. Lütfen numarayı kontrol edip tekrar arayın...

112 de 119 da çalışmıyordu.

Bu şantaj telefonu acil durumlarda bile hiçbir yere bağlanmıyordu.

Numarasını ezbere bildiği işaret dili çeviri merkezini de aramayı denedi ama sonuç değişmedi.

"Haah..."

Her zaman ölüm kalım anlarında bir telefon araması onun önüne engel olarak çıkıyordu.

Boğazını sıkan bir ip ve aynı zamanda onun tek kurtuluş umudu olan bir halat.

Tek bir numara.

Ama tehdit ettiği kocasına nasıl yardım çağrısında bulunabilirdi ki?

Heejoo, delirmek üzereymiş gibi burnunu sertçe sıktı.

"I-ı..."

'Buraya kadar nasıl geldim... Nasıl bir hisle tehdit ettim ben!'

Heejoo, bulanıklaşan zihnini kafasını sağa sola sallayarak toparlamaya çalıştı. Ani hareket yüzünden midesi bulandı, ama kendine gelmeliydi.

'Burada yıkılamam.'

Ne hayatından, ne boşanmaktan, ne de herhangi bir şeyden vazgeçebilirdi. Henüz değil.

Dırırırı... dırırırı..

Bu yüzden Heejoo, sadece "şantajcı 406" olmaya karar verdi.

Bu kriz anında Hong Heejoo değil, yalnızca 406 olacaktı.

Telefonu tutan elleri titriyordu.

'Lütfen açma.'

'Hayır, aç.'

İçinde iki farklı his çarpışırken—

Sinyal aniden kesildi.

"!…:

Konuşmadan önce derin bir iç çekiş yükseldi.

Heejoo’nun gözleri hızla doldu.

Bu, ikisini birbirine bağlayan bir sesti. Ama aynı zamanda kopuşu da hissettiren bir sesti.

Kafasını karıştıran tüm o gürültü yok oldu, acı da dindi.

O anda, yalnızca ikisi vardı.

"Sen..."

Telefonun diğer ucunda yankılanan duygular, Heejoo’nun bir an nefesini tutmasına neden oldu.

Adamın sesi bir garipti. Ama bunun tam olarak ne olduğunu kestiremiyordu.

"…Hayır, 406."

Soğuk ama belirgin şekilde titreyen bu ses tanıdıktı.

Yine de karanlık ve çaresiz bir yerde o bildiği sesi duymak, güneş ışığı gibi içini ısıttı.

"Sen demiştin ya, ceset bulunursa o zaman haber ver diye."

Heejoo, boğazından yükselen hıçkırığı zor bela bastırdı. Bu yüzden nefesi darmadağın oldu.

"O yüzden aradım. Gel, götür onu."

"…Durumu nasıl, Heejoo iyi mi?"

Ama o da aynı şekilde sarsılmıştı. Baek Sa-eon derin bir nefes alarak heyecanla yükselen sesini zorla bastırdı.

"Bunu nasıl bildiğimi merak etmiyor musun?"

"406 zaten zeki biri, o yüzden bu hiç şaşırtıcı değil. Zaten Heejoo konusunda, benim bile bilmediğim şeyleri en ince ayrıntısına kadar bildin hep. Ama ondan daha önemlisi, bir yeri incindi mi? Şu an tam olarak durumu nasıl? Nerede? Konumunu belirleyebildin mi?"

Baek Sa-eon’ın sesi sorguya çeker gibi üzerine yağdı.

Ama bir saniye… Bu iş fazla kolay geçmiş gibi değil mi?

Sadece bana mı öyle geldi?

Heejoo, kaşlarını çatıp tekrar vurguladı.

"Hey, benim izimi nasıl kaybettirdiğimi biliyorsun, değil mi? Geçen sefer Heejoo’nun telefonuna kargo mesajı gönderip kötü amaçlı bir uygulama yüklettim."

Görüş alanı bulanıklaşarak titremeye başladı.

Midesi bulanınca, sarhoşmuş gibi sözleri birbirine karıştı.

"Uh… Bu casusluk için bayağı işe yaradı, o yüzden etkinlik mesajını da aldım. Ama konum hep aynıydı. Beş saatten fazla bir süredir bu dağın içinde."

"Şu an bunları anlatmanın sırası değil!"

"Bence bayılmış olmalı."

"!.."

Baek Sa-eon’ın nefesi her zamankinden daha ağır ve düzensizdi.

Yorumlar