Finding Camellia - 75. Bölüm (Türkçe Novel)


Rosina'nın programı üç yıldan beri sabahın erken saatlerinden itibaren doluydu.

Wade savaşa gidince, Rosina vergilendirme, yasama ve dış ilişkiler gibi işlerle uğraştı. Cayen tarihinin açık ara politik açıdan en tatlı prensesiydi. Nazik hareketleriyle insanların kalbini kazandı ve keskin bir karizmayla soyluları önünde diz çöktürdü.

"Demir Çiçek." Ona böyle diyorlardı. Soylular, Wade'in geri dönemeyebileceğinin ve Rosina'nın ilk kraliçe olarak tahta çıkabileceğinin farkında olarak, savaş sırasında onun gözüne girmek için birbirlerine girdiler. Bu nedenle, yığınla evrakla boğulmuştu ve ziyaretçilerle görüşmek için - özellikle de bir şekilde ziyaret etmek için en yoğun saatini seçen Claude'a - hiç havasında değildi.

Dük savaştan döndükten sonra, Rosina Camellia'yı bir an bile göremedi. Lia'ya düşkünlük ayrıcalıkları kuzeni tarafından elinden alınmış gibiydi. Söylemeye gerek yok, prenses şu anda Claude'a pek saygı duymuyordu.

"Grandük beni mi ziyaret ediyor? İmparatorluk ziyafetleri için tüm davetlerimi nasıl reddettiğinize bakılırsa, etrafta görünmeyecek kadar ağırbaşlı olduğunuzu düşünüyordum."

Claude, kanepeye oturmadan önce sade bir şekilde dekore edilmiş ofise baktı. "Son üç yılın bazı kayıtlarını almak için yardımına ihtiyacım var."

Rosina onun doğrudan isteği üzerine gözlerini irileştirdi ve tüy kalemini yere vurdu.

"Sormama izin verirseniz, Grandük'ün bu kayıtlara neden ihtiyacı var?"

"Camellia'nın dosyasının sende olduğunu duydum. Öyle değil mi?"

"Camellia mı?"

"Son üç yıldır neler yaptığı, Louver ile iletişim kurma girişimleri, hâlâ erkek kılığına girmesinin nedeni…" diye yanıtladı huysuzca. Onun öfkeli ruh halini fark eden Rosina, yanına gidip karşısına oturdu.

Oturduğu anda bir görevli çay ikram etti ama sadece Rosina içti. Merhum dükün ölümünden sonra Claude'a çay servisi yapmak tabu olarak kabul edilmişti.

"Aslında Camellia'nın Louver'a gönderdiği bazı mektuplar bende."

"Mektup mu?"

Rosina sehpanın altından küçük bir kutu çekerek, "Son üç yıldır sürekli olarak Louver'da yaşayan biyolojik annesine mektuplar yazdı. Genelde sağlığını sordu." dedi. Çok sayıda mektubu ortaya çıkarmak için bir anahtarla kilidi açtı.

Claude sırıttı. "İnsanların sandığından daha acımasızsın, Rosina."

"Bunun yapılması gerekiyordu." dedi sessizce. "Louver'la bağı olan bir düşes hiç olmadı. Sanırım şimdi Grandüşes demeliyim."

Rosina mektupları karıştırdı ve birini Claude'a verdi. Kısaydı ama çok şey anlatıyordu.

[Zaferin gölgesini sevenler, sence gerçekten ne istiyorlar? Bugün imparatorluk tiyatrosunda bir oyun izledim. Hepimizin maske takması gerekiyordu ama tanıdık olmayan maskeleri görmek, arkalarında kimin olduğunu bilmeme rağmen bende bir korku uyandırdı. Umarım sevdiğim herkes güvende ve iyidir.]

"Camellia zekidir. Akıllıdır ve canı istediğinde hesapçı olabilir, ancak zayıflığı, kalbinin çok yumuşak olması. Bunu, yedi yılı aşkın bir süredir ayrı olsalar bile, sırf kan bağları olduğu için öz annesine olan saplantısından da görebilirsin."

"Sen buna sevgi demez misin? Saplantı, benim ona ve senin Kieran'a karşı hissettiklerindir."

"En azından sevdiklerimizi sık sık görüyoruz. Camellia annesinin hayatta olup olmadığını bile bilmiyor. Adrese gelince," dedi Rosina zarfı göstererek. "Louver'ın adresleri olduğunu bilmiyordum."

Claude bir dizi sayıyı görmek için zarfı ters çevirdi. Eteare'de kullandıkları resmi adres formatı değildi ama bu numaralar mektubu doğrudan Louver'a yönlendiriyordu. Daha da önemlisi, Camellia bunu kendisi kaleme almıştı.

"Claude. Cayen tarihinde hiçbir zaman bir Louver’lı Grandüşes olmadı. Ihar Hanesi'nin itibarı zedelenecek ve düşük rütbeli soylular bundan yararlanmaya çalışacak. Tabii ki, Camellia'nın ne kadar hoş bir kadın olduğunu bilen biri olarak, bu tür standartlar tek kelimeyle gülünç."

Claude, Rosina'nın sert sözlerine tek kaşını kaldırdı.

"Yararlanmak mı? Cesaret edebilirler mi?" Zarfın ucuyla çenesine vurarak yakışıklı bir şekilde gülümsedi.

Rosina onun küstahlığını kaldıramadığı için gözlerini kıstı.

"Her halükarda, bunları alabilirsin. Onları nasıl kullanacağını bilmiyorum ama artık senin."

Elindeki mektuba bir kez daha baktı, ama genellikle korkan Lia'nın bu zamanlarda alışılmadık derecede hassas olduğu gerçeğinden başka aklına gelen pek bir şey yoktu.

"Gittiğin üç yıl boyunca Camellia'yı korudum. Onu kendi haline bırakırsan... fırsat bulur bulmaz Louver'a döner. Onu gerçekten istiyorsan, durdur onu. İmparatorluk ailesi Louver'ı kabul etmeyecek."

Claude düşünürken Rosina masasının üzerindeki evraklara geri döndü.

Şöminedeki odun, kırılıncaya kadar yandı ve kıvılcımların uçuşmasına neden oldu. Dük’ün görevlisi odaya girdi ve prensese kaçamak bir bakış atarak ona yaklaştı.

"Sör Camellius şehir merkezine gidiyor."

"Şehir merkezinde nerede?"

"Bir giyim mağazasının önünde."

Claude'un kaşları hafifçe çatıldı. Mektupları toplayarak görevlisiyle birlikte ofisten çıkmak için ayağa kalktı.

Rosina başını okumakta olduğu dosyadan kaldırmadan, "Çeşitli ülkelerden sana sayısız evlilik teklifi geliyor." dedi. "Onları kendi açımdan reddediyorum ama birkaç tanesi Jasmine teyzenin eline geçerse şaşırmam. O yüzden acele etmelisin sevgili kuzenim."

Claude ofisten çıkıp onu bekleyen arabaya binerken ona sırıttı.

"Neden giyim mağazasına gitti?"

"Şüpheli görünmüyordu. Belki de kıyafet sipariş etmek istemiştir?"

"Erkek giyim mağazası mı?”

"Kadın mağazası, lordum."

Claude şoföre gitmesini işaret ederken başını salladı.

Terzi mi?

Lia'nın kendi başına kadın kıyafetleri almaya gitmesinin imkanı yoktu. Kendi isteğiyle bir elbise alacak ya da giyecek türden biri değildi.

Ne düşünüyorsun Camellia?

Pencereden karla kaplı sokaklara bakarken ifadesi ciddiydi. Işıkları yanıp sönen arabalar kendi arabalarının yanından hızla geçti.


*****


46 Brille Caddesi.

Lia, dükkânın içinde çaylarını yudumlayıp sohbet eden hanımları görebiliyordu. Gösterişli ve şatafatlı elbiseler yerine pratik ama zarif elbiseler giyiyorlardı. Hala bellerini inceltmek için korseler giyiyorlardı ama üzerlerinde parıldayan abartılı aksesuarlar yoktu. Bu, savaşın getirdiği değişikliklerden biriydi. Askere alınan erkeklerin işlerini kadınlar üstlendikçe, ağır elbiseler bir yük haline gelmişti..

Bu yeni hareketin ön saflarında yer alan kişi, 46 Brille Caddesi'nin sahibi Sharon'du.

Kendi tasarladığı kadın pantolonları, elbiseleri, ceketleri ve bluzları Cayen'in en gözde trendiydi. O kadar popülerdi ki, randevu almak için aylarca bekleniyordu. Kısacası, Sharon'ın giyim mağazası imparatorluğun en büyük, en gözde yeriydi.

"Prenses Rosina'nın emri için buradaysanız, lütfen içeri gelin. Dışarısı soğuk."

Lia, kapıyı açan çalışana başıyla selam verip içeri girdi. Bir an tüm dükkâna bir sessizlik çöktü. Gelenin meşhur bir soylu olduğunu fark eden leydilerin gözleri parladı.

"Sahibini görmeye geldim."

"Siparişi almaya gelmediniz mi?"

"Sahibini görmeye geldim dedim.”

Çalışan gözlerini Camellia'nın soğuk bakışlarından kaçırdı. "Lütfen, bu taraftan."

Lia, genç hanımların tutkulu bakışlarını görmezden gelerek, kırmızı perdelerin yanından geçti. Sigara dumanı, alkol kokusu ve kadınlar çeşitli şeyleri denerken çınlayan kahkahalarla dolu bir salona benzeyen küçük bir odaya götürüldü.

Ancak daha aşağı indikçe ucuz bir genelev havası yayıyordu. Belki de her kapıya asılan kilitler yüzündendi. Lia durdu, tiksinti dalgalar halinde üzerinde yuvarlandı. O anda, kara saçları düzgünce toplanmış olan Sharon önünde belirdi.

Sharon reverans yaparak, "Sör Camellius Bale? Benim gibi sıradan bir tüccarı ziyaret etmeniz ne büyük şeref." dedi.

Lia etrafına bakmadan önce sessizce ona baktı. "Diğer sahibini görmeye geldim."

"Bu tesisin tek sahibi benim efendim.”

"Mağazadan bahsetmiyorum. Senin sahibinden bahsediyorum."

Sharon’un ağzı hafifçe açık kaldı, samimi gülümsemesi kayboldu. Lia'yı oraya yönlendiren çalışana bir şeyler fısıldadı. Çalışan odadan çıktı, kapıyı arkasından kapattı ve hızla uzaklaştı.

"Bu taraftan, efendim."

Biliyordum.

Sharon dudaklarını hafifçe kıvırarak yolu gösterdi. Lia, beline bağladığı silahın ağırlığını hissederek onu takip etti. Dükkanın içi, Lia'nın dışarıdan görebileceğinden çok daha genişti. Birden fazla kemerli geçidi geçtikten sonra dikiş odasına ulaştılar. Lia içeri girerken ayak seslerinde hafif bir yankı fark etti.

Bu bir tuzak mı?

Bir saniye sonra başını salladı. Sırf onu tuzağa çekmek için Bale konağına girmeleri anlamsızdı. Onlar için hiçbir şey yapamayan bir sahtekar olduğunu biliyorlardı.

Sharon her renkten kumaşın bulunduğu bir rafın önünde durdu ve Lia'ya eleştirici bir bakış atarak parmaklarıyla zemine vurdu.

"Bana bir misafir beklemem söylendi, ama hayatım boyunca o misafirin siz olacağınızı hiç düşünmemiştim. Bir kadının geleceğini söylediler.”

"Öyleyse gözlerin düşündüğüm kadar keskin değil."

Sharon'ın gözleri bu cevap üzerine hafifçe kısıldı. "İşte burası." Zemin bir tık sesi ile açıldı.

Camellia merdivenlerden aşağı bakıp yutkundu. "Buraya inmemi mi istiyorsun?"

"Sahibimi görmek istediğinizi sanıyordum. Neden? Karanlıktan korkuyor musunuz?" Sharon alaycı bir şekilde sordu.

Lia masadan bir fener aldı.

"Muhafızım dışarıda. Söz verdiğim saatte dönmezsem gelip beni bulacaktır. O yüzden pervasızca bir şey yapmayı düşünme."

Sharon tekrar reverans yaparak sırıttı. "Umarım sizi tekrar görebilirim efendim."

Vedası, birbirlerini burada son kez görecekleri anlamına geliyordu. Lia yutkundu ama merdivenlerden inmek için cesaretini topladı. Merdivenlerin dibinde bilinmeyen bir yere giden bir geçit vardı. Taze toprak kokusuna bakılırsa yakın zamanda kazılmışa benziyordu.

"Tüneller yapıyorlar..."

Savaş nedeniyle Louver'a giriş kısıtlandıktan sonra, anarşistler soylu avlamayı bırakmıştı. Ani duraklamanın belki de başka bir nedeni olduğunu şimdi fark etti. Lia kendinden emin bir şekilde dalgalanan bir esintinin olduğu yöne doğru yürüdü.

Artık nerede olduğunu bildiği için korkmuyordu. Lia ayrıca bunun muhtemelen son karşılaşma olduğunu da biliyordu.

Ya eğer... Ya eğer annem onlara katıldıysa? O zaman ne yapacağım?

Başını hafifçe salladı. Annesini görüp güvende olduğunu onayladığında, ancak o zaman geleceğine karar verebilecekti. Belki de Louver'ı ve annesini unutarak hayatına devam edebilirdi. Zamanın bir şekilde yavaşladığını hissederek karanlık tünelde yürümeye devam etti. Bir süre sonra önünde karanlık bir duvar belirdi. Başının üzerindeki ışık şeridi görmek için yukarı baktı ve küçük yarıktan biriyle göz göze geldi.Gizemli kişi, Camellia'yı tanıyarak kapağı açtı. Aniden gelen ışıkla kaşlarını çattı ve görüşünü düzeltmeye çalıştı. Burnuna çarpan alkol kokusu, önüne bir merdiven düşerken geri adım atmasına neden oldu.

Tamamen beklenmedik bir manzarayla yüzleşmek için tırmandı.

"Güzel saçlarınız tozdan mahvolmuş. Ne yazık." diye yorum yaptı Doktor Carl selam vermek yerine. Lia, omuzlarındaki kiri silkeleyerek ona baktı.

"Louver'da mıyız?" diye sordu, oldukça kaotik çevreye bakarak. Çocuk kahkahalarının zayıf sesi kulaklarına kadar geldi ve kalbinin hızla atmasına neden oldu.

"Burası bizim evimiz. Hoş geldiniz Sör Camellius Bale. Ah, üzgünüm. Leydi Camellia." Doktor, küçük bir grup çocuğun hareketli bir şekilde oynadığı geniş bir alanın kapısını açtı. Her yere dağılmış oyuncaklar ve tahta bir at vardı. Çocuklar soğuğa rağmen ince giysiler ve yırtık pırtık ayakkabılar giymişlerdi ama gülümsemeleri gerçekti.

Lia, şaşkınlıkla etrafına bakınırken donup kaldı.

"Onu tanıyor musun?"

Bir koltukta oturup, sarı saçlı bir çocuğa çorba içiren bir kadın vardı. Çocuklar alınlarını dizine yaslamak veya yanaklarını öpmek için periyodik olarak ona doğru koştular.

Bu Lia'nın annesiydi.

Carl onun önüne geçerek görüş alanını kapattı ve gözlerinden yaşlar akmaya başladığında ona bir mendil uzattı. Lia hiçbir şey söylemeden doktora baktı.

"Bacaklarından biri sakat. Yedi yıl önce tek kızı kaçırıldığında, Laura onu bulmak için binlerce kilometre yol kat etti. Ama tek kazandığı topal bir bacaktı."

"Burası neresi?”

"Burası artık hatırladığın Louver değil. Kenara atıldık ve suçlu olmakla suçlandık ama artık değiliz. Tek vücut olarak bir araya gelmeye başladık. Biz doğru, yasal yollardan çalışıp para kazanırken, Laura buradaki çocuklara bakıyor." dedi Carl. "Elbette, Louver’lı olarak iş bulmak kolay değil. Bu yüzden soylu avlamaya başladık."

Karda koşan, kıkırdayan bir çocuğun ayağı takılıp düşünce, Laura sandalyesinden kalktı ve çocuğa yardım etmeye giderken topalladı. Yüzü soğuktan donmuş, ağlayan çocuğa sarıldı, sümüklü yanaklarından öperek nazikçe teselli etti.

Mutlu görünüyordu.

"Elmasları bu yüzden mi çaldınız?" Lia titreyen bir sesle sordu, gözleri tekrar yaşlarla doldu. Özlemini, dudaklarına ulaşamayacak bir yere bastırdı.

"Daha doğrusu onları biz çalmadık. Size geri verdik."

"Neden? Neden bana tuzak kuruyorsunuz?"

"Sana tuzak kuran Markiz. Soylular böyledir. Terk edilmek nasıl bir duygu? Hâlâ kızgın değil misin?"

"Öfkeli mi?"

"Lütfen Bale Hanesi'nin ikinci oğlu Camellius Bale adına size bıraktığımız elmasları bize getirin. Zaten suçla itham ediliyorsunuz, öyleyse neden bunu kendi lehinize kullanmayasınız?”

Camellia sinirlerini yıpratan güçlü bir duyguyla alay ederek ondan uzaklaştı. Annesini mutlu görünce kalbinin rahatlayacağını düşünmüştü ama şu anda ağır bir taş yutmuş gibi zar zor nefes alıyordu.

Elmaslara gelince, bir süredir onları izliyor gibiydiler, Bale şehir evine taşınana kadar zamanlarını bekliyorlardı - ta ki o bir kenara atılana kadar. Bale Hanesi tarafından terk edilmesi için dua ediyorlardı.

Kırmızı bir iz bırakacak kadar dudağını ısırdı, sonra az önce girdiği kapıdan geri yürüdü. Kollarını çekiştirerek üzerindeki düğmeleri kopardı. Carl onun arkasından içeri girdiğinde adamı yakasından tuttu ve iki safir düğmeyi yere düşürdü. Sonunda kan çanağına dönmüş gözlerinden yaşlar aktı.

"Ben terk edilmedim. Sabrım tükenmeden önce sana verebileceğim son merhamet bu.."

Yorumlar

  1. Emeğinize sağlık. Çok teşekkür ederiz 🥰

    YanıtlaSil
  2. Eline emeğine sağlık çevirmenim teşekkürler

    YanıtlaSil
  3. Teşekkürler. Cloude ve lianin biraraya gelmediği için yavan bi bölümdü ama yinede güzeldi

    YanıtlaSil

Yorum Gönder