Finding Camellia - 25. Bölüm (Türkçe Novel)

finding camellia novel - chapter 25

Şok içinde sıçrayan Lia, aceleyle kapüşonu başının üzerine geri çekti. Claude belini bıraktı ama aynı derecede sıkıntılı bir şekilde ona bakmaya devam etti.

Bir şey söylemek zorunda olduğunu biliyordu. Herhangi bir şey... Ama dudakları şaşkınlıktan açık kalmıştı. Başından ayak parmaklarına kadar vücudu titriyordu.

"Ben... yanılmış olmalıyım. Özür dilerim leydim." Claude'un sözlerini başının üstünde bir iç çekiş izledi.

Yanılmış olmalıyım mı? Özür dilerim mi?

Ancak o zaman üzerindeki elbisesini hatırladı - mükemmel bir hanımefendiydi. Kıvrımları bir korse ile vurgulanmıştı ve giydiği peruk dalgalı bukleler halinde beline kadar iniyordu.

Louver'in karanlığı onu kurtarmıştı.

Lia, çıkışını güvence altına almaya çalışarak adım adım yavaşça geri çekildi. Claude'un neden burada olduğunu bilmiyordu ama Louver'ın sokaklarını avucunun içi gibi biliyordu, avantajı elinde tuttu.

Ancak Claude ona doğru ilerlemeye başladı. "Adınızı sorabilir miyim?"

Hayır!

Lia başını salladı ve olabildiğince korkmuş görünmek için sindi. İçgüdüleri ona göz teması kurmamasını söylüyordu. Şimdi sırtı soğuk bir ter tabakasıyla kaplıydı.

"O zaman... burada mı yaşıyorsunuz?"

Başını iki yana sallarken ona baktı. Yüzünü göremiyordu ama kuşkulu sesinden yüzündeki ifadeyi tahmin edebiliyordu. Elini uzatıp onu kolundan yakaladı.

"Konuşamıyor musunuz?"

Üçüncü soruya yanıt olarak başını sallamadan önce tereddüt etti. Koşullar göz önüne alındığında en iyi seçenek bu gibi görünüyordu.

"Ama beni anlayabiliyorsunuz."

Lia kolunu onun elinden güçlükle çekti. Lambanın yanındaki duvardan sadece birkaç adım ötedeydi ve kuzey girişi o küçük ara yolun sonundaydı. Yol, Claude'un peşinden koşamayacağı kadar dardı. Omzunun üzerindeki kırmızı kurdele gözüne ilişip yumruklarını sıkmasına neden olduğunda ondan uzaklaşmaya devam etti.

"Neden burada olduğunuzu bilmiyorum." dedi, daha önce ondan hiç duymadığı nazik bir sesle. "Ama eğer kaybolduysanız, benimle kalmanız en iyisi olur, hanımefendi."

Lia'nın tek düşünebildiği, nasıl kaçabileceğiydi. Onu tanımamasının tek nedeni karanlıktı. Onu ışıkta gördüğünde, kimliği açığa çıkacaktı.

Neden burada yalnız?

Aniden, savaş sırasında kaybolan askerlerin yönlerini bulmalarını sağlayan neon bir mum boyayla  duvarı işaretlediğini fark etti. Aslında kaybolan, genç dükün kendisinden başkası değildi.

Tanrı aşkına!

Lia'nın gözleri karanlığı ve içinde saklanan insanları taradı. Karanlık, tüm tehditkar varlığına rağmen onu tehdit etmiyordu, ama karşısında duran adam tehdit ediyordu - tıpkı dört yıl önce ve bir gün önce yaptığı gibi. Onu her gördüğünde, içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyordu, rahat bir duygu değildi.

Ama onu öylece bırakamam.

Lia, alt dudağını ısırdı. Kafasını başında daha fazla tuttu ve bir hızla yürümek için döndü. Claude hala şüpheli gözlerle bakıp onu takip ediyordu. Onu daha önce üniformalı hiç görmemişti. Belindeki silah ve uzun kılıçla, aniden ona yabancı biriymiş gibi hissettirdi.

Dar sokakta tek kelime etmeden yürürlerken ayak sesleri yankılandı ve farelerin çöp yığınlarından etrafa saçılmasına neden oldu. Yırtık pırtık giysileriyle dışarı bakan dilenciler ve sarhoşluktan bayılanlar Louver'ın bir parçasıydı.

Lia gizlice hepsini gözlemledi. Annesi, tüm bu çöplerin, sıçanların, dilencilerin ortasında doğum yapmıştı. Göbek kordonunu kirli elleriyle kesmişti ve onu kirli bezlere sarıp emzirmişti. Bunların her birine rağmen, birkaç talihsizlik dışında, Lia'nın hayatındaki en mutlu zamanları olmuştu.

Tanıdık yolda yürürken gözleri yaşlarla doldu ve görüşü bulanıklaştı.

Labirent gibi olan ara sokaklarda gezinmeleri ve faytoncunun onu beklediği kuzey girişine varmaları on beş dakika sürdü.

"Sen..." Claude gerilimi kesip kendi kendine güldü, "yolları iyi biliyorsun."

"Louver'dan mısın?" Sesi biraz tehditkar bir ton aldı.

Lia adımlarını hızlandırdı ve arabasına doğru yöneldi.

"Hanımefendi!" diye seslendi.

Claude'un arkasından yankılanan ayak sesleri vücudunu ürpertti. Lia koşmaya başladı.

"Dur!"

Claude'un bağırmasını uzakta duyabiliyordu. Tüm nezaket kurallarını bırakıp arabaya atladı.

"Bu da ne..." Bu manzara karşısında faytoncunun ağzı açık kaldı ve sigarası yere düştü.

"Gidelim! Hemen!" Lia aceleyle adama fısıldadı.

Dönüp Claude'un arabayı yakalamak üzere olduğunu gördü, ancak faytoncu tam zamanında uzaklaştı. Rüzgar kapşonunu yakalayıp arkaya savurdu ve sarı saçları pencereden uçuştu. Genç Dük nihayet koşmayı bıraktı ve saçını geriye tarayarak bolca küfretti.

"Ne oluyor?" Faytoncu sordu. "Bu kişi neden  peşinizden koşuyor? Suçlu musunuz?"

"Hayır!"

"Arabam için gelirlerse, doğruca evinize geleceğimden emin olabilirsiniz!"

Lia, tehdidi ile şok oldu ve aceleyle iki altın sikke daha çıkardı.

"B-bu nedir?" Dizginleri çekti, telaşlandı.

"Bunu bir sır olarak tutacağına söz verirsen senindir. Soran olursa beni Lyon Köprüsü'nün güneyindeki Aziz Matthew heykelinin önünden aldın."

Arabacı madeni paraları cebine koyarken şaşkınlıkla başını salladı.

"Tehlikeli birisiniz leydim." Bundan sonra pek bir şey söylemedi. Tehlikeli ya da değil, bu şüpheli misafir ona bir aylık maaşını vermişti.

Lia başını yeniden kapşonuyla kapattı ve keskin nehir esintisi gözyaşlarını kuruttu.

İşler biraz karmaşıklaşmıştı ama sonunda eve döndüğünü hissetti.


*****


"Lord'um!"

Ihar Hanesi'nin askerleri Claude'un yanına geldiler. Bu, Grandük emperyal soruşturmaya yardımcı olmayı kabul ettiğinden beri çıktıkları ilk devriyeleriydi.

Claude, kaybolan arabanın olduğu yöne gözlerini dikip bakarken, nefesini düzenlemeye çalıştı ve, "Geç kaldınız." dedi 

Askerlerden biri kaşlarındaki teri silerek, "Özür dileriz." diye yanıtladı. “Çıkış yolunu işaretlerinizi takip ederek ancak bulabildik.”

O gece Claude'a yedi asker eşlik ediyordu ve hepsi bir şekilde yollarını kaybedip rüzgar gibi dağılmışlardı.

"Yolunuzu bulmayı nasıl başardınız, Lord'um? Tüm bu yerlerde işaretlerinizi görmek bizi şaşırttı, hiç geçite benzemiyordu."

Louver'ın karanlık labirentinden kaçmalarına nasıl yardım ettiğini merak ederek ona hayranlıkla baktılar.

"Birisi yol gösterdi."

"Kim?"

"Sanırım aradığımız rehberi bulduk."

Claude deri eldivenlerini çıkardı ve arka cebine koydu. Zihni hala rüya gibi olan karşılaşmadan kurtulmaya çalışırken sersemlemiş haldeydi.

Kimdi o?

Gördüğü yüz şüphesiz Camellius Bale'indi. Ama burnunu dolduran gül kokusu ve onu belinden yakaladığında hissettiği yumuşak kıvrımlar kesinlikle bir kadına aitti. Üstelik beline kadar saçları vardı.

Claude, Camellius'un peruk takıp bir kadın gibi davranması için hiçbir olası neden göremiyordu - tabii eğer deli değilse. Çokça düşündükten sonra onun Lius olmadığı sonucuna vardı.

Ama... dilsiz miydi?

Düşünürcesine kaşlarını çattı. Onun kendi kendine mırıldandığını duyduğundan emindi, çünkü o sesin geldiği yöne doğru döndüğünde ikisi çarpışmıştı.

Yalan mı söyledi?

Saçma düşüncelerinden kurtulmak istercesine başını hafifçe salladı.

"Bir şey buldunuz mu?" askerlerine sordu.

"Nispeten yeni olan doğu girişinin yakınında kan lekeleri vardı. Ancak, Louver içinde her türlü suçun  sık sık görüldüğünü düşünürsek, emin olamayız. Tam olarak yasaya göre yönetilmiyorlar... "

"Louver sakinlerinin imparatorluğun vatandaşları değil mi?" Claude, neredeyse yumruklarını sıkarak sordu.

"Ivan, köprüden geçen arabayı araştırmana ihtiyacım var. Şimdiye Lyon Nehri'nin güneyine ulaşmıl olmalı. İki genç atı olan koyu yeşil bir araç. "

"Bahsettiğiniz rehberle mi bağlantılı?"

"Evet."

"Hemen araştıracağım." Ivan, Claude arabasına doğru yürürken selamladı.

Gizemli kadınla ilgili sorularla boğuşarak içini çekti ve bakışlarını nehrin karşı yakasındaki parlak meydana kaldırdı.

Işık ve karanlık - Ancak tamamen karanlık tarafından yutulduğunda, bu parlaklığın ne kadar yoğun olduğunu gerçekten anladı.

Bu kadın Louver'in gölgelerini rahatlıkla geçti ve ışıkta kayboldu.

Seni bulacağım. Seni bulacağım ve huzuruma çıkaracağım. Camellius Bale'den şüphe etmemi durdurabileceğim tek yol bu.

Claude'nin gözleri uzaklara bakarken keskinleşti.


*****


Lia halsiz hissetti ve başı dönüyordu. Sabah ışığı odaya girdiğinde gözlerini kırpıştırdı.

Açık pencereden, pazarın sürekli karmaşasını ve kuşların neşeli cıvıltılarını duyabiliyordu. Boş bir ifadeyle, penceresini ziyaret eden kahverengi kuşlara baktı. Dün geceki giysileri ve peruğu yere dağılmıştı.

Oldukça gerçeküstü bir sabahtı. Gözlerini her kapattığından karşısında Claude'un yüzü beliriyordu. Uykuya dalmayı her başardığında hayali sesi kulaklarında yankılandı.

Beni tanıyamadı... Eğer tanısaydı, o zaman orada peruğumu çıkarmaya çalışırdı.

Tırnaklarını ısırmaya başladı. Ateşli öfkesinin, kolayca kaçmasına izin vermeyeceğinden emindi.

Neden? Neden, neden, neden? Neden kusursuz anda görünmesi gerekiyordu?!

Lia sessizce çığlık attı ve çarşaflarının arasında yuvarlandı.

Aniden, koridordan aceleyle yaklaşan ayak seslerini duydu ve o hızlı vuruşlara cevap veremeden, Pipi kapıyı açıp içeri daldı.

"Lord'um! Hemen kalkmalısınız! "

"Ne? Neden? " Lia kafasını uzatıp baktı.

Pipi, çarşafları çekiştirirken yorgun bir şekilde iç çekti.

"Dük Ihar burada! Ve hiç haber vermemişti!"

"Ne...?" Lia, şaşkınlıkla sordu.

Pipi ona şüphe içinde oyalanma şansını vermedi. Lia'yı yataktan çıkardı ve bir diş fırçasını ağzına sokmadan önce yüzünü yıkaması için onu aynanın önüne oturttu. Giysileri ve perukları yıldırım hızında yerden topladıktan sonra, Pipi, Lia'nın elini hala ağzında duran diş fırçasına götürdü.

"Hadi! Acele edin! "



Yorumlar

Yorum Gönder