This Marriage Is Bound To Sink Anyway 141. Bölüm (Türkçe Novel)


'Seninle tanıştığım için acınasısın... acınasısın...'

O söz, eğitim sırasında bile bir anlık dalgınlıkta yankı gibi kulaklarında çınladı.

**Acınası mı? Ben mi?**

**Seni tanımam mı acınası olan? Neden?**

Kafasının içinde birbiriyle çarpışan soru işaretleri, sanki öldürme dürtüsüne dönüşmüştü. Silahını temizlerken, namlu ucuna dik dik bakıp donup kalmış Carsel’in etrafından birkaç asker sessizce uzaklaştı.

Yüz ifadesi tehlikeli görünse de aslında boş bakışlarla dalıp gitmişti; bu yüzden çevresine korku saldığını bile fark etmedi. Sonunda öğle saatinde atış alanındaki bütün subayları kaçırmıştı.

Barutun ve metalin karıştığı o atış alanı havası, yalnızlıkla karılık rüzgar  Carsel’in yüzüne çarptı. Altın saçları bir an rüzgarla dağıldı, fakat o alışkanlıkla bile saçını düzeltmeye kalkmadı — sadece kaşlarını çattı.

Ne kadar düşünse de anlam veremiyordu. Ines çocukluğundan beri ondan çok daha zekiydi, bazen söylediği sözleri hiç anlamadığı zamanlar da olmuştu. Zamanla yetişirim sanmıştı ama küçük yaşlardan beri masa başında oturmak yerine kılıç ve beden eğitimiyle uğraştığından, bedeni hala kafasından önce tepki veriyordu. Eskisine göre düşünceli biri olmuş olsa da, aralarındaki fark hala açıktı.

Yine de Ines sayesinde edindiği bir alışkanlık vardı: anlamadığı şey üzerinde fazla düşünmemek.

'Nasıl olsa benim anlamayacağım bir şey söylemiştir.'

'Niye bu kadar akıllı benim nişanlım.' diye kendi kendine geçiştirirdi.

Ama bu sefer öyle yapamadı. O tek cümle, kalbine batmış kıymık gibi takılıp kalmıştı.

‘...Neden o herifin ceketini giydin?’

‘Bilmem, acıdım galiba?’

‘...’

‘Köpek gibi boynunu büküp baktı bana. Reddetseydim hayal kırıklığına uğrayacaktı.’

Köpek gibi bakan o gözler.

Carsel’in gözleri de bazen tam öyle olurdu — çoğu zaman bilerek.

Başlarda istemsizce, aptalca bir açık veriyordu belki; ama bir noktadan sonra bunu bilinçli olarak yaptı.

Hatta aynanın karşısında birkaç kez alıştırma bile yapmıştı.

Daha zavallı, daha kederli görünmek için. Çünkü fark etmişti ki, buz gibi soğukkanlı görünen Ines bile o bakışlara dayanamayınca bir anlık tereddütle çözülüyordu.

Ines, onun yakışıklılığını artık yüz kere görmüş gibi umursamıyordu; ama o bile zayıf bir noktaya sahipti. Ve o noktayı öğrendikten sonra, Carsel’in onu kullanmaması için hiçbir neden kalmamıştı.

‘...Acaba fazla mı ileri gittim?’

Belki bu yüzden yanlış bir izlenim mi vermişti?

Ama istediği öyle büyük bir şey değildi.

Sadece Ines’i biraz daha uzun süre kollarında tutmak istiyordu.

Biraz daha dokunmak, ısırmak, öpmek, tadına bakmak, canını sıkmak, ama yine de ona iyi davranmak istiyordu.

Hepsi son derece sade, ilkel bir arzudan ibaretti.

Silahı kenara koyup yüzünü ovuşturdu.

'Bu kadar kusursuz bir varlık, nasıl acınası olabilir ki...'

Eliyle bastırdığı yüzü buruşturdu. Eğer gerçekten o kadar basit bir sebepten “acınası” hale geldiyse, küçük bir oyunun uğruna büyük bir şeyi kaybetmişti.

Oysa mesele sadece bundan ibaret olsaydı, başını dik tutup kibirli bir küçük dük gibi davranmak yeterli olurdu. Ama o bile artık yüzeysel bir çözüm gibi geldi.

Carsel, karanlığın içinde Ines’in o belirsiz yüzünü, nefesini, ses tonunu takıntılı bir şekilde hatırlayıp durdu.

“Ne demek istediğini” defalarca sorsa da o geceden sonra düzgün bir cevap alamamıştı.

Araba durana kadar Ines tek kelime bile etmemişti, ne kadar zorlayıp hırpalasa da asla boyun eğmemişti.

Eldivenleriyle çorapları dışında her şeyi soyup ışıl ışıl aydınlatılmış odada onu çıplak bıraktığında bile...

Masanın üzerine yüzüstü yatırıp kalçalarını açtığında bile...

Yatağın üstünde dört ayak üzerinde süründürüp utancıyla titrettiğinde bile...

Carsel, düşüncelerin ortasında o geceyi hatırlayınca yeniden sertleşti.

Amiral yanında dururken ne kadar hayal ettiyse, o kadarını Ines’e yaşatmış ama bir tek o cevabı alamamıştı.

Ve şimdi, o cevabı hâlâ alamadığı halde, sadece onu düşündüğü için bile tekrar uyarıldığını fark etti. Bu bile, tamamen yenildiğini gösteriyordu.

Sonunda kazanan Ines’ti. Muhtemelen bilerek her şeyin olmasına izin vermişti — sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Bu kadar arsız bir köpek gibi davranan Carsel’in, Ines Escalante’yi yenmesi mümkün değildi. Carsel, kendinden tiksinircesine aşağıya, kendi bedenine soğuk bir bakış atıp sonra başını kaldırdı.

Ama yine de, atış poligonunun ortasında bile Ines’in kollarını yavaşça boynuna doladığı o hissi zihninde yeniden yaşadı.

Sanki bir bakışıyla, kulağına sızan bir nefesle bile onun tüm kontrolünü kaybedeceğini biliyormuş gibiydi. Ines’in o soğukkanlı ve asil yüzü, emin bir günahkârın ifadesine dönüşüyordu.

Birlikte çıplak halde, karışmış bedenlerle o anın zevkine dalarken bile Carsel, fırsat bulup bir şey sorduğunda Ines’in o sıkılmış, bıkkın ifadesi onu susturuyordu. 'Bir daha birlikte olmak istiyorsan, artık sus.' der gibiydi...

Ve gerçekten de o sabah, uykudan uyanır uyanmaz 'Seni acınası buluyorum.' sözü kulaklarında yankılandığında, yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı.

'Niye?' diye sordu defalarca, tıpkı annesini sorularla çıldırtan dört yaşındaki bir çocuk gibi. Ama Ines onu yalnız dua etmek istiyorum diye kovalamıştı.

Muhtemelen akşam da cevap alamayacaktı. Bu gece yatak odasından kovulmak istemiyorsa, artık susması gerektiğini de biliyordu.

Yine de kendine anlam veremiyordu. Bugüne kadar anlamadığı Ines’in binlerce lafını bir kulaktan diğerine akıtmışken, neden bu cümleyi takılıp bırakmıyordu ki?

'Beni tanıdığın için... acınasısın.'

Beni tanıdığın için. Carsel Escalante, Ines Ballestena’yı tanıdığı için...

Toplumun eski, geçerliliğini yitirmiş dedikoduları onların arasında sebep olamazdı. Ines’in otoriter kişiliği de öyle. Eğer tek sebep, birkaç yıl önce geçirdiği bir hastalıksa, o zaman delirecek kadar sinirlenirdi.

Neden? Neyin var ki? Carsel, yüzündeki kasların gerildiğini hissedip sinirle elini sıktı.

Artık biliyordu neden bu kadar rahatsız olduğunu — o sözün çevresinde dönüp durmasının nedenini.

En başından beri Ines’e kızgındı.

Nasıl olur da kendisi eksikmiş gibi konuşabiliyordu? Ines’in kendi hakkında söylediği şeydi bu, ama Carsel yine de öfkelendi.

Öfkelenmişti ama... çok güzeldi. Bu yüzden sinirini bile gösteremiyordu. Düşünceleri orada kilitlenip kalmıştı.

“...Dürüst olmak gerekirse, acınası olan sensin bence. Benim gibi aşağılık biriyle birliktesin...”

O sabah, uykusundan zar zor uyanan Ines’e bunları söylemişti — farkında bile olmadan kendi ayağına sıkarak

“Sen bana fazlasın. Ballestena Dükü benim rezil geçmişimi bilseydi ve buna rağmen bu evliliğe izin vermeseydi, bu kadar büyük bir şansı bir daha bulamazdım...”

Aslında sadece söylemek istediği şey, 'Sen bana fazlasın' gibi saçma bir itiraftı.

“Ben nasıl acınası olabilirim ki? Senin yanında olabiliyorken... Bu nasıl olur da merhametlik bir durum sayılır?”

Carsel’in içindeki sevgi, “acınası” gibi bir kelimeyle asla ifade edilemezdi.

Bazen kendi geçmişi yüzünden Ines’e layık olmadığını hissederdi. Ya da Ines’in geçmişinden bir şeyleri bilmek isterdi. Onu daha iyi tanıyabilmek için, onun hayatına dahil olabilmek için.
Ama her defasında bu düşünceler, sonunda tek bir şeye varırdı: 'Ben sadece onunla olmaktan mutluyum.'

Ve bütün o düşünceler, “Acınası olan ben değil, sensin.” gibi bir cümleye sığamazdı.

“...O yüzden, senin gibi bir kadının benim gibi kirli biriyle yaşadığı düşünülürse—”

Ne olursa olsun, sözünü sürdürdü. Carsel’in bitmek bilmeyen sorularını hep sessizlikle karşılayan Ines, bu defa kısa bir kahkaha attı.

“Ben de o kadar tertemiz sayılmam, Carsel.”

“...“

“Zaten, ilk geceden tahmin etmiş olmalıydın.”

İlk kez, geçmişine — Carsel’in hiç bilmediği bir alana — dair açık bir ima bulunmuştu.

Düğün gecesindeki o deneyimli kadının görüntüsü Carsel’in zihninde yankılandı. Rahatsız olmak yerine garip bir rahatlama hissetti. En azından, o geçmişte kaç adam olmuş olursa olsun, artık bilseydi biraz huzur bulacak gibiydi.

Tabii bir süre sonra, 'Ben kimim ki böyle düşünebiliyorum?' diye yine kendinden iğreneceğini de biliyordu.

“Ben saf, erkek nedir bilmeyen bir kadın değildim Cassel.”

“Ne olmuş yani.”

Zaten bunu baştan beri biliyordu, ama bunu onun ağzından duymak — sevinilecek bir şey değildi. Öyleymiş gibi davranarak kendini kandırdı.

“Ne olmuş yani.”

Ines, onun kolları arasından hafifçe dönüp yüzüne baktı. Her zamanki gibi sakin, yeşil gözleri en ufak bir tereddüt göstermiyordu.

“Çünkü benim de bir zamanlar hayatımda başka biri vardı.”

“...”

“Senin geçmişinde başka kadınlar olmuş diye ben neden acınası olayım ki? O konuda ne pişmanlık duyuyorum, ne de umursuyorum.”

Kahrolası, gerçekten de umursamıyor gibiydi.

Bazen, Ines’in geçmişinde göremediği o birkaç yılı düşündükçe Carsel’in boğazına bir düğüm oturuyordu. O yıllar boyunca Ines’in, kendisinin olmadığı bir dünyada huzurla yaşadığı düşüncesi bile onu boğuyordu.

Onların ilişkisi hep tek taraflıydı. Ines özgürdü — dilediğinde uçup gidebilecek bir kuş kadar. Ama Carsel, boynuna tasma takılmış bir köpek gibi aynı yerde dönüp duruyordu.

Ve o kelime — “biri” — onun boğazında tekrar takıldı.
Bu konuda ne kadar düşünmemeye çalışsa da, silemediği o iğrenç soru hep geri geliyordu.

O adam... senin için özel biri miydi?

Zaten sonuna kadar da gitmediniz, değil mi?

Ama tam da o düşünce, Carsel’in nefesini kesti.

Ya o adam Ines için gerçekten özel biriyse? Ya da Ines, o adam için o kadar değerliydi ki, sonunda hiçbir şey olmadan ayrılmışlarsa?

Bu düşünce bile onu mide bulandıracak kadar kıskandırdı.

Ines’in “o adamı” — kim olursa olsun — düşünmek bile tiksindiriciydi. Ne kadar ileri gittiklerini, kaç kere buluştuklarını, hiçbirini bilmek istemedi. 

Yüz adamla bile yatmış olsaydı, “Aferin” der, daha kolay kabullenebilirdi. Yeter ki hiçbiri Ines için özel olmasın. Çünkü bir tek o “özel biri” düşüncesi, hepsinden beterdir.

“Öyleyse, ben neden acınası oluyorum ki?”

Aslında sormak istediği şey bu değildi, ama ağzından yine o aynı sorgulayan cümle döküldü.

Ines uzun süre sessiz kaldı. Sonra, usulca konuştu:

“...Sadece, seni kaybetmek istemediğim için. Çünkü... ne kadar düşünsem de bana fazla geliyorsun. Geçmişin, benim geçmişim... fark etmez. Sen zaten böyle şeyleri umursamazsın.”

Lan, umursuyorum hem de delicesine, diye haykırmak geçti içinden.

“...Fazla mı geliyorum sana? Ben, sana?”

Catsel şaşkınlıkla sordu. Ines bir kez daha, her zamanki o dingin gülümsemesini takındı.

“Evet.”

Gülümsemesi sıradan görünüyordu ama Carsel’in içi acıdı. Söyleyecek çok şey vardı ama hiçbiri çıkmadı ağzından.

“...Bazen, altı yaşındaki halin o gün karşıma çıkmasaydı diye düşünüyorum.”

“...”

“Çünkü hala... o gün için kendimi affedemiyorum.”

Gözlerini yavaşça kapattı. Sanki bir adım daha atarsa önünde bir uçurum belirecekmiş gibi, Carsel susup kaldı ve tekrar uykuya dalan Ines’e baktı.


Yorumlar